Katili tayin etmiş, eline silahı vermiş, hedefi tarif etmiş ve yakalandığında da bu ağır suçu işlemiş olmaktan hiçbir pişmanlık duymadığını açıkça göstermiş olan bir kişiyi, “vatanını, milletini seven, milliyetçi, muhafazakar, beş vakit namazında bir insandır” diyerek savunmaya çalışmak, bu ülkede sadece babalık hassasiyetiyle açıklanamaz. “Çok milliyetçi ve dindardı. Herkes ona Bombacı diyordu. O zaten insanları korumak için bombayı koymuştu” diyerek, cinayetin birinci sıradaki örgütleyicisi gözüken oğlunu mazur göstermeye çalışmak da, bu ülkede analık içgüdüsü ile sınırlı değildir.
Hrant Dink’i öldürmekten kıvanç duyduğunu gözaltına alındığı andan beri her fırsatta sergilemeye özen gösteren yaratığın, eylemini izah etmek için kullandığı basit bir cümle var: “Dilim, dinim ve vatanım için hassasım”. Bu hassasiyeti yıllardan beri biliyoruz. Trabzon’da TAYAD’lılara linç girişimi ertesinde, ilin güvenlikten sorumlu yöneticileri ve hükümetin bazı üyeleri, “halkın hassasiyetlerine dikkat etmek gerekir” diye uyarmışlardı. Nitekim, halkımızın bu hassasiyetleri mucibince, o linç girişimini yapanlar değil, linç girişimine maruz kalanlar hakkında dava açıldı. Ardından, Trabzon’da yaşayan rahibin cinayeti geldi. Bu kez aynı koro maktulun, “kanı Müslüman Türk kanıyla sulanarak fethedilmiş bu kutsal topraklarda” yaşayan ve çalışan bir Hıristiyan din adamı olduğu için öldürüldüğünü unutturmak için, var gücüyle uğraştı. O çocuk da, Türkiye’yi bölmek isteyen dış mihrakların oyununa gelmiş, vatanını, milletini seven, milliyetçi, muhafazakar ve imanlı bir Müslümandı. Gene de, ne olur ne olmaz endişesiyle, duruşması gizli yapıldı. Buna karşılık, müslüman-milliyetçi siyasal çevrelerin internet sitelerinde, rahibin öldürülmesinin hayırlı bir iş olduğunu ifade eden mesaj sayısı, işin münferit bir hassasiyet değil, toplu bir hassasiyetten kaynaklandığını açık biçimde gösteriyordu.
Taşı sadece devlet görevlileri ve bazı siyasetçilere atmayalım. Hrant’ın ölümü sonrası, merhumun yasını tutmayı kendini sergilemenin bir vesilesi sayanlar da, söz konusu olanın ırkçı bir linç girişimi olduğu olgusuna (kasıtlı olarak yayılan “PKK bildiri dağıtıyor” söylentisi), ifade edilen gayrımüslim nefretine var güçleriyle itiraz edip, bu insanları şiddete yönelten nedenleri, tahrikleri anlamak gereğinden bahsetmişlerdi. Bugün de, başka kalemler, benzer biçimde, “mahalledeki o çocuğu anlamanın” olmazsa olmaz gereğinden bahsediyor. Kendisini anlamamız, onunla empati kurmamız istenen “çocuk” ise, “Orhan Pamuk akıllı olsun, akıllı” diye tehdit etmeye devam ediyor. Irkçılık boyutunda bir Hıristiyan düşmanlığı sergilemesinden sorgu sorumluları bile rahatsız olmuşlar ki, ona Fatih’in mutlak itaat karşılığında Hıristiyan din adamlarına hoşgürü vaat eden fermanının okunmasından medet umuyorlar. Acınası bir durum...
Peki, Hrant’ın katilinin yakalanmasının hemen ertesinde, cinayetin arkasında siyasal bir amaç olmadığını, işin sadece milliyetçi duygularla yapılmış olduğunu alelacele beyan eden, sonra kim uyarmışsa, sözlerini toparlamaya çalışan İstanbul Emniyet Müdürü? “Trabzon halkı da iyidir, ulusalcı refleksleri yüksektir, manevi değerleri yüksektir; bu münferit bir olaydır” diyen Trabzon valisi? Bunlardan bir rahatsızlık duyuluyor mu? Ulusalcı-milliyetçi-müslüman vicdanın bu sesleri ne münferitler, ne de yeni. “Bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz” diye çıkışan ses hala kulaklarımızda. Eli kanlı canilerin başını, “milliyetçi tosuncuklar” diye okşayanlar da. Üstelik bu sesler şimdi günümüzün akil seslerini temsil ediyorlar. Daha az akil olan geri kalanının ne durumda olduğunu tarif etmeye gerek yok.
Bu ülkede ırkçılığın adı milliyetçilik, vatanseverlik, dindarlık oldu. Bu yeni bir şey değil. Kendini hakim millet olarak görme alışkanlığı içindeki Sünni-Türk nüfusun bir asırdan beri ruhunun derinliklerine işlemiş refleksten, bu statü kaybı endişesinin yarattığı tepkilerden damıtılan bir ırkçılık, son bir yüzyıldan beri bu topraklarda var oldu. Bazen su yüzünde çok görünmedi. “Hoşgörülü davrandı”. Bazen ise ırkçı olmanın tüm gereklerini yerine getirdi. Toplumun tümü hiçbir yerde ırkçı, faşist, milliyetçi, demokrat, devrimci, vs... olmaz. Her zaman toplumun üyelerinin bir bölümüdür söz konusu olan. Ama o toplumun davranış, düşünme ve değerlendirme reflekslerine yön veren bir ağırlık noktası vardır. Türkiye’de bu ağırlık noktası, milliyetçilik olageldi. Bu milliyetçiliğin popüler, sokak, lümpen, aydın, siyasal versiyonlarının içinde, farklı dozlarda ırkçılık hep vardı.
6-7 Eylül olayları, devlet güçlerinin tetiklediği ve olayın denetimini yitirdikleri ırkçı bir pogrom değil miydi? 1915’de Ermenilerin maruz kaldıkları katliamlarda, başka etmenlerin yanında, ırkçı bir boyut olduğunu inkar edebilir miyiz? “Ermeni dölü” veya “kahpe Rum” dediği için bu ülkede kimin hakkında takibat yapıldı, dava açıldı, ceza verildi? Bu ülkede gayrı müslim azınlık olarak yaşayan, bu toprakların kadim evlatlarına veya buralara Türkler gibi sonradan yerleşmiş olanlara karşı duyulan din farkı temelli nefret, ırkçılığın temel bir evrensel boyutu değil midir? Kürtlere karşı bu kez din değil, ırk temelli yeni yeni serpilmeye başlayan nefret de ırkçılıktan başka neyle adlandırılabilir?
Irkçılık sadece Türkiye topraklarına özgü bir olgu değildir. Ne de en yaygın ve en sistemli örnekleri bu topraklarda görülür. Ama ırkçılığın milliyetçilik, hassasiyet, gençlik heyecanı, cehalet, tahrikler, dış mihrakların oyunları gibi nedenler arkasına sürekli saklanmasının, inkar edilmesinin en iyi örneklerinden biridir Türkiye. En iyi durumda Ermeniyi, Rumu, Yahudiyi hoşgören ama kendinden görmeyen bir zihniyet, ırkçılığın besleneceği verimli topraktır. İşte bu zihniyet, bugün Saadet Partisi ve MHP liderlerinin ağzından, Hrant Dink’in öldürülmesine karşı tepkilerin, üzüntülerin “hepimiz Ermeniyiz” diye haykırarak dile getirilmesine öfkeyle karşı çıkıyor. Yarışta onlardan bir adım geri kalmak istemeyen CHP’nin bazı önde gelenleri de keza. Böyle bir cümlenin bir an için bile %99’u Müslüman, yüzde yüzü Türk olan bir ülkede dile getirilmesinden endişe duyuyorlar. Devletin ülkesi ve milletiyle birlik içinde yürüttüğü ulusal güvenlik politikası unsurlarının zayıflamasından endişe ediyorlar. Din ve ırk karışımına dayalı tabularının çatlamasından korkuyorlar.
Hrant, Agos gazetesinde, Sabiha Gökçen’in yetimhaneden alınmış Ermeni kökenli bir kişi olduğunu iddia edenlerin tanıklıklarını dile getirdiğinde, en üst mercilerden çok sert bir tepki gelmişti. Tepkide, kimsenin bu ülkenin “kutsallarına” dil uzatamayacağı ifade ediliyordu. Atatürk’ün manevi kızının Ermeni kökenli olduğunu iddia etmenin bu ülkenin kutsalına dokunmak anlamına gelmesi, bu kutsal algılamasının arkasında bir ırkçı anlayış yattığını ele vermez mi? Sabiha Gökçen, eğer iddia doğruysa, 1915 tehciri sonrası yetimhanede büyümüş, sonra Atatürk’ün manevi kızı olarak Türkiye Cumhuriyetinin övünç duyduğu bir kişilik olmuş olamaz mı? Eğer olamıyorsa, kutsalın paramparça olduğu, utanç verici bir durumsa bu, böyle bir iddianın dile getirilmesi mabedin bekçilerinin öfkesini zincirlerinden boşalmasına yol açıyorsa, o zaman bu ülkenin kutsallarının ari olması gerektiği ortaya çıkar ki, işte bu ırkçılıktır.
Doğrudur, “mahalledeki o çocuğu” anlamak elbette gerekir. Ama o çocuğu anlamaya çalışırken, onu yaratan ortamı da tanımlamak gerekir. Eğer bu toplumun önemli bir bölümünün psiko-patolojik bir rahatsızlığı varsa, bu rahatsızlığın tedavisi için rahatsızlığın adının konması, dile getirilmesi elzem değil midir? Sorun ırkçılıkla ilgilidir. Irkçılığın adını milliyetçilik koyarak, onu sevecen, makbul kılmakla ilgilidir.
Sorunu “mahalledeki çocukla” sınırlamaya çalışmanın, “bu iş münferit bir olaydır” demekten pek büyük farkı yoktur. Çünkü ne cahil ne işsiz ne yoksul olan, bu ülkenin gidişatına yön veren, mahalledeki çocuk değil sorumlu devlet adamı, önde gelen siyasetçi, kitleleri etkileyen gazeteci, kanaat önderi ve bu kişilerin ürettiklerini toplumun kılcal damarlarına kadar yayan fikir ve imaj taşıyıcılarıdır ırkçılığın önemli bir kaynağı. Saman alevi gibi yanıp sönen bir dönemsel tepkinin değil, yılların biriktirip olgunlaştırdığı, bu toplumda önemli bir kesimin zihnine kazınmış, düşünme ve davranma refleksi haline gelmiş bir toplumsal olgudur söz konusu olan.
Bu toprakların geleneğinde ırkçılık yoktur safsatasını bir kenara bırakalım. Tarih bilinci yok edilmiş, toplumsal hafızası kasıtlı olarak dumura uğratılmış bu toplumun ezici çoğunluğu için 20. yüzyılda bu topraklarda yaşananlar ve sadece bunlar gelenekleri oluşturuyor. Bu gelenek, milliyetçiliktir. Milliyetçiliğin herkesin sahip olması gereken bir değer ve düşünce tarzı olmasına toplumun şartlandırılmasıdır. Irkçılık bu milliyetçiliğin besin kaynaklarından biri, hakim millet alışkanlıklarına sahip milli bünyenin iyi kötü bastırılmış ortak refleksidir. Bir şeyleri anlamaya nihayet başlayacaksak, buyrun buradan başlayalım.
Radikal İki, 28.1.2007