Aramızda Kalsın, bir süredir takip ettiğim bir dizi. Geç başladım izlemeye fakat birikmiş bölümleri hızla bitirip güncel bölümlere yetiştim. Artık haftadan haftaya izliyorum, Perşembe akşamları televizyon gösterimi bittikten hemen sonra internet sitesine yüklüyor Star TV.
Dizi, Türkiye toplumsal-kültürel coğrafyasında yaşanan beşeri münasebetlerden tanıdık olduğumuz motifler üzerine kuruyor hikayesini. Eğin’den İstanbul’a bir kuşak evvelgöçmüş ve şehirde bir şekilde tutunmuş fakat buna rağmen ekonomik açıdan tam olarak güvenlikli bir hayata kavuşamamış, kültürel olarak ise taşralı adetlerini devam ettirmiş Celepoğlu ailesinin bugününden gündelik hikayeler.
Anne Hüsne en önemli karakterlerden biri, ve şahane oyunculuğuyla Binnur Kaya alnının teriyle, hakkını vererek bu karakterin altından kalkıyor. Hüsne diziyi benim için eğlenceli kılan ögelerin de başında geliyor. Türkiye’de doğup büyümüşlüğümden dolayı çok tanıdık olduğum bir karakter. Biraz anneannemi hatırlatıyor, biraz bir zamanlar yan dairede oturan komşu teyzeyi. Davranışları Türkiye’de veya başka bir yerdeki şehirli orta sınıf kodlarına pek uymayan, bunun gerektirdiği toplumsal kendine hakim olma biçimlerini bedeni kabul etmeyen bir karakter Hüsne. Bedeni fiziksel olarak toplumsal kodlarla her daim çelişiyor, uyum bir türlü mümkün olmuyor. Orta sınıf dünyalarının içinde bulunması icab ettiğinde hep kendini yüz kızartıcı durumlara düşürecek şeyler yapıyor Hüsne. Eli ayağına karışıyor, işleri karıştırıyor, veya bir rezaletin kıyısından dönüyor. Bazen son anda bir manevra yapıp alnının akıyla çıkıyor kendi eliyle yarattığı utanç verici durumlardan.
Adından da belli olduğu üzre, dizide ana motif, sırlar. Dizinin hikayesini bu sırlar etrafında yaratılan merak ve gerilim taşıyor. Bu sırlar bir kaç çeşit. Birincisi, dizinin hikayesinde süregiden bir gerilim yaratan, bir türlü açıklanamayan, hatta ortaya çıkarsa dizinin hikayesinin devamı zorlaşacak hissi veren sırlar. Yadigar ile Civan’ın aşkı dizideki bu tür sırların en uzun ömürlü olanı şimdilik.
İkincisi, daha kısa süreli merak yaratmaya yarayan, ortaya çıkması genellikle çok uzun sürmeyen sırlar. Sürekli birileri birilerinden bir şeyler saklıyor, ve bu genellikle yalnız girişilen bir iş değil. Sırlar hep paylaşılıyor, kimi zaman gizli sevgililer arasında, kimi zaman evin kadınları arasında, kimi zaman aile içinde, yani hep yakınlıkların görece arttığı, daha rahat, daha güvenli hissedilen küçük korunaklı gruplar olarak tarif edilebilecek insanlar arasında. Bu ikinci tür sırların yarattığı düğümler hızla çözülüyor, kah rahatlamaya, kah mutlu sonlara yol açıyor. Dizi nerdeyse her bölümde seyirciye bunlardan bir kaç tane sunuyor.
Gizlilik ve yalan, beşeri münasebetlerin ana dinamiklerinden ikisi dizide. Aşmaya kimse yeltenmedikçe dallanıp budaklanan, gündelik sosyal durumları varlığıyla karmaşlıklaştıran, bazen olayları çözülmez bir kördüğüm olmaya sevk eden başat iki öge. Yalan olmadan olmuyor. Yalanın etrafında adı konulmayan sosyal mutabakatlar kuruluyor. Gizlemek, bu uğurda yalan söylemek meşru.
Celepoğlu ailesinin şehirde ayakta kalmak için sessiz sedasız senelerce birlikte yaşadığı sır ise bu ilk iki türden farklı. İçlere sinse de sinmese de aile içi kolektif mutabakatla gizliliği yıllarca sürdürülen, Yadigar’ın annesinin kızına miras bıraktığı dükkana Celepoğlu ailesinin el koyma hikayesi, dizinin hikayesinin kurucu sırrı. Dizi Yadigar’ın kendisini aldatan kocasını terketmesi, iki çocuğunu alıp Antep’ten İstanbul‘a gelmesi ve Celepoğlu ailesini bulması ile başlıyor. Bözlece dizinin kurucu sırrı krize sokuluyor ve bu ilk gerilimle dizi seyircinin merakını uyandırıyor. Bu arada Celepoğlu ailesini tanıyor, hikayelerini öğreniyor ve onları sevmeye başlıyoruz.
Annesini küçük yaşta kaybetmiş, babasından alaka görmemiş, Almanya’da yaşayan iki abisi tarafından aranıp sorulmamış, yalnız bırakılmış bir kız çocuğuna, Yadigar’a, zor durumda kalırsa ona yardımcı olsun diye annesinin miras bıraktığı mülkü sessizce kendilerine sermaye etmiş olan Celepoğlu ailesini ayıplayacağımıza neden hemencecik sevmeye başlıyoruz? Ahlaki olarak kabul etmesi zor olmasına rağmen, toplumsal mutabakata uymaması bekleneceği halde, dizinin kurucu yalanını neden hoş görüyoruz, bu kadar kolay kabul edip geçiyoruz?
Bu sorular beni Türkiye toplumsal-kültürel coğrafyasında gizliliğin ve yalanın yeriyle ilgili düşünmeye sevk ediyor. Daha da genişleterek sormaya cüret edeyim: toplumsal mutabakatın temelinde sırların, yalan ve gizliliğin olması ne demek? Böyle bir toplum nasıl bir toplum olarak tarif edilebilir? Türkiye tarihinde yaşanmış, yaşanmakta olan, içlere sindirilmesi zor, travmatik sonuçları olan ve kolektif bilinçte kapanmaz yaralar açan olaylara, bu soruları sorarak bakarsak neler görürüz?
Yenilip yutulması kolay olmayan, geçmeyen geçmişten bahsediyorum, mesela 6-7 Eylül, mesela Ermeni soykırımı. Aramızda Kalsın dizisinde bunlardan hiç bahsedilmiyor. Bize bir mal mülk iç edilmesi hikayesi seyrettiriliyor fakat Türkiye’nin gayrımüslim tarihiyle herhangi bir bağlantı kurulmuyor. Eğinli bir aileyi izliyoruz, fakat aşağı yukarı onbirinci yüzyıldan 1915’e kadar önemli bir Ermeni yerleşimi olan Eğin’in Ermeni geçmişi hakkında hiçbir şey duymuyoruz.
Celepoğlu ailesinin başkasının malına el koyması hikayesini kolayca sindirmemizin sebebi, sırların, gizliliğin ve yalanın kanıksandığı bir toplumsal coğrafyada yaşadığımızdan olabilir mi? Toplumsal mutabakatın aslında yalan üzerine kurulmuş olduğunu söyleyebilir miyiz? Zor konuları kimsenin bir türlü aç(a)madığı, yalanlar ve gizli tutulanlar üzerindeki sessiz mutabakatların hayatı yönetmesine izin verilen, çelişkileri ortaya sermek, açık açık konuşup çatışmayı göze almak, yüzleşmek yerine bunları sürekli hasır altı eden ailelerde büyümedik mi bir çoğumuz? Yetişkin hayatlarımızda dahil olduğumuz sosyal camialarda da bu motif devam etmiyor mu? Söylen(e)meyenler beşeri münasebetleri ne ölçüde şekillendiriyor? Gizli tutma alışkanlığını ne kadar olağan kabul ediyoruz? Yalanları görmemeyi, unutmayı mı seçiyoruz çoğu zaman? İnsan ilişkilerini yöneten yalanlarla ne kadar mücadele ediyoruz? Türkiye toplumsal-kültürel coğrafyasında sözde büyük önem atfedilen dürüstlük nerede başlıyor, nerede bitiyor?
Kişisel olduğu kadar toplumsal şiddet ve suç içeren yukarda bahsettiğim olayların, saldırıların, el koymaların, yerinden edilmelerin meydana geldiği yer, gizlilik,sırlar ve yalan üzerine kurulu beşeri ilişkilerin sıradan olduğu Türkiye sosyal-kültürel coğrafyası ise, bu yeri ve bu sırları nasıl anlayacağız? Dürüstlüğün göklere çıkarılan bir erdem olduğuna belki de şaşmamak lazım bu ellerde!
Bu sorulara cevap vermek sanırım sormaktan çok daha zor ve çatışmayı bertaraf etmekle olacak iş değil. “Aramızda kalan”larla yüzleşmenin zamanı geldi de geçmedi mi? Yanlış hayatları yanlış yaşamaya devam mı edeceğiz, yalan özerine kurulu toplumsal mutabakata meydan okumaya cüret mi edeceğiz?