Şu sıralar pek muteber bulunmasa da muhtelif sol meclislerde eskiden sık fısıldanan bir fıkra vardır. Fıkraya göre Lenin öldüğünde cehenneme gider. Kısa bir süre içinde somut durumun somut tahlilini yaparak başlar cehennem ahalisini örgütlemeye: “Biz burada eziyet çekerken cennettekiler sefa sürüyor. Tanrı varsa özgürlük yoktur!” Ve elbette ki cehennemde bir ayaklanma başlar. İsyanı kontrol altına alamayan melekler hemen gidip durumu Tanrıya bildirirler. “Tanrım Lenin cehennemi karıştırdı, insanlar ayaklandı” derler. Bunun üzerine Tanrı “o zaman Lenin’i oradan alıp cennete koyun, ayaklanma sona erecektir” der. Melekler de Lenin’i cehennemden alarak cennete yerleştirirler. Fakat Lenin bu, durur mu hiç, bu sefer başlar cennettekileri örgütlemeye: “Biz burada lüks içindeyken cehennemdeki yoldaşlarımız acılar içinde kıvranıyor. Tanrı varsa özgürlük yoktur!” Haliyle cennette de bir ayaklanma başlar. Melekler yine gidip durumu Tanrıya bildirirler. “Tanrım” derler, “Lenin bu sefer de cennette ayaklanma çıkardı”. Tanrı önce şaşırır, sonra da “gidin getirin şu Lenin’i hemen karşıma” diye emir verir. Melekler de Lenin’i Tanrının makamına getirirler. Lenin ile Tanrı baş başa kalıp konuşmaya başlarlar. Saatler geçer, melekler neler olduğunu merak ederler. Uzun bir bekleyişin sonunda Lenin çıkar dışarı. Melekler de Tanrıya gidip “Tanrım bu kadar zaman boyunca neyi konuştunuz” diye sorarlar. Tanrı yanıt verir: “Şşşt! Tanrı yok, yoldaş var!”.
Marx&Engels’in Doğu Sorunu’nda toplanan gazete yazılarından birinde[1] Osmanlı’nın Bosna Beylerbeyliği hakkında “egemen din ile egemen sınıfın özdeşleştiğine” yönelik bir tespit vardır. Bunun göstergesi Bosna’da dönemin Slav uyruklu soylularının Müslümanlığa geçişi olarak tarif edilir. Yani Müslüman olmak, o konjonktürde[2] ekonomi-politik kudretin garanti altına alınması anlamına gelebilmektedir. Aynı yazıda, Anadolu’da avamın büyük bir kesimini oluşturan Türkler için ise “başlıca geçimini Hıristiyan sermayedarlara çalışarak sağlar, ama gene de, Hıristiyanlara bakarak, İslamî ayrıcalıkların ihsanı olan sözde üstünlüğünü ve aşırılıklarına karşın cezalandırılmaktan uzak oluşunu kıskançlıkla korur” ifadesi yer alır. Buna göre de Müslüman nüfus iktisadi gücü olmadığında bile gündelik hayatta geçerli olduğu düşünülen imtiyazlara sahiptir.
Egemen din ile egemen sınıfın özdeşleşmesi demek, dinin otoritesi ile otoritenin dininin birlikte ve aynı anda hâkimiyet kazanması demektir. Bu halde egemen din ziyadesiyle egemen sınıfın ideolojisi olmasının yanı sıra, gündelik hayatta otonomlaşan tecrübe ve ilişkilerin teşviklerini de bünyesinde barındırabilir. Misal Kapıkulu sisteminin 19. yüzyıldaki formu gereği elitlerin nihai imtiyazının ancak ve ancak Müslüman olmaları ile garanti altına alınması demek, aynı zamanda Müslümanların yasa koyuculuğunun sürdürülebilirliği anlamına da gelirken; Müslüman ahalinin gayri Müslimlere nispeten sahte ayrıcalıklara sahip olması da imtiyazlılık hallerinin müşterek paydası olarak egemen dinin öne çıktığını gösterir.
AKP’li yıllarda Türkiye’de egemen din ile egemen sınıfın bu şekilde özdeşleştiğine yönelik bir tespit ister istemez anakronik bir yanılgının ötesine varamayacaktır. Ancak kürtajın “cinayet”, cinayetin “kader” olarak anıldığı bir dönemin politik dokusuna hâkim olan dinci retorik, egemen din ile egemen sınıf arasındaki bağa ilişkin mülahazaları ister istemez mecburi kılmaktadır. Misal MÜSİAD’ın Ramazan ayının ilk günü şerefine düzenlediği iftar yemeğine katılan R. Tayyip Erdoğan’ın kendisinden beklenmedik ölçüde dürüst bir laf ederek “Yeni Türkiye sadece AKP’nin eseri değil, MÜSİAD gibi vakıfların, örgütlerin de eseri olacaktır” diye konuşması, ekonomi-politik hiyerarşinin zirvesine uzanan müşterek paydanın anahtarı olarak bu bağı işaret etmekteydi. Yine AKP-cemaat çatışmasının pek fark edilmeyen boyutlarından birisi de, bu çatışmanın “dinin otoritesi-otoritenin dini” vahdetinde pürüzler yaratması ve hükümetin çatlakları sıvamak için göstermiş olduğu itinalı meşgaleydi. Misal Kutlu Doğum Haftası konuşmasında cemaate şöyle çıkışmıştı Erdoğan: “Müslümanların idarecilerinden hatta bütün Müslümanlardan samimiyetini esirgeyen, bunun yanında başka idarecilere başka otoritelere boyun eğen, saygı gösteren, Müslümanlardan yüz çeviren hem aldatan olmuş hem de aldanan olmuştur”.
Görünen odur ki AKP’li zümreler egemen din üzerindeki tasarruflarını terk etmeye pek niyetli değildir. Çünkü bu tasarruf Müslümanlık ile AKP tarzı İslamcılık arasında gerçekleşen ve bu sayede gündelik hayatın istilasını mümkün kılan retoriğin tapusunu AKP’nin kasasında tutmasını sağlayan şeydir. Hükümetin gözcülük ettiği ihaleleri almayı, oğlunun/kızının atanmasını, iş bulmayı, işten atılmamayı v.s mümkün kılan her türlü imtiyazlılık bu retoriğin kabulü ve telaffuzuyla onanmaktadır. İnsanlar inançlı olmasalar dahi en basit gündelik girişimlerinde bile bu retoriğe minimal bir itibar göstermek zorunda kalırlar. Sinizmin hikmetiyle “çalıyorlar ama çalışıyorlar” biçiminde ortaya çıkan “ahlaksızlığın üst ahlakı”[3] işlerliğini sürdürürken, insanlar arası ilişkilerde ideoloji tam da gündelik “oluşlarda” mayalanır. Bu sayede AKP’li zümreler, rant silsilesinin payandalarını elitlerden tabana doğru dizerken, kendilerinden beklentisi olan her bir vatandaşı bir tür aparata dönüştürmeyi başarmıştır. AKP’li Yasin Aktay’ın geçtiğimiz yıl yaptığı bir konuşmasında naklettiği vecize tam da bu mantığı işaret eder: “İslamcılık, Müslümanlığı hayatına nakşetmiş olanların adıdır. Her Müslüman, İslamcı olmak zorundadır”.
İşte Türkiye’de dinin evrim yasası ya da “teolojik seçilim” böylelikle ortaya çıkar: İçerisinde yaşadığı Sünni-İslami koşullara uyum sağlayabilenler hayatta kalırlar. Yani Türkiye’de insanlar Alevi olabilirler fakat bunun gereklerini aşikâr bir halde icra ettiklerinde linç edilirler. Sözde dinde zorlama yoktur, fakat insanlar toplumu baştan aşağı saran AKP’li aparatların teşvikte ısrar ettiği Sünni-muhafazakâr kodlara bağlılık göstermek zorunda bırakılırlar. İnsanlar ateist olabilirler, agnostik, Budist, Musevi, Hıristiyan olabilirler yahut Gökyüzünde Uçan Spagetti Canavarı’na inanabilirler, fakat gündelik hayatı saran Sünni-muhafazakâr jargonu her daim kullanmak zorunda kalırlar. İçtenlikle söylenen “merhaba” sözünün bile hırçın bir “aleykümselâm” homurtusuyla karşılandığı bir ülkede, iş yerinde oruç tutmadığı belli olan kişinin vay haline!
Öncelikli iddiam şudur: Böylesi bir konjonktür içerisinde iken topyekun memleket ahalisi olarak din konusunda bir tür müstehcenlik yahut bir mahremiyet algısına acilen ihtiyaç duymaktayız.
Ancak nafiledir ki dini jargon son yıllarda gündelik hayatın yanı sıra popüler politikanın da dokusuna işlemiştir. CHP’nin çarşaf açılımından Öcalan’ın Newroz mesajına kadar geçen süreçte, Sünni-İslami retoriğe pervasızca sarılmak artık sadece AKP tarafından değil, diğer politik unsurlar tarafından da sık başvurulan bir kolaycılığa dönüşmüştür. Türkiye’de yaşayan insanların kendinden menkul bir dindarlığa sahip olduğu[4] yanılgısı, AKP karşıtı politik aktörlerin dahi dinci retoriğin yeniden üretimi süreçlerine dâhil olmasını sağlamıştır. Böylelikle Sünni-İslami retoriğin maharetlerinden nasiplenen her bir pop-politik girişim, istemeden de olsa eninde sonunda egemen sınıfın egemen din üzerindeki tasarruflarının sembolü olan AKP’ye atıf yapmakta, otoritenin dinini pekiştirmektedir.
Ne büyük talihsizliktir ki son dönemlerdeki bu konjonktürün sosyalist mücadele üzerinde de tesirleri görülmüş, genellikle jakobenlikten kaçınarak “halk diline” yakınlaşma gayesiyle kullanılan “yerli” retorik, politika üretiminin kolaycı popüler mantığının hâkimiyetini aşmayı başaramamıştır. Yolsuzluk operasyonlarının ardından rastladığımız “gaz yedik haram yemedik” dövizlerinden “yetim hakkı” edebiyatına kadar uzanan yelpaze göstermektedir ki; uzun bir müddet Türkiye’de sosyalist solun yumuşak karnı olarak görülen “yerlilik sorunu”, artık solun memlekete “yabancı” olmamak yahut “Fransız kalmamak” namına parodileşmiş pratiklere ve kolaycı retoriğe yönelmesi nedeniyle bir tür “yerlileşme sorununa” doğru evirilmiştir.
Tüm bunlarla beraber kapitalizme karşı açtıkları savaşta solun müdafaa hatlarına iştirak eden bazı İslami oluşumlar -özellikle de Antikapitalist Müslümanlar-, alternatif bir dini söylem ve pratik geliştirmeye yönelik çabaları sonucunda Sünni-İslami retoriğin popüler politik tahayyüllere sirayetini hızlandırmıştır. Kendilerine münhasır din anlayışlarıyla giriştikleri karşı-hegemonik faaliyetler, böylesi bir konjonktür içerisinde ikilemlere ve “kafa karışıklıkları” yaratmaya fazlasıyla yatkın ve yakındır. Nitekim yeryüzü sofraları, gıyabi cenaze namazları gibi tartışmaya açık etkinlikleri bir yana bıraksak dahi, geçenlerde İhsan Eliaçık tarafından fevri bir şekilde öne sürülen “plaj tebliği” tahayyülü bile tek başına Sünni-İslami retoriğin pervasız kullanımının politik girişimleri nerelere sürükleyebileceğinin kanıtı gibidir.
Nihayet iddiam şudur: AKP iktidarı söz konusu iken Sünni İslam’ın alternatif bir yorumunu inşaya yeltenmek, Nazi Almanya’sında arî ırkın alternatif bir yorumunu inşaya girişmeye benzer. Nazireyle denilebilir ki bu konjonktürde dinin egemenlerce yorumlanması filan değil, artık sağladığı tüm imtiyazlarla dinin kendisi sorun haline dönüşmeye başlamıştır. Buna karşın devrimci sol muhalefet bile Sünni-İslami retoriğe yönelmeye ve bu retoriğin hâkimiyetine bu denli mahal vermeye başlamışsa, teo-burjuvazinin Soma cinayetlerini “kader” diyerek geçiştirebilmesinde hepimizin payı olduğunu kabul etmemiz gerekir. Çünkü politik oluşlar politik konumlanmaları tayin eder, politik konumlanmalar politik oluşları değil. Böyle zamanlarda edilmesi gereken asıl kelam bellidir: “Tanrı varsa özgürlük yoktur”.
[1] Bkz. Marx, Karl & Engels, Friedrich (1977) “Türkiye”, Doğu Sorunu içinde (s: 15-24), çev: Yurdakul Fincancı, Ankara: Sol Yayınları.
[2] Söz konusu makale 1853 tarihinde Kırım Savaşı patlak verdiğinde kaleme alınmış. Bilindiği üzere daha sonra ilan edilen Islahat Fermanı ile gayrimüslimler ile Müslümanlar arasındaki sosyal eşitsizlikleri giderecek yeni düzenlemeler yapılmıştı.
[3] Žižek, Slavoj (2004) İdeolojinin Yüce Nesnesi, (s: 45), çev: Tuncay Birkan, İstanbul: Metis Yayınları.
[4] Dindarlık yurdum insanının genetiğinde olmadığı gibi, bizatihi maddi üretim araçlarıyla ve hatta yeni teknolojilerin gelişimiyle arttırılabilen bir manipülasyona tabidir.