Bazı psikolojik araştırmalar davranışlarımızın ve düşüncelerimizin tamamına yakınını bilinç ötemizin belirlediğini, ancak bilincimizle bu davranışları gerekçelendirdiğimizi ve rasyonelleştirdiğimizi söyler. Ancak bu, bilinç ötesini ve bilinç ötesi dinamikleri anlayarak veya bu alana müdahale ederek hızlıca bir dönüşüm sağlayacağımız anlamına gelmez. Çünkü bilinç ve bilinç ötesinin değişimi paralel biçimde gerçekleşmez. Örneğin bilincimizle şiddeti reddedebiliriz, ancak bir çaresizlik ânında veya narsistik bir incinmeyle oluşan bir öfke durumunda, yani kendimizi güçsüz/zayıf hissettiğimiz bir anda şiddete başvurabiliriz. Şiddet uygulayanların çoğu şiddeti savunmazlar, fakat kendi uyguladıkları şiddeti türlü bahanelerle gerekçelendirirler. Sohbetlerden biliyorum, eşlerine, çocuklarına şiddet uygulayan erkekler, aslında şiddette karşıdırlar ama bazen “kızdırıldıkları için” kendilerini kaybederler ya da elleri kayar. Kalbimiz, midemiz gibi bazı organlarımızın çalışmasını kontrol edemeyiz, ama elimiz kontrol edebildiğimiz ve ne yapacağına karar verebildiğimiz bir organdır. Şiddete karşıyım diyen biri “elim kaydı” diyebiliyorsa, yani “kontrolüm dışında oldu” iddiasındaysa, burada şizofrenik bir durum söz konusu. Bu noktada anlatı, sanki öfke ânında bu suçu yabancı biri, bir “dış güç” işletmiş gibi kurulur. Kim bu yabancı? Bence bir ideali tanımlayıp o ideale yaklaşabilmek için kendimize ait olan kötüyü başkalarının üzerine atıyor ve böylece kötü olanı yabancılaştırıyoruz. Oysaki öfke durumunda ortaya çıkan şiddet yine bize aittir.
Kötünün bireydeki tarihi
Borges’e atfedilen bir anekdot vardır: Bir okuru tesadüfen karşılaştığı Borges’e “Siz yazar Borges misiniz?” diye sorar. Borges’in yanıtı çok anlamlıdır: “Bazen”. O bazen yazar, bazen bir eş, bazen baba, bazen kütüphane memuru, bazen toplu taşımada yolculuk yapan bir yolcudur. Her insan biraz Borges söylediği gibidir, bazen iyi, bazen ve bazı ortamlarda kötü, bazen dürüst, bazen değil. Yani, kötü olanı kendimize dışsal bir şey olarak düşünmek ve sunmak istesek de bu mümkün değil. Melanie Klein “iyi” ve “kötü”nün insanın hayatına doğumla birlikte girdiğini belirtir. “Kötü”, özellikle anne ve çocuk arasındaki ilişkinin gelişiminde en önemli dinamiği oluşturur. Gestaltcı terapi kuramlarından tanıdığımız Fritz Perls ise şiddet olmadan insanın hayatını sürdüremeyeceğini, yediğimiz yemeği çiğnemenin bile belirli bir ölçüde agresyon içerdiğini söyler. Yani kötü uzaklarda, başkasında olan değil, her birimizde olan bir şeydir. Diyalektik de aynı şeyi söyler: Her kötü iyiyi ve her iyi de kötüyü içinde barındırır. Öyle ki insanlığın tarihi bu kötüyü dizginlemenin tarihidir de bir bakıma.
Bu nedenle psikanalistler kötüyü uzaklarda aramaktan çok, insanın kendi kötülüğüyle nasıl baş ettiğini inceler. Ayrıca kötünün çekici ve ayartıcı bir gücü vardır. Farkında olmadan içimizdeki kötüyü dışımıza taşıyarak, onunla aramıza mesafe koyarak ve onu kendimize yabancılaştırarak kötüyle negatif ama aynı zamanda yoğun bir ilişki kurarız. Örneğin haberler, hem kötülük ve sapkınlıkla aramıza mesafe koyarak masum kalmamızı hem de onlarla ilişkilenmemizi sağlar. Her gün haber dinleyen dünyayla ilgili biri, farkında olmadan “kötü”yle zaman geçirir aslında. İnsanın suç, kötülük ve sapkınlıkla ilgili haberlere bu kadar zaman ayırmasının, bu haberlere böylesine ilgi duymasının bir açıklaması ve anlamı olmalı. Öğleden sonra yayınlanan, içinde her türlü kötünün olduğu programlar bizimle hiç ilgili değilse neden izliyoruz? Televizyon aracılığıyla aramıza güvenli bir mesafe koyduğumuz ve böylece ötekine ait olduğunu sandığımız hayatlar, bizim yaşayamadığımız ve kendi bilinç ötemizde bastırılmış olan, bu anlamda hem bize ait hem de bize yabancılaşmış yanlarımızın ipuçlarını verirler. İçimizdeki kötüyü dışarı yansıtmak için kullandığımız bu yöntem, projeksiyon yöntemidir. Bu yöntemle kötülük bizim iç çatışmamız ve iç meselemiz olmaktan çıkar; bizimle ötekiler arasındaki bir çatışmaya, kişiler ya da gruplar arası bir meseleye dönüşür. Eğer kötü somutlanabilir ya da kişileştirilebilirse projeksiyon daha rahat yapılabilir. Kötü, televizyonlarda bize sunulur, biz de bu sunulan kötüye kızarız. Bazen “kötü”nün ne olduğu bilinir ama somutlanamaz, kişileştirilemez. Bu, insanda paranoyak-obsesif arayışları yoğunlaştırır. Çünkü kötü olanı bilmek, kötünün neden kötü olduğunu anlamak insanda bir tür rahatlama yaratır. Belirsizlik fazladan bir yüktür. Yine “dış güçler, dış düşmanlar” türü laflar da bu işe yarar. Bir başka örnek ise koronavirüs ile ilgili dolaşıma sokulan açıklamalardır. Kökü dışarıda (Çin) olan koranavirüs, belki de laboratuvarda geliştirilen (paranoyak bir ipucu) bir hastalıktır ve radikal kötünün (ölüme) sebebidir. Bu gibi anlayışlar belirsizlikten beslenen bir hareket alanı sağlar. İşler istediğiniz gibi gitmeyince, kesin adres gösterememekle birlikte, bu güçleri sorumlu tutabilirsiniz. Kısacası, haberlerde ve diğer yayınlarda saatlerce servis edilen cinayet ve hırsızlık gibi “kötülük” biçimlerini evlerinde izleyen insanların, hiçbir zahmete girmeden “kötü olan” ile ilgilendiğini ve ilişkilendiğini söylüyorum.
Kötülüğü yeniden tanımlamak
Kötü olandan kurtulmak için onu yalnızca başkalarına yansıtmayız, bazen de yaptığımız eylemleri yeniden tanımlayarak kötüyü kötü olmaktan çıkartırız. Bu, bizim kötülük deneyimimizi değiştirir. Nazi döneminde Yahudiler “pislik” olarak tanımlandıkları için onları öldürmek “arınma/temizlik” olarak nitelendirilirdi. Yahudiler “mikrop”tu ve kimse mikropları yok etmeyi kötülük olarak algılamadı. Kötülük ettiğiniz ve edeceğiniz kişilerin “insan” olma niteliğini yok sayar ve çevrenizi buna inandırmaya çalışırsınız. “Pis mahluk, hayvan, böcek” gibi sıfatlar bu bağlamda sıkça kullanılır. “Terörist” tanımının son otuz yılda geçirdiği dönüşüm incelendiğinde söylediklerim daha rahat anlaşılır sanırım. Terörist çocuk katilidir, iğrençtir, hayvandır, insan bile değildir! Bu insan bile olmayan teröristleri yok etmek kötülük değil, bilakis insanlığa iyiliktir. Bu tanımlar yıllarca insanların bilincine öylesine kazındı ki, şimdi bu tanımların sorgulanması bile suç anlamına geliyor. Devlet, terörle olan ilişkisini de başka tanımlıyor: Teröristler birer canlı gibi ölmüyor/öldürülmüyorlar, ancak “etkisiz hale” getiriliyorlar. Yıllar önce aramızda “Kötüyle kötü olmadan mücadele edilebilir mi?” sorusunu tartışırdık. Ancak bugün “etkisiz hale getirme” lafının mekanikliği sayesinde devlet, “kötü” ile mücadele için kendisinin de kötülüğe başvurduğu gibi bir savunmaya bile ihtiyaç duymuyor. Artık insandışılaştırılarak etkisiz hale getirilenler ve olan bitenin “savaşmak” olduğunu bile inkâr eden bir mekanik aygıt olarak devletle karşı karşıyayız. Bu durumda ortada “kötü” diye bir şey kalmıyor. Öte yandan devlet kötülüğü romantize ediyor: Geçtiğimiz günlerde hırsızlar, tecavüzcüler, katiller, yani estetize edilmiş lirik tanımıyla “kader kurbanları/mahkûmları” affedildiler ve salıverildiler. Bu, kötünün tersyüz edilmesinin ve yeniden adlandırılmasının tipik örneğidir. Ölenler değil, tecavüz edilenler hiç değil, tacizciler, katiller asıl “mağdur ve kurban” olanlar...
Failin kendini mağdur gibi sunarak kötülüğü ters yüz etmesi yaygın bir strateji. Madımak Oteli failleri de Kuran’a el basıp yeminle “tahrik edildik, dinimize saygı duymuyorlardı” gibi ifadelerle asıl kendilerinin bir mağduriyet yaşadıklarını anlattılar savunmalarında. Yine, toplu taşıma araçlarında kadınlara saldıranlar “tahrik edildiklerini” belirtiyorlar. Katiller ve şiddet failleri suçluluktan kaçabilmek, suçlarını göreceli hale getirmek için kendilerini “mağdur” olarak konumlandırırlar. Etik üstünlük sağlamaya ve “ahlâki değerlere” yaslanarak yaptıklarını meşrulaştırmaya girişirler. Gezi... Anımsayın... Devlet mağduriyet mücadelesinde üstünlüğü ele geçirdiği an bitti Gezi... “Benim camime ayakkabıyla girdiler” ya da “benim başörtülü bacıma saldırdılar” naraları atılıyordu. Bu ise bir korkuya yol açtı: Cami duvarına işeyen köpek olmaktan korkmak... Müslüman mahallesinde satmaktan korkmak... Ne zaman birileri çoğunluğun kutsal olarak kabul ettiği şeylerin arkasına gizlenebilirse kazanıyor bu coğrafyada. Sorun, bu ortama ve duruma itirazımızın olmaması/olamaması.
Egemen ahlâk ve “kutsal” tartışılmadığında kötülük arlanma duygusu ile meşrulaştırılabiliyor. Etnolojide “suç kültürleri” ve “arlanma kültürü” ayrımı vardır. Bizim coğrafyamızda kültüre rengini daha çok arlanma duygusu verir. Arlanma kültüründe suç bilinci oluşturmak ve bu bilinç üzerinden bir dönüşüm sağlamak ise oldukça zordur. Çünkü arlanma duygusunu azaltma amaçlı işlenen suçlar, suç olarak görülmez. “Namus” adına işlenen kadın cinayetleri buna en iyi örnek. Arlanma motivasyonuyla işlenen bir cinayette ne katil ne de toplumun geniş bir bölümü ortada bir suç olduğunu düşünür. Bu anlamda bazı eş, evlat, kardeş katilleri bu ülkede “namus temizleyicisi” kahramanlar gibi dolaşabiliyorlar. Katliamlardan ve katillerden kahramanlıklar çıkardığımız sürece bu zorluklar sürecek gibi görünüyor...
Kötülüğe övgü
“İyi” birçok insan için bir idealdir ve iyiye ulaşma çabası olumlu bir şey olarak görülür. Ancak iyi can sıkıcıdır, çekici olan kötüdür. Onurlu olmak gerekir, ama bu zordur; çekici olan zalimlik ve ahlâksızlıktır. Yine de “iyi” idealine uyabilmek, kendimizi “iyi” olarak görmek ve temsil etmek için içimizde var olan kötüyü bastırır, yansıtır veya meşrulaştırırız. Bu, kendi kötülüğümüzle yabanlaştırılmış ve deforme edilmiş bir biçimde karşılaşmamıza neden olur, ancak bize “masumiyet” bahşetmez. Binlerce insanın sorgusuz sualsiz hapishaneye atıldığını televizyondan izlemek, bir şey yapmayarak “kötü”den uzak durduğumuzu zannetmek insanı masum yapmıyor. Travma kuramlarından biliyoruz: Susanlar, izleyici olanlar da zulme dahiller... Yani kötülüğün sadece tanığı olmak da aslında kötüye ait olmaktır. Bu yüzden Roboski’nin sorumluları Ankara’da veya İzmir’de de aranmalı...
Zulme uğrayanın duygularına yakın durmak, acısını anlamayı denemek zordur. Çünkü bu, mağdurla özleşmek, çaresizlik, umutsuzluk ve acıyı hissetmek demektir. ACImayı hisseden acıyı da hisseder, çünkü her “acıma”da acı da vardır... Mağdurla özdeşleşmek tacize, tecavüze, şiddete ve ölüme yakın durmaktır. İşte belki de bu zor duygulardan kaçmak için mağdurlarla değil, faillerle ilgileniriz. Fail, olumlu veya olumsuz kodlamalarla, ilginin hep odağındadır. Bazen faili kahramanlaştırırız. Örneğin 8 Ekim 1978’de Ankara/Bahçelievler’de 7 TİP’li genci katleden Haluk Kırcı’yla, kendi ifadesine göre yaklaşık bir milyon insan hatıra fotoğrafı çektirmiş. Yahut Madımak Oteli Katliamı’nın failini “Pamuk Dede” olarak ananlar var. Bu ülkede “milli katillere” hayran olan pek çok insan var. M. Ali Ağca’nın basın toplantıları canlı yayınlanıyor... Sedat Peker’i tanımayanımız yok.
Bazen ise olumsuz kodlamalar aracılığıyla faille ilgileniriz. Mesela 11 Eylül’ü düşünün. Birkaç gün sonra katil Atta’nın kimliğini, katliamdan bir akşam önce ne yediğini, ne kadar hesap ödediğini, eski sevgililerini, hatta ilkokul karne notlarını biliyorduk. Günlerce bu adamla ilgili bilgiler dinledik. Bu hikâye sizce masum mu? Günlerce bir katilin hayatının bütün detaylarıyla bu kadar ilgili olmak... Peki, bu filmlerde mağdurlar nerede... Geçtiğimiz günlerde yine bir kadın katledildi... Katilin yaşam hikâyesi sosyal medyada... Kızarak, öfkelenerek onun hayatının ayrıntılarını okuyorum... Farkında olmadan, suça bulaşmadan taraf değiştiriyorum; fail, katil ilgi alanım oluyor. İşte kötünün çekiciliği dediğim şey bu...
Kötünün inanca sızması
Çok tanrılı dönemde Sümerliler ve Mısırlıların tanrıları, farklı isimlerle anılsalar da benzer bir işlev görüyorlardı. Yine Eski Yunan tanrı ve tanrıçalarının isimleri değişerek Romalılara geçmiştir. Yani önceleri doğru ya da yanlış tanrılar/tanrıçalar yoktu. Hatta çoğu kez inançlardan inançlara, toplumlardan toplumlara aktarılırdı tanrılar ve tanrıçalar. Dinler tarihi ve Eski Mısır Uygarlığı uzmanı Jan Assman çeşitli kitaplarında doğru ve yanlışın ve bununla birlikte iyi ve kötünün tek tanrılı dinlerle birlikte yeryüzüne indiğini yazar. Tek tanrılı dinlerin kurucusu sayılan Firavun Eknaton (Echnaton), Aton dışındaki tanrıların putlarını ve resimlerini yok etmiştir. Aton’dan başka tanrı yoktur ve Aton’un yeryüzündeki temsilcisi de EknATON’dur. Assman, tanrı anlayışındaki bu kırılma ile birlikte iyi ve kötünün inanç sistemine girdiğini, bu inanç biçiminin savaşlara neden olarak “kötü”yü yaygınlaştırdığını belirtir. İslâmiyet’in ilk dönemleri de böyledir. Allah dışındaki tanrıların üçü hariç hepsi yanlış/sahte tanrılar sayılmıştır. Yanlış tanrılara inananlar da yanlış yapan insanlar olduğundan, onları doğru yola getirmek için uygulanan şiddet meşrulaşmıştır. Daha sonraları Şeytan Ayetleri’yle birlikte, tartışmalı bir biçimde, üç tanrıça da reddedilmiş ve geriye tek tanrı kalmıştır. Kitapları Türkçeye de çevrilen J. B. Russel ise Şeytan, İblis, Lucifer anlatıları üzerinden tek tanrılı dinlerdeki kötü anlayışını araştırır. Ona göre Şeytan, kişiselleştirilmiş kötüdür dinlerde.
Şiddeti bilinir kılmak
Susan Sontag hastalık metaforunu incelediği kitabında, Hitler ve Naziler üzerine yapılan psikoloji çalışmalarındaki eksiklikleri örnek göstererek psikolojiye haklı bir eleştiride bulunur. Buna göre zulmü açıklamaya çalışan psikoloji, bir yanıyla zulmün haklılaştırılmasına/masumlaştırılmasına katkıda bulunur. Bazı psikoloji yaklaşımları radikal kötüyü psikopatlıkla ilişkilendirerek kötülüğün sadece “deliler” tarafından yapılacağı kanısı uyandırırlar. Sontag’ın eleştirisine katılıyorum. Ancak buna rağmen “kötü” ve “kötülük” üzerine düşünmeye devam etmek gerektiğini söylemek istiyorum. Fakat bu meseleyi pedagojik ve didaktik yöntemler ile çözemeyeceğimizi düşünüyorum. Bu yöntemler yararlı olsalar da eksikler. Mesela okumanın iyi bir şey olduğunu söylemek, didaktik bir iddiadır. Fakat tek başına bu bilgi işe yaramıyor, üniversite mezunun sayısı artsa da kitap okuma oranı artmıyor. Yani okumanın iyi olduğu bilgisi tutumumuzu, davranışımızı değiştirmeye yetmiyor. Benzer biçimde, bu ülkede hiçbir grup “zalim olma özgürlüğü istiyoruz” diyerek yürüyüş yapmadı veya hiç kimse “bende zalimce eğilimler var” demiyor. Çünkü zalimliğin kötü bir şey olduğu biliniyor. Ama bu ülkede her köşe başında şiddet ve zulüm var. Bu durum üzerine düşünmek için Arendt’in çalışması ilham verici olabilir. Hannah Arendt, Eichmann’ın mahkemesinden yola çıkarak radikal kötünün sıradanlığını anlatır bize. Arendt, radikal kötüyü sıradanlaştırırken kötüyü hafiflemiyor, bağışlanır hale getirmiyor, onu anlaşılır hale getiriyor. Çok yakınımıza getiriyor.
Bugün kötünün ve kötülüğün ne olduğu konusunda ciddi bir kriz yaşıyoruz. Birçok kültürün ve dinin temel öğretileri, Kutsal Kitap’ın 10 Emir’i veya Hıristiyanlığın 7 günahı pek çok yerde ortaklaşır. Hırsızlık, öldürme, yalan konusunda ortak öğütler ve yasaklar vardır. Bu öğretiler bir arada yaşayan insanlar için, bir bakıma “Toplum Sözleşmesi” (Jean-Jacques Rousseau) öğeleri gibi çalışır. Türkiye toplumunda da sağcı/solcu, Müslüman/gayrimüslim gibi farklılıklarımıza rağmen bazı “kötülük”lerde herkesin ortaklaştığı dönemler vardı. Bugün çoğumuzun kabul edebileceği ortak bir “kötü” tanımımız yok. Hırsızlık, yalan, öldürme... En temel konularda bir parçalanmışlığı yaşıyoruz...