O Gülümseme

Selahattin Demirtaş’ın nihayet getirildiği mahkeme salonundaki gülümsemesi üzerine çok şey söylenecektir. Üstelik de hiçbir siyasi lideri kutsamamak gerektiğini en iyi bilen bir avuç insan tarafından. Her şeyi “biz” ve “onlar”, “dostlar” ve “düşmanlar” muvazenesinden görmekten öteye gidemeyenler her zamanki gibi bunu “Kürtçülük” olarak görecektir. İhtiyatlı iyimserlikler ülkesinin akıllıları bunu abartılı bir anlam yükleme çabası olarak bir kenara atacaktır. Muktedirler burada da bir hıyanet bulup belki yeni bir kanun hükmünde kararname ile gülümsemekten bahsedenleri kamu görevinden ihraç edeceklerdir. Fakat hiçbir lideri kutsamamak gerektiğini en iyi bilen bir avuç insan, Türklük-Kürtlük savaşının ötesinde, Selahattin Demirtaş’ın şahsının dışında, güncel siyasetin toz-dumanının gerisinde o gülümsemede ne olduğunu bilecek ve anlatacağız.

Kötüyüz. Uzun zamandır kötüyüz. Ne olup bittiğinin farkında olduğu için, olağanüstü halin gadrine uğradığı için, kendi gündelik yaşamının dışındaki gerçekliği de umursadığı için kötü olanlar dışındakiler de kötü. Ne yemeğin, ne dost meclisinin, ne rakının, ne kahvenin yanındaki lokumun, ne geride kalmanın, ne uzaklara sürülüp zoraki de olsa Avrupa havası almanın tadı-tuzu yok. Doğum günlerini, yılbaşıları kutlarken özür diliyoruz; kendimizi iyi hissettiğimizde “her şeye rağmen” diye şerh düşme gereği duyuyoruz. Konuşsak bir türlü, konuşmasak bir türlü. “Kötüyüz” desek onca kötülüğün içinde bencillik etmiş oluyoruz, “iyiyiz” desek olan-bitene bigâne görünüyoruz. En mutlu günlerde daha az güler, sözde en büyük başarılarda yenik hisseder olduk. Bir kifayetsizlik, yeni yıllara rağmen açıklayamadığımız bir eskimişlik hissi...

Sahi, tesadüf müdür bütün bir toplumun bir anda topyekûn eskimesi? Her türlü saldırgan ışıltıyla kapatmaya çalıştığı bir yenilmişlik halet-i ruhiyesini bir türlü saklayamaması? Yoksa hepsi benzer söylemlerle yapısal bir köhneliği ve çürümeyi saklamaya çalışan dillerin pası mıdır ağzımızdaki acı tat? Sürekli aynı şeyleri duymayı aranan ama duydukça tıkanan kulakların tercihli sağırlığı mıdır hissettiğimiz? Sahi, en son ne zaman bir şeyi ilk kez duyduk, bir şeylere gerçekten şaşırdık?

Ezberle büyütülen, ezbere söylem ve tavırlardan başkasını yadırgayan, ama başka hiçbir şeyden değilse, içindeki sıkıntıdan ölecek olan bir toplum zor değişir. Ama elbet değişir. Birilerinin de durup ince şeyleri anlamaya vakit ayırmasıyla değişir, akıp giden sokaktan başka hiçbir şeyi olmayan birilerinin sevmeye cesaret etmesiyle değişir, birilerinin “sorumlular bulunacaktır” demek yerine “hepimiz sorumluyuz” demesiyle değişir, “bu suça ortak olmayacağız” demesiyle değişir, onca şaşaa içindeki utanmaz mağduriyet ve yoksunluk söylemlerine karşı birilerinin haksız yere mahkûm edildiği mahkeme salonlarından gülümsemesiyle değişir. Değişir.

Hayatının sekiz yılını Gulag kamplarında geçirmiş olan Aleksandr Soljenitsin’in dediği gibi, “Gerçeğe dair tek bir kelime tüm dünyaya ağır basar”. Öyledir. Değişimin dahi banalleştiği bir dünyada, herkesin gördüğünü bir kişi bile sesli bir şekilde dile getirse, bazen bir şeyler bir anda değişir. Eğer o sözde ve duruşta unuttuğumuz, ama hayati bir gerçek dile geliyorsa... Zira herkese göre değişen gerçeklerin post-modern dünyasında bile içten içe hepimiz conatus’un[1] ne olduğunu sezgisel olarak biliriz. Bir tür olarak hayatta kalmanın bireyci bir şekilde değil, ancak bir türün üyeleri olarak düşünmekten geçtiğini, yeryüzünün ve ötekilerin kaderini üstlenmeden, karşımızdakinin özgürlüğünü garantiye almadan, kötüye olduğu kadar iyiye de aynı derecede muktedir olduğumuzu bilmenin sorumluluğunu hissetmeden hayatta kalamayacağımızı, tek başına kurtuluş olmadığını hissederiz. O yüzdendir elinde avcunda olmayanların dayanışmasının, haksızlığa uğrayanın gülümsemesinin, kötülüğü bildiği halde iyiye inananın kalbimize her şeyden çok dokunması.

Ve ancak bunun hüznünü içinde taşıyanlar ve bu türden bir melale aşina olanlar aslında gerçekten mutlu olabilir, yeni doğan günlerle savaşmak yerine sevişebilir, kaybeder gibi görünürken kazanabilir. Umut vermek kabalık ve fütursuzlukla günü kurtaranların işi değildir nitekim. Zindanlardayken bile iradenin iyimserliğine inananların, kendi idam sehpasını kendi tekmeleyenlerin, morgda teşhis edilen cesedinin yüzünde gülümseme olanların, hep 17 yaşında kalacak kadar ölmemeye cesaret edebilenlerin, tarihi çözmüş olanların ve çözdüğü için onun kuklalarına gülümseyebilenlerin işidir umut vermek.

Sahtekârlığın, küçük hesapların, o da olmazsa şiddetin günü kurtardığı bir dünyada Prens Mişkin olmak, etrafındakilerin ya budala ya da içten pazarlıklı olmakla suçladığı sadelikte olmak kolay iş değildir. Sahnelenmiş mahkemelere ve akıldışı suçlamalara gülümsemeyi, umutsuzluktan kırılan ve sıkıntıdan ölen bir toplumda değişimden bahsedebilecek kadar “deli” olmayı, herkes o gülümsemenin ardında başka bir şeyler ararken kendi vicdanından başka bir şeye dayanmamayı, bir avuç da kalsalar o avuç dolusu kadar var olacaklarını bildiğin bir grup insanın varlığına güvenmeyi, Tanıl Bora’nın 7 Haziran seçiminden sonra dediği gibi “insanın insana muhtaç olduğunu” ve bu güzelim muhtaçlığın yüzü suyu hürmetine dünyanın dönmeye devam ettiğini öğrenmiş olmayı gerektirir.

Son zamanlarda hiçbir şeyin tadı yokken bir gülümseme gözlerimizi yaşartıyorsa, biraz da bunu öğreniyor olmaktandır. Öğrenmek hüzünlü bir süreçtir ne de olsa. İnsanı sarsar, unutulmuş yaraları hatırlatır, derinlere doğru tırnakladıkça olmayan yaraları açtırır, başka ellerin dokunmasına izin vermedikçe iyileştiremeyeceğimiz yaralar olduğunu gösterir. Kendi sınırlarımızı yüzümüze vurur. Ve bu yüzden iyidir. Onca teorinin ve tartışmanın çözemediği şeyi, bir gülümsemenin anlatabileceğini gösterir. Bazen ihtiyaç duyduğumuz şeyin ne iyi düşünülmüş eylem planlarında, ne sofistike siyasi tartışmalarda, ne de koşulları bir türlü olgunlaşamayan devrimlerde değil, “anladım” diyen bir gülümsemede gizli olduğunu anlatır. Geriye sadece o anlaşılanı anlatmak kalır; öğrenmenin diyeti de onu dilimiz döndüğünce anlatmaktır.



[1] Conatus, Spinoza’nın Etik’te sözünü ettiği ve gerçek anlamda “özgür eylem”in tek temeli olarak tanımladığı “var olmaya devam etme”, “yıkıma karşı çıkma” anlamındaki kavramdır (Ethics, Bölüm III, Prop. VI).