En son hangi tarihte “büyükler” arasında oynanan bir müsabaka “olaylı derbi” olarak anılmadı, hatırlamak güç. Bildiğimiz, her “büyük” maçın, kendi içinden ve zamanından başlayarak dışında ve devamında genişleyen bir şiddet halesiyle gündemimizi belirlemeye muktedir olması. Tarafgirliğin büyüsüyle oluşan bir kitlesel aidiyet, böyle anlarda “kimliğimizi” oluşturan temel unsur olup çıkıveriyor. Takımımız kimliğimiz, mücadeleyse (saha içi ya da dışı, maç esnası ya da öncesi-sonrası) davamız.
Kundera’nın “iktidar seni nerenden yaralıyorsa orası senin kimliğindir” tespitini aklımızda tutalım. Yaralarımız kimliğimize daha da sarılmamıza, daha bir hırsla safları sıklaştırmamıza neden olan unsur. Bir spor müsabakasından bahsediyor olduğumuzu göz önünde bulundurunca, bu yaraların “haksızlıklardan” geldiğini fark etmek zor değil: rakibin cezasız kalan kural dışı hareketi, hakemin verdiği yanlış ve yanlı karar, yöneticinin yaptığı saldırgan açıklama vb… Türetilebilir; yaralarımıza sarılmaya en hevesli olduğumuz bir olay ânında, yara açmak da zor olmasa gerek.
***
Spor müsabakalarına aynı zamanda “karşılaşma” da dendiğini biliriz. Peki, son maçı hesaba kattığımızda bu “karşılaşma” terimini yalnızca iki takımın sahaya çıkması olarak görmek mümkün mü gerçekten? Özellikle futbol mevzu bahis olduğunda taraftarlığın nasıl bir hızla kimliğe büründüğüne, nasıl taraftarların “kutsalı” haline geldiğine bakılırsa, “karşılaşma”nın, yalnızca iki takımın değil, her biri kendi içinde kader birliği etmişçesine oluşmuş gibi hareket eden, kendilerini karşı karşıya gelen iki kutup gibi görenlerin “mücadele” alanı olarak düşünemez miyiz? Bir çarpışma alanında, her birinden diğerine akan enerji boşalımı olarak: katarsis.
***
Peki, bu gibi anlardan muazzam bir kitlesellikle türeyen karşılıklı saldırı alanlarını ve bu alanlarda görünür olan şiddeti nasıl açıklayacağız? Ya da şöyle sormalı: Buradaki şiddet yalnızca “görünür” halde bulunan bir şiddet midir?
Zizek Şiddet (2018, Encore) kitabında buna olumsuz bir cevap verir ve şiddetin üç ayaklı bir açımlamasına girişir: biri öznel, diğer ikisi (simgesel ve sistemik) nesnel şiddet. “Şiddet”ten bahsettiğimizde çoğu zaman ilkinden, öznel şiddetten bahsederiz, çünkü öznel şiddet “görünür olan”dır: bariz şiddet işaretleri, terör eylemleri, halk ayaklanmaları, uluslararası çatışmalar vb. Nesnel şiddet kendine gündelik dilin tahakküm alanlarında yer bulur (simgesel) ve ekonomi politiğin “pürüzsüz işleyişinin” genellikle yıkıcı sonuçlarını içerir.
“Buradaki püf noktası şu: Öznel ve nesnel şiddet aynı bakış açısıyla kavranamaz. Öznel şiddetin, şiddet içermeyen bir boş zemin üzerine gerçekleştiği düşünülür. Öznel şiddet şeylerin ‘normal’ ve huzurlu halinin bozulması olarak görülür. Fakat nesnel şiddet tam da şeylerin bu normal haline içkin olan bir şiddettir. Nesnel şiddet görünmezdir zira bir şeyleri öznel şiddet olarak algılamamızı sağlayan temel standardı, sıfır derecesini oluşturur…”
***
Yani saha olaylarına baktığımızda bize yansıyanlar “şiddet” olarak görünüyorsa, tam da görünmez/içkin halde bir şiddet türü arka fonu oluşturduğu içindir bu.
İşin en çarpıcı yanıysa, olayların arkasında -artık bir çeşit teamül haline gelmiş- “kumpas” “komplo”, “kurgu” arama. Neden peki? “Çünkü skor avantajı bizdeyken, psikolojik üstünlüğü ele geçirmişken, her şey bizim lehimizeyken sahaya yabancı madde atmak hiç rasyonel değil…”
Aziz Yıldırım’ın sözlerine kulak verelim. Yıldırım tüm bunların -apaçık şekilde ortada olan- bir “akıl oyunu”, bir “senaryo”, “aşağılık/kirli bir kumpas” olduğunu söyledikten sonra ekliyor: “Bugün yaşanan olayları asil, kahraman ve sağduyulu Fenerbahçe taraftarına mal etmek, bu manipülasyona alet olmak, yürütülmekte olan algı operasyonunun bir parçası olmaktan başka bir şey değildir.”
Bir an için insanların gerçekten de her daim “rasyonel” hareket ettiğini düşünelim. Bu durumda, sahaya madde atanlar ya başka bir çıkar peşinde koşan rasyonel varlıklar ya da rasyonel olamayan psikopatlar olmalı: Fenerbahçe’ye “kasıtlı” zarar vermek isteyenler. “Fenerbahçeli olamazlar. İnsan kendi takımına bu kötülüğü yapmaz.”
Arendt tam da böyle bir yanılgıya işaret etmiyor muydu? Kötülüğü hep dışsal, bizim ötemizde ve sınırları bizden keskin çizgilerle ayrılmış lanetli bir alanda arıyor oluşumuza.
Ama tam da burada, kötülüğü/şiddeti rasyonalizasyon temelinde “ifşa etme” çabasında saklı, buraya içkin bir “şiddet” biçimi olabilir mi? Görünür şiddetin arkaik alanını oluşturan, tam da üzerinde durduğumuz için göremediğimiz? Nesnel şiddet dediğimiz türden. Yani, anlaşılmaz olanın rakip takım oyuncularının ya da hocasının kafasına sert cisimler atmak değil, bunların kendi takımının çıkarlarına aykırı olduğunu söylerken açığa çıkan. Bu da bir şiddet türü değil mi, “simgesel” dediğimiz? Dilde yaşam bulan, normalleştirilen ve bu yüzden de göremediğimiz.
“Volkan’ın başına kapı kolu, tuğla vb. atıldı. O zaman neredeydi hakemler?” diye soran yönetici; “Bu ilk defa olan bir şey değil, bizim de başımıza geldi fakat biz sahayı terk etmedik,” diyen futbolcu; “Beş-altı senedir kirli eller var. Bu eller bir türlü kesilemedi. Bu elleri kesmek lazım, kırmak lazım,” diyen yorumcu. Tüm bunlar görünür haldeki o şiddet eyleminin bir adım gerisinde vuku bulan bir şiddetin ta kendisi değil mi?
***
Baudrillard “kötülüğün şeffaflığına” atıfla, kötünün tam da “iyi”yle bir kontrast oluşturamadığından dem vururken “İyi, artık kötünün karşıtı değildir,” diyordu. Belki de tam da bu nedenle olayların ardında bir “kumpas”, bir “senaryo”, bir “üst akıl” arıyoruz. Çünkü durduğumuz yerde, bu olayın “tek başına” kötülüğü yeterince kötü gelmiyor. Arka fon öylesine öznel şiddetin alanına yaklaşmış ki, öznel şiddet ortaya çıktığı anda yeterince bir kontrast oluşturamıyor.
Baktığımız zaman bugünkü “kriz” kavramını ele alış şeklimizle de paralellik gösteren bir durum, bu: Halihazırda zaten bir krizin içindeyizdir (toplumsal ya da ekonomik: “sistemik” şiddet), ancak biz “kriz” olasılıklarını değerlendiririz. Yani arka plan o denli bir kriz içerisindedir ki, cereyan eden durum bize kriz gibi gelmez. Çünkü biz artık “kriz”den bahsettiğimiz zaman aslında “felaket”ten bahsediyoruzdur.
Bu anlamda Zizek öznel şiddete -kötü bireylerin, fanatik kalabalıkların uyguladığı şiddete- böylesine odaklanmanın şüphe uyandıran, hatta semptomatik bir şey olabileceğinin altını çizerken haksız sayılmaz. Kitlesel ve normatif hale bürünmüş bir nevrozun etkisi olamaz mı bu, biraz da?
Freud Uygarlığın Huzursuzluğu’nda (1999, Metis) topluluk nevrozundaki teşhisin güçlüğünü tam da bu “kontrast” mekanizmasının silikleşmesine dayandırıyordu: “Bireysel nevroz söz konusu olduğunda elimizdeki ilk ipucu, hastayı ‘normal’ kabul edilen çevresi içinde belirgin kılan kontrasttır. Böylesi bir arka planı bütün üyelerinin aynı bozukluğa yakalanmış olduğu bir kitlede bulamayız, dolayısıyla başka bir yere bakmamız gerekir.”
Tam da bunu yapmıyor muyuz? Şiddetin normalleştiği bir toplumda faili bulmak için “başka yerlere” bakmıyor muyuz? “Terör örgütü”, “organize/bilinçli eylem”, “karanlık odaklar”, “şer odakları”… Hatta ve hatta “dış güçler”. (Derbideki olayları dış güçlerin yeni bir “Gezi” ayaklanması çıkarmak için kurguladığını söyleyenleri görmüşsünüzdür.)
***
Ve hatta o denli bir şiddet batağı ki battığımız, bir maçta çıkan olaylarla yatıp kalkarken, “çocuklar ölmesin” dediği için altı aylık bebeğiyle cezaevine atılan bir kadın, bu kirli arka fonda ilgilenmediğimiz bembeyaz bir kusur olarak kalıyor.