Türkiye'ye gelirsek, rejimin iç kurallarına uygun çözüm önerilerinin krizi çözmeye muktedir olmadığını yazmıştınız. Varolan siyasal bunalıma özgürlükçü bir açılım nasıl sağlanır bu şartlar dahilinde?
12 Eylül rejiminin oluşturduğu kurumsal çerçeve, parlamentodan çıkabilecek bir iradeye kuşkulu bakan bir çerçeve. Onun da ötesinde bu iradenin yüzde 30-35 gibi çoğunluğa sahip olmasına dayanan bir sistem. Siyasal Partiler Yasası da parti liderlerine çok büyük yeddler verdiği için partilerin de neredeyse ordu disiplini içinde liderine bağlı bir yapıda olmasını öngören, yüzde ıo barajıyla da toplumdaki azınlık denen diğer kimliklerin parlamentoda temsil edilmesini engelleyen bir seçim sistemi... Bu yapı içinde parlamentonun dışına bir dizi asli düzenleyici unsurun yerleştirilmesi de var; YÖK buna örnek olarak verilebilir. Bu rejim tasarlandığında, rejimin merkez gücü konumunda olacak parti ve oluşumun Meclis'te rahadıkla çoğunluğu sağlamasına dikkat edilmiştir. Çizilen tablo bu çoğunluğu oluşturan partinin meclis başkanlığını, başbakanlığı ve sonuçta cumhurbaşkanlığını ele geçirmesini içeriyordu. 12 Eylül rejimi çalışır hale geldiği anda tek partinin egemenliğini göstermiştir, bir parti üç iktidar mevzisini de ele geçirir hale gelmiştir; 89'da ANAP'ta bunu gördük. Şimdi sorun, bu genetik yapıya aykırı olduğu addedilen bir partinin bu genetik yapı içinde rejimin kurallarını çalıştırarak iktidara gelmesi. Bu demokrasiye aykırıdır deniyor, ama 12 Eylül rejimi zaten demokrasiye aykırı, AKP'den önce 12 Eylül rejimi demokrasiye aykırı! Yüzde 10 barajını AKP getirmedi, Siyasi Partiler Yasası'nı AKP getirmedi. Evet, AKP bunları değiştirmedi ve kesinlikle radikal demokrasi hareketi değil ama 12 Eylül rejimi kurallarının içinde iktidara gelmiş, diğerlerinden daha vahim kadrolaşma hataları yapmamış bir parti. Örneğin MHP-CHP-ANAP koalisyonu sırasındaki MHP'nin Sağlık Bakanlığı'nda yaptığı kadrolaşma harekatının bu kadar tepki uyandırmaması da insanı düşündürüyor tabii.
AKP, dediğiniz gibi rejimin mevzuatı ve yasaları üzerinden işleyişe uyarak iktidara geldi. Peki son dönemlerde gelişen AKP karşıtı kidesel seferberlik niye? Neden AKP'nin meşruiyeti kabullenilmiyor?
Çünkü 12 Eylül rejimi aynı zamanda otoriter laik merkezin toplamda yüzde 30 orana sahip bir iradenin otomatikman çoğunluğa tekabül etmesi üzerine kendini kurgulamıştır. Şimdi CHP bu iradeyi gerçekleştiremeyecek kadar basiretsiz çıkınca ortaya çıkan boşluğun AKP tarafından doldurulmasına yol açtı. AKP hiçbir şekilde rejimin kurallarına aykırı davranmadan iktidarını yürütmeye kalkınca da ona yönelik bir istemezlik ilan edildi. Türkiye'de çok kullanılan bir tabir vardır; Türkiye'de rejimin ve cumhuriyetin sahipleri vardır şeklinde. Devletin ve rejimin sahibi olduğunu iddia etmek, sahipliğin paylaşılan bir şey olmaması gereği dışlayıcıdır. Zaten Türkiye'de işin esası, devletin sahibi olduğunu iddia edenlerin sahiplerin işgal etmesi gereken makamlara sahip olma yetkisine haiz olmadığına inandıkları 'yeni yetmelere', 'sonradan görmelere' karşı tepki göstermeleri. Ben, rejimin ve devletin sahibi vardır fikrinin demokrasiye aykırı olduğu kanısındayım. Demokrasilerde meşruiyetin temeli anayasadır ve anayasada öngörülen kurallardır, halkın iradesidir deniyorsa ve bir yandan başka tip bir sahiplik sıfatı biçiliyorsa asıl sorun budur.
Ya sosyalist solun bu iki çatışan kamp arasında kendi bağımsız politikasını kitlelere sunamayıp, iki arada bir derede kalmasının nedeni nedir? Solun bu saflaşmada bir yeri var mı?
Kesinlikle olmaması lazım. Çünkü bu çatışma aslında 12 Eylül rejiminin iki ürününün çatışmasıdır. 12 Eylül rejimi, 1980'lerde özellikle Türkiye'deki sol muhalefeti bastırmak için bir muhafazakârlaşma projesini gündeme getirdi. Buradaki amaçları devlet otoritesine karşı boynu bükük, o otoriteye karşı genetik bir kabulleniş içinde olan, milliyetçi kuşaklar yetiştirmekti; sonuç olarak bu kuşaklar yetişti. AKP'nin beslendiği dünya bu Türk-İslam sentezinin bir biçimidir. Bu, kendilerinin yaratılmasına katkıda bulundukları bir zihniyet dünyasının, kendilerinin dehşetli bakışları arasında iktidara gelmesine yol açtı. Solun bu noktada sistematik biçimde 'ne darbe, ne şeriat' sloganının arkasında durması bence çok doğru değil. Çünkü Türkiye'de darbe bir tehdit, fakat şeriat düşünüldüğü biçimde rejim açısından yakın bir tehdit oluşturmuyor. Yaşam tarzı üzerinden kurulan bir toplumsal çatışma alanı aslında bu. Oysa darbe, silah kullanma gücünü elinde tutan bir gücün 'bunu kullanırım' tehdidi; burada toplumsal bir alan yok. Ben sosyalist solun her şeyden önce Türkiye'de demokrasinin normalleşmesi için askerin darbe tehdidinde bulunmasına karşı radikal biçimde karşı çıkması gerektiği kanısındayım. Buna karşı çıkarken biz şeriata da karşı çıkıyoruz lafını etmek bir yanılgıdır. Muhafazakârlığa karşı da aynı önemde mücadele etmek gerekir, ama bu iki mücadelenin alanı farklıdır. Birinde kurumsal bir alanda diğerinde ise toplumsal bir alanda mücadele gereklidir. Ne darbe, ne şeriat lafının geleceği son nokta, şeriatın gelmesine karşı son seçenek ordudur mantığıdır.
Asker etkisinde sınırlı bir çoğulcu sistem öncelikli mücadele hedefidir diyorsunuz yani, bu mücadelede kurumsal iktidar odaklarına karşı hangi araçlarla çıkılmalı? Somuta gelirsek seçim sürecine ilişkin bağımsız sol adaylar çıkarma önerisini hâlâ savunuyor musunuz?
Ben bu fikrin ilkesel olarak peşinde değilim. Çünkü bu önerinin bazı nedenleri vardı: Biri yüzde 10 barajıydı; bu baraj sistemiyle Türkiye'de sosyalistler hiçbir şekilde parlamentoya girme şansları olmayan bir durumdaydılar. Bu önerinin sosyalistlere yeni soluk boruları açacağını düşünmüştüm. İkinci olarak, CHP'nin oluşturduğu tepkinin yarattığı boşluğun mobilize edileceğini düşünmemdi. Ve bunun biz parlamentoya milletvekili de sokabiliriz şeklinde olabileceğini göstermekti. Fakat son geldiğimiz noktada bunun pek beklediğim biçimde gelişmeyeceği görülüyor. Bu öneriyi yaptığımız mart ayındaki siyasal ortamla bugünkü siyasal ortam arasında ciddi farklar var. Fakat ben hâlâ eğer organize edilirse yerel seçim inisiyatiflerinin bu önerimizi hayata geçirmesinin iyi olacağı kanaatindeyim. Bu öneriyi mart ayında dillendirdiğimde ÖDP'nin bunu taşıyacağı ve benimseyeceği inan çındaydım; yüzde 0.5 oy almakla yetinmenin ötesine geçerek yeni bir dinamiğin taşıyıcı gücü olarak ÖDP'nin bu işe hevesle soyunacağını zannediyordum. Ama ÖDP'nin particilik oynamakla oyalanmayı tercih ettiğini gördüm ve hayal kırıklığına uğradım. Şu ana kadar ÖDP'den hiçbir olumlu sinyal gelmedi.
Yaşadığımız topraklardaki muhalif Kürt hareketinin gündemiyle sosyalist solun gündeminin arasındaki açı farkı kapatılabilir mi bu eksende? Bu açı farkının kapanmasında hangi aktörlere ne gibi görevler düşüyor?
DTP'nin bağımsız adaylar stratejisini benimseyeceği kanısındayım. AKP ve CHP'nin DTP destekli vekillerin Meclis'e girmesini zorlaştırmak için ittifaka girmiş olmaları kimlerin Türkiye'de rejimin sahibi konumunu benimsemiş olduklarının en açık göstergesidir. TC yurttaşları arasındaki ayrımcılığın, dışlama ittifakının Meclis'e taşınmasıdır bu. DTP'nin bağımsız aday projesiyle bağımsız solun bağımsız aday projesi arasında bazı sıkıntılar kaçınılmaz olarak gündeme gelir. Bir tarafta örgütlü bir parti var, diğer tarafta bireysel girişimler var... Bu birleşimden dengeli bir şey çıkartmanız çok zor. Bağımsız sol adaylar kaçınılmaz olarak üzerlerinde hep DTP gölgesi olmasından rahatsızlık duyabilir. DTP kökenli adayların kampanyalarına tabi olmaktan ürkebilir diğer sol oluşumlar. DTP'nin arkasındaki güçleri de dikkate aldığımızda bağımsız sol girişimler açısından bu konu önemli bence.
Sarkozy'nin Fransa'da cumhurbaşkanı seçilmesi özelde Fransa, genelde AB için ne gibi yeni gelişmelerin habercisi? 2008'de Fransa'nın AB dönem başkanı olması Türkiye için müzakere şartlarında neleri değiştirecek?
Sarkozy yıllardan beri Avrupa'nın birliğine inanmış bir isim ve AB'nin derinleşmesine özel olarak vurgular yapmış birisi. Derinleşmek derken kastettiğim Sarkozy'nin AB'nin daha güçlü bir siyasal birlik olmasını isteyen, bu konuda güçlü bir inancı olan bir politikacı olması. Dolayısıyla Sarkozy açısından önümüzdeki dönemde hedef; Fransa'da ve Hollanda'da seçmenlerin reddettiği Avrupa Anayasal Sözleşmesi'ni değiştirerek, bel-ki biraz da hafifleterek, anayasa başlığı koymayarak belki, ki böylelikle referandum gereği duymadan meclis onayıyla geçirerek Avrupa'nın kurumsal yapısını pekiştirmek. Şu anda Avrupa'nın kurumsal yapısı Nice Anlaşması ile şekillenmiştir ve bu anlaşma aslında bu büyüklükteki bir birliğin ihtiyaçlarını karşılayamayacak durumda. Dolayısıyla burada Merkel'le beraber bir Fransız-Alman işbirliğinin 2009'da sağlanması hedefiyle davranması söz konusu ve bu konuda Sarkozy'nin gerçekten aktif olmasını bekleyebiliriz. Daha seçilmeden belirlediği iki yurtdışı ziyaretinin birinin Berlin'e, diğerinin Brüksel'e olması Fransa'nın yüzünü AB'ye daha güçlü biçimde döndüğünün ifadesidir. Zaten Sarkozy, gayrı resmi seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından yaptığı ilk konuşmada bile AB'deki dostlarımıza sesleniyorum; Fransa yeniden Avrupa'ya döndü dedi. Bu söz, birkaç yıldır mensup olduğu hükümetin İçişleri Bakanlığı'nı yürütmüş birisi tarafından söyleniyorsa, biraz da kendi içinde bulunduğu hükümetin Avrupa konusunda pek sıcak olmadığını da ima etmek anlamına gelir. Chirac politikalarıyla bir kopuş önerdiğini biliyoruz Sarkozy'nin, bu kopuş içinde Chirac'ın AB konusundaki ikircikli tavrını kastettiğini de anlıyoruz. Bu noktada Sarkozy'nin kendi iç çelişkileri de var; AB konusunda derinleşmeyi önerip Avrupa'nın bir siyasal güç olmasını tasarlarken diğer taraftan da politikada ikinci değişim ekseni olarak ABD'ye daha yakın durma politikasını savunuyor. Avrupa'nın derinleşmesinin önündeki en önemli engel Britanya'nın tavrıdır ve Fransa hiçbir zaman Britanya'yı oyundışı bırakıp ABD'yle ilişki kuramayacağına göre Sarkozy'nin AB açılımını tasarladığından çok daha mütevazı kılacaktır.
Türkiye'nin AB adaylığı açısından neler görülüyor Sarkozy cephesinde?
Orada manzara daha açık. Sarkozy, seçilmeden önceki son tartışmada hiçbir yoruma zemin bırakmayacak biçimde Türkiye'nin AB'ye üye olmasına her koşulda karşı olduğunu belirtti. Türkiye, AB'ye üye olmak için gerekli üyelik müzakere kriterlerinin öngördüğü tüm koşulları yerine getirse de Sarkozy Türkiye'nin AB'ye üye olmasına karşı çıkacağının altını çizmiş oldu böylece. Bu şu anlama gelir; eğer Sarkozy Türkiye'nin üyeliğinin gündeme geldiği bir tarihte cumhurbaşkanı olursa referandumda Türkiye'nin üyeliğine hayır çağrısında bulunacak demektir. Ayrıca, Sarkozy'nin yardımcıları seçimden önce AB Komisyonu'na ilettikleri mesajlarda Türkiye'nin üyelik müzakerelerinin 2009'a kadar askıya alınmasını önerdiler. Buna hem AB Komisyonu Baş-kanı'ndan, hem AB Parlamentosu Sosyalist Grup Başkanı'ndan verilen yanıt olumsuz oldu. Üyelik müzakerelerinin askıya alınması için de oybirliği gerektiğini belirttiler. Bu süreçte Britanya ve Almanya ile çelişkiler olacaktır. Tabii Fransa'daki parlamento seçimlerine bakarak konuşmak gerekir tüm bunları; çünldi şu anda Sarkozy'nin hangi partilerden oluşan bir parlamento ile çalışacağını bilmiyoruz.
Sistemler ve yetkiler farklı olmasına rağmen Fransa'daki ve Türkiye'deki cumhurbaşkanlığı seçimleri tartışmaları ve bu eksende oluşan toplumsal saflaşmalar arasında ne gibi paralellikler kurulabilir?
Pek kuramayız. Çünkü Fransa'daki saflaşma, çok açık bir saflaşma; bir sağ-sol saflaşması. Sonuç olarak Sosyalist Parti'nin adayı, sosyalistlerin, komünistlerin, radikallerin benimsemediği bir aday olabilir ama bütün hepsi ikinci turda o adaya oy vermek için mobilize oldular.
Seçim sonuçlarına baktığımızda da Troçkistlerden komünistlere, Yeşillerden sol radikallere kadar oyların hemen hemen hiç fire vermeden Royal'in arkasında toplandığını görüyoruz. Sol-sağ politikaları açısından Fransa'daki sosyalistlerle sağ seçmenler arasında ciddi bir saflaşma oldu. Fransa'da cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ilgili rejim tartışması olmadı.
Sarkozy'nin iktidara gelmesini solun büyük bir kesimi tehlike olarak gördü, ama bir siyasal tehlike olarak gördü; Beşinci Cumhuriyet rejimini Fransa'da sona erdirecek bir tehdit olarak görmediler. Göçmen işçilerle ilgili polisiye önlemerin artacağı, daha otoriter bir yönetim zihniyetinin ve neoliberal iktisat politikalarının gündeme geleceğinden endişe duydular ve açık biçimde bunu Sarkozy'ye hayır sloganıyla ifade ettiler, ama bizdeki gibi cumhuriyet rejimi tehlikededir gibi bir fikri kimse dile getirmedi.
Dolayısıyla Fransa'da sol ve sağ arasında oldukça net bir çizgi çizildi. Yüzde 86'lık bir katılım var, iki açık saf var ve Fransa halkının yüzde 54'ünün sola karşı olduğunu görmüş olduk.
Birgün, 13.5.2007