“İlahi” Yasaları Sorgulamak

Demokratik olmayan günümüz hükümetlerinin, kararları ''ilahi'' olanın takdiri ile aldıklarını dile getirmelerine pek sık rastlıyoruz. Halkın çoğunluğunun fikirlerini görmezden gelerek, yasal kararların ''yüce'' bir planın önderliğinde alındığını söyleyen Trump, başbakan olmasını ulvi bir sürece bağlayan Boris Johnson, âdeta Tanrı'nn vaat ettiği toprakları koruyup kollayan Orban[1] ve bu yönelimlerden azade olmayan Erdoğan gibi liderler, meşruiyeti tahayyül edilemeyene devrediyorlar. Carl Schmitt'i haklı çıkartarak, kutsal olanın en nihayetinde, her şeye gücü yeten yasa koyucu haline gelmesine vesile oluyorlar. Erdoğan'ın ''yasal'' olana karşı gelmeyi, Tanrı'nın kararlarına karşı gelmek olarak dile getirdiğini bilmekle birlikte, son olarak Devlet Bahçeli'nin Anayasa Mahkemesi yerine, devletin bekası adına âdeta ''ilahi takdiri'' temsil eden Yüce Mahkeme'nin, yahut Divan-ı Ali'nin kurulması yönündeki ifadeleri bize, ''ilahi'' olanı, bu bağlamda iyi, kötü, erdemli ve adil olanın ne olduğunu ve bu olguların, sömürü sistemi ile bağını sorgulatıyor.

Bu sorgulamayı öncelikle bireysel, ardından toplumsal olanın üzerinden yürütelim. ''İlahi takdir''den mütevellit, neyin ''iyi'' ya da neyin ''kötü'' olduğunu tahayyül edebilir misiniz? Rasyonel olanı saptama yetiniz duygularınız tarafından baskılansa da, size içkin olan ahlâki yahut Tanrısal bilgi ve özgür iradeniz sayesinde, ''iyi'' olanı eyleyebilir misiniz? Tanrı’nın ilkelerinden sapmadan, ebedi olana ait yasalar ile ''iyi'' olanı ''adil'' olanın önüne koyup, erdemli olanı yaptığınızı addedebilir misiniz? Ortaçağ keşişi ve filozofu Thomas Aquinas olsa bu sorularıma evet yanıtını verirdi. Peki, bunca insanlık trajedisi yaşanmış ve yaşanmaya devam ediyorken, ilahi takdir ile bağlantılı ''iyi''nin kılavuzluğuna bel bağlamak ne derece doğru olur? Hele ki, Nietzsche'yi anacak olursak; biz, Tanrı'yı öldürmüşken... ''Özgür irade''den doğan eylemler ve tarih boyunca farklı devirlerde ortaya çıkmış Tanrısal ahlâki yasalar çatışadursun, nihayetinde insanın çağlar boyunca psikososyal ve sosyoekonomik varoluşları, içimizde formüle edilemeyen ve yasalarla kontrol altına alınamayan yönelimlerin bulunduğunu, ilahi yasaların geçersizliğini ve yetersizliğini ispatlamamış mıdır? Sözgelimi Musa'nın On Emri, Aquinas tarafından, kişinin varoluşuna dair benimsemesi gereken erdemleri yeterince masaya yatırmıyor olması yönünde eleştirilmişken, insanların ''erdemsizlikleri'', ''güçsüzlükleri'', ''tercih-sizlik-leri'', yaşam koşulları bağlamında, gerçekliklerden kopmadan yeterince sorgulanmış mıdır?

Farklı alanlarda tartışıladuran kavramlar, insanın kainattaki yerine dair çıkarımlar, sanatın dili ile aktarıldıklarında, daha ''hayatın içinden'', daha az ''dolambaçlı'' ve daha çok ''idrak edilebilir'' olabiliyor. Örnek verdiğim Musa'nın On Emri üzerinden, ilahi takdirden doğru ''adil'' kabul edilen eylemlerin, toplumsal gerçeklikler bağlamında tartışıldığı fikrimce en değerli yapıt Kieślowski'nin Dekalog adını verdiği eseridir (Kieślowski'nin 1970 yapımı I was a Soldier adlı kısa filmi de bu bağlamda incelenebilir). Dekalog'da, erdemli ve iyi olanın, aynı zamanda tarihsel süreçlerden, yaşam koşullarından etkilenip sübjektif alanda dönüşebilen olgular olduğuna tanıklık ederiz. Filmde, Polonya'nın tarihinin ve kültürel psişesinin, insanların dünü, bugünü ve yarını üzerindeki hafızalarını, tahayyüllerini yeniden inşacı gücünü, mikroda insanların manevi arayışları ve yönelimleri bağlamında gösteren imgeler ile karşılaşırız. Bu imgeler, ilahi yasaların ''kötü'' olarak addedebileceği davranışların karşısına, bizim Tanrı'yı ''öldürdüğümüz'' koşulları koyar. Kieślowski, kaosun hüküm sürdüğü durumlarda umutsuzluğun, belirsizliğin altında ezilen insanın, sorumluluklarını üzerinden atarak, tutkularının esiri olagelmesini, 1980’lerin Polonya'sı üzerinden anlatır. Ne de olsa, Dostoyevski'nin de romanlarına konu olduğu üzere, Tanrı yoksa her şey olası, her şey mubahtır. Bu tutkular ahlâki ikilemlere rağmen, dünyaya tutunma mücadelesini motive eder. Bu tutunma ''savaşında'' elbette kancalar, doğanın ve canlıların bedenlerini kan içinde bırakacak, derin yaralar açacaktır. Nihayetinde bu savaş, toplumsal olarak dogmatik olana eğilimli insanlar ve bu insanların bilinçsizce beslediği totaliter bir sistemi ortaya çıkaracaktır. Sürekli kanayan yaralar, iyileşmeyi vaat eden söylemlere ihtiyaç duyarlar.

Burada, ilahi yasaların var olup olmadığı sorgulamasına geri döneceksek, Aquinas'a değil, Thomas Hobbes'a bakmak daha yerinde olur. Zira Hobbes bize ilahi olandan feyiz alan yasaların bir getirisi olarak, en ''iyi'' olanın ''arzu edilen'' olduğunu söyleyecektir; iyi olana dair öznelci bir yaklaşım güden bu tavır, arzu edileni korumak için öncelikle kendi varlığını garanti altına almak, bu varlığı korumak ve de savaşmak üzerine kuruludur. Hiç de rasyonel olmayan bu savaşım Hobbes'a göre, mutluluk duygusundan ve güvenlik hissiyatından mahrum, ''özgür'' yaşayan bu insanların, kendilerini kontrol altına alacak dogmatik ''yasalara'', ''toplum sözleşmelerine'' ihtiyaç duymalarını sağlayacaktır. Kendi eylemlerinin ve varoluşunun sorumluluklarını almaktan kaçınan insanların, yaşam hakları üzerinde başkalarının karar vermelerini olası kıldıkları bu hal, olsa olsa determinist bir saik ile toplumsal despotizm üretir. Kant'ın izinden gidip, ''insanlığın eğri kerestesinden düz bir şey yapılamamıştır'' mı demeli? Peki Kant gibi, insanların duyularıyla aldıkları verileri bilgileri ile biçimlendirip iyi ve erdemli davranışlarda bulunabilme özgürlüğüne sahip olduklarına, dolayısıyla kendi (Tanrı’ya ihtiyaç duymadan) eylemlerine yasa koyabilme kudretinde bulunduklarına inanan birisi, neden insan tabiatına dair pesimist bir tablo çizer? Açıktır ki, insanın ''kendi kendine yasa koyma'' ve ''iyi ve erdemli'' davranışlarda bulunma kudreti, öyle pek de kolay sahip olunacak bir tavır değildir; insan psişesi, tarihsel ve kültürel olandan etkilenen ve onu etkileyendir. Bu etki süreci, sabit bir hatta değil, radikal iniş ve çıkışlarla dolu kaotik bir gidişatta kendini gösterir. Şimdiye değin, yarının ''özgür'' ve ''ilkelerine bağlı'' insanını ''yaratmak'' için eylemlerin baskılandığı bir düzen kurmak gerekmiş, bu da ''ilahi'', ya da başka bir deyişle ''sorgulanması ve kuşkulanması mubah olmayan'' yasalar koyarak mümkün kılınmıştır. Lakin bu yasalar, vaatte bulunanın söylemlerinde, sömürü düzenini baki kılacak yorumlara açıktır. Günümüzde demokratik olmayan ülkelerde sıklıkla rastladığımız kutsal olana sığınma retorikleri de bu düzeni destekleyecek niteliktedir. Fikrimce insan, varoluşunun hakkını, içinde nefes alan doğası ve canlıları ile birlikte tüm dünyayı, emek ve sorumluluğu ilke edinerek yaşama doğru evirmekle, her türlü sömürüyü de yok etmekle vermiş olacaktır. Var oluşun ''kutsalı'' da, ''iyi''si de, ''erdemli''si de, ''adil olanı'' da ancak böyle bir mücadele ile tanımlanmalıdır.


[1] Nieland Rene. (2019). Viktor Orban and the Role of Religion in Hungarian Politics, Grin Verlag Publishing.