Elinizi sallasanız bir tanrıya/tanrıçaya çarpan Yunan mitolojisinde hepsinin ayrı ayrı özellikleri, yetenekleri, güçleri ya da mizaçları vardır; bilirsiniz. Kimi barışın kimi savaşın, öteki bereketin beriki ölümün temsilcisidir. Denizler Poseidon'dan, aşk Afrodit'ten sorulur. Zeus'un Kıvanç Tatlıtuğ muadili sarışın ve yakışıklı oğlu Apollon'un da, müzik ve şiir gibi sanat, ayrıca güneş ve ateş işlerine bakmasının yanında, kâhinlik gibi bir özelliği de vardır ve ölümlülere gelecekleri hakkında kehanette bulunur. Onun kehanetlerini göz ardı eden Oidipus'un başınaysa gelmeyen kalmaz.
Ama belli ki, “madem hem tanrıyım hem de yakışıklıyım, neden çapkınlık yapmamayım ki?” diye düşünen Apollon'un aşk hayatı da oldukça renklidir; örneğin Daphne, elinden az çekmemiştir. Euripides'in İon adlı oyununda ölümlü Kreusa'yı baştan çıkarır ve kadın hamile kalır. Babasından korkan Kreusa, bebeği ıssız bir yerde doğurup bırakınca Apollon, oğlunu oradan aldırır ve bir tapınakta hizmetli olarak yetişmesini sağlar. Kreusa yıllar sonra oğlunun akıbetini öğrenmek için tapınağa, Apollon'a gelir. Ama herkes ve her şey hakkında geleceğe dair kehanette bulunma yeteneği olan Apollon, akıbetini gayet iyi bildiği ve çoktan olmuş bitmiş bu olay karşısında, Kreusa'nın tüm ısrarına rağmen sessiz kalmayı tercih eder. Başkalarına kehanette bulunarak hakikati anlatmak konusunda gayet mahir olan Apollon, ya duyduğu suçluluk yüzünden ya da Kreusa'nın derdini pek de önemsemediğinden hakikati gizlemekte bir sorun görmez. Bunun için de tanrısal gücünü, yani iktidarını kullanır. Sonunda sabrı taşan Kreusa, Apollon'un kendisine yaptıkları konusunda hakikati herkes önünde dile getirir; üstelik karşısındaki bir tanrı olmasına, kendisinin ise bir kadın ve ölümlü olmasına rağmen.
Antik Yunan'da hakikatin dile gelmesi/getirilmesi belli bir prosedüre bağlanmıştır ve beyan eğer hakikat olarak kabul edilecekse herkes tarafından dile getirilmesi pek mümkün değildir. Parrhesia adı verilen hakikati dile getirme fiilinin gerçekleşmesi için öncelikle, hakikati söylemek bir risk/tehlike içermeli ve o hakikat muhatabını öfkelendirebilecek ya da incitebilecek nitelikte olmalıdır. Bu da parrhesiaya yönelen kişinin azımsanamayacak kadar cesarete sahip olmasını şart koşar. Ayrıca hakikatin söylenmesi ya da yapılacak eleştirinin parrhesia olarak kabul edilebilmesi için hakikati söyleyenin daima hakikatin söylendiği kişiye oranla aşağı bir konunda bulunması gerekir. Eşit konumdaki kişiler açısından, örneğin iki dost arasında, parrhesia söz konusu olamaz. Bir anlamda parrhesia aşağıdan yukarıya doğru işler. Hal böyleyse bir tanrıya ya da bir monarka karşı hakikati söylemeniz halinde kellenizin gitmesi kuvvetle muhtemeldir.
Temsilî demokrasinin de yönetenler ve yönetilenler arasında eşit ilişki kurduğunu varsaymak elbette mümkün değildir. Yurttaşın yöneten karşısındaki konumu, tebaanın monark karşısındaki konumu ille eşdeğer olmasa da yurttaşlar iktidara karşı -niteliği ne olursa olsun- hiç de güçlü değildir.
Her ne kadar toplum sözleşmesi denen olgu gerçek dışı olsa da, rasyonel yanlarının oldukça fazla olduğunu da kabul etmek gerekir. Doğa halinde bulunan ve birbirlerini yeme konusunda gayet ısrarlı olan insanlar karşısında, güçsüzün korunduğu, güçlünün kulağının çekildiği bir düzen elbette yaşam açısından akılcıdır ve bunu sağladığı iddia edilen toplum sözleşmesine dair kuram da aynı oranda rasyoneldir. İnsanlar kendi aralarında bir sözleşme yaparlar ve birbirlerine karşı kullandıkları ya da kullanacakları gücü devlete/Leviathan'a devrederler. Böylelikle de güçsüz güçlüye karşı korunduğu gibi, güçlünün de geri çekilmesi sağlanır; zira eğer geri çekilmezse devreye, tüm şiddet tekelinin kendisine devredildiği devlet girer. Ama Hobbes'un devleti/Leviathan'ı bir monarktır ve kendisi hiç de parlamento ve temsilî demokrasi yanlısı değildir. Buna rağmen toplum sözleşmesi artık iyice elle tutulur bir olgu olarak kabul edildikten sonra, tarihin akışına göre şekil de değiştirecektir. 18. yüzyılın toplumu, 16. ve 17. yüzyıllardan farklı olarak, artık liberalizmin toplumudur. Bu sistem ise toplum sözleşmesi dışındaki üçüncü kişi konumunda bulunan Leviathan'ı sözleşmeye dahil ederek, o sözleşmenin tarafı yapar. Dolayısıyla kendi arasında korunaklı ama Leviathan karşısında savunmasız olan tebaa yurttaşa dönüşür ve anayasa ve hukuk devleti şeklindeki aygıtlar aracılığıyla kendini devletten korur ya da koruyabilir. Birtakım haklar anayasa ile güvence altına alınır ve devletin bu hakları ihlal etmesi durumunda belli yaptırımlara maruz kalması sağlanır.
Görüldüğü üzere halkın karşısında artık bir tanrı ya da monark yoktur; sözleşmenin tarafı, dolayısıyla yurttaşlar karşısında yükümlülükleri olan farklı bir iktidar türü vardır. Bu yükümlülükler de anayasa, uluslararası sözleşmeler ya da hukuk devleti ilkesi ile güvence altına alınır. Devlete karşı bu yollarla güvence altına alınan haklardan biri de elbette ifade özgürlüğüdür. Demokratik toplumun en önemli yapıtaşı olan bu özgürlüğün en önemli unsurlarından biri de devlete/iktidara karşı ve ona rağmen kullanılabilmesidir.
Söz konusu hak ve özgürlük, anayasa ve başkaca aygıtlarla güvence altına alındıktan ve devlete bu hakkın korunması ve gözetilmesi hususlarında yükümlülük yüklendikten sonra, artık ifade hakkını kullanacak yurttaşın -her ne kadar güç açısından devletle/iktidarla yarışamayacak durumda ve parrhesianın bu şartı halen geçerli olsa da- bundan böyle konuşmasının ardından bir risk almasına gerek yoktur; çünkü artık ortada böyle bir risk yoktur. Yurttaş ifade özgürlüğünü kullandığında ne başına bir şey gelecek ne kafası kesilecek ne de tutuklanacaktır. Bu nedenle de parrhesianın gerektirdiği cesarete de artık ihtiyacı yoktur. Başka bir deyişle ifade özgürlüğünün olduğu yerde parrhesia olgusu ortadan kalkar ya da parrhesianın mevcut olduğu yerde ortada ifade özgürlüğü diye bir hak bulunmaz. Parrhesia “her şeye rağmen” konuşabilmek cesaretini gösterebilmekse, ifade özgürlüğü güvence altında olan yurttaşların için artık parrhesianın şartlarını yerine getirmeleri gerekmez.
Hal böyleyse ve Türkiye de uzun zamandır modern siyasi sistemin içinde bulunuyorsa -en azından hâlâ bir parlamentosu, hakların deklare edilmiş olduğu bir anayasası varsa ve haklar sözleşmesine üyelikleri devam ediyor ve yöneticiler seçimle iş başına gelebiliyorsa- Türkiye yurttaşlarının da ifade özgürlüğünden yararlanabilmeleri, ağızlarını açtıkları her an tutuklanma korkusu yaşamamaları ve devlet/iktidar karşısında kendileri koruyan mekanizmalara güvenebilmeleri gerekir. Aksi takdirde ya yurttaş başına gelebilecekler konusunda haklı olarak korkacak ve ağzını açmamayı, suskunluğu tercih edecek ya da parrhesia olgusu yeniden gündeme gelecektir. Başka bir ifadeyle devlet/iktidar karşısında korunmayan yurttaşın konuşabilmesi için yeterince cesur olması gerekecek ve başına gelebilecek musibetleri öngörerek davranması gerekecektir. Bu anlamda da artık çeşitli aygıtlarla korunan ya da korunduğu iddia edilen haklardan biri olan ifade özgürlüğünün uygulama alanı ortadan kalkacak ve içi boş bir çuvala dönüşecektir.
Şebnem Korur Fincancı’nın bir beyanı nedeniyle göz altına alınıp tutuklanması da ifade özgürlüğü hakkının hiçbir şekilde mevcut olmadığını göstermiş ve var olan olgunun Tanrı ya da monarklar karşısında vuku bulan parrhesia olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla halihazırda Türkiye’de yurttaşların tabi olduğu sistemin anayasaya, uluslararası sözleşmelere ve hukuk devletine dayanan temsilî parlamenter sistem olmadığı, daha çok monarşiye yakın olduğu söylenebilir. Şebnem Korur Fincancı ifade özgürlüğünün kendisine tanıdığı korunmadan yararlanamamış ve toplum sözleşmesinin tarafı değil de onun üstünde olan devlet/iktidar tarafından, amiyane tabirle, derdest edilmiştir.
Mesele esasında çok basittir: Şebnem Korur Fincancı bir tıp hekimi ve Türk Tabipler Birliği başkanı olarak kimyasal silah kullanımının araştırılması gerektiğini ifade etmiştir, ki hem bulunduğu konum gereği hem de sıradan bir yurttaş olarak kimyasal silah kullanımının araştırılması beyanı ve talebinin sorunlu hiçbir yanı yoktur. Bu elbette sorunlu addedilebilecek ifadelere dair özgürlüğün korunmaması gerektiği anlamına gelmez ama bu denli ciddi bir iddianın araştırılmasını istemek kesinlikle çok makul ve haklı bir taleptir. Kimyasal silah kullanımı çok ciddi bir olgudur ve böyle bir şüphenin bulunması halinde muhakkak araştırılması gerekir. Bu durumda da devletin/iktidarın atması gereken belli adımlar vardır:
Öncelikle bu talebin ciddiye alınıp araştırılması gerekir, ideal olan budur. Ancak Türkiye Cumhuriyeti devletinin hem halihazır durumu hem de geleneğinin fazlasıyla milliyetçi ve militarist, TSK’nın icraatlarının da hâlâ tabu olduğunu düşünürsek, bu talebin araştırılacağını düşünmek safdillik olabilir; Roboski’yi hatırlamak dahi, talebin aslında ne kadar ütopik olduğunu anlamamıza yeter de artar.
İktidar tarafından söz konusu seçeneğin kullanılacağına dair herhangi bir beklentimizin olmadığı durumda, iktidar açısından başka yollar da mevcuttur. Bunlardan biri, iddiayı direkt olarak yalanlamaktır. Zaten hakikatin peşine düşmenin anlamsızlaştığı, hakikatten başka her şeyin sürümde olduğu, dolayısıyla hakikat yerine alternatiflerinin kolaylıkla kullanılabildiği bir çağda yaşadığımıza göre, iktidarın bu yola gitmesi çok zor olmasa gerektir. Bu halde hakikate ulaşmaya çalışanların, bir iddianın araştırılması gerektiğini ifade edenlerin karşısına, “TSK böyle bir şey yapmaz” şeklide alternatif bir beyanın çıkarılmasında iktidar açısından anlaşılmayacak bir yan yoktur. Bu halde hem TSK’nın böyle bir şey yapmayacağına dair, zaten yeterince güçlü olan algıyı daha da güçlendirip, kurumun kutsallığını koruyabilir hem de kimyasal silah kullanıldığına dair iddialarla bu iddianın araştırılmasına dair taleplere yanıt vermiş olur. Kamuoyunun bununla yetinip yetinmeyeceği ise başka bir tartışma konusudur. Ama günün sonunda en azından devlet/iktidar tarafından yurttaşın muhatap alınıp kendisine yanıt verildiği kabul edilir.
İktidarın kullanacağı bir diğer yol ise Apollon gibi sessiz kalmaktır. Ama hem sözü edilen milliyetçi ve militarist hal ve geleneğin hem de “sükût ikrardan gelir”in özellikle Türkiye gibi kırılmaz ve aşınmaz bir devlet nazarında olumsuz çağrışımının buna izin vermeyeceği de açıktır. Devlet/iktidar elbette bu yollardan birini kullanarak TSK’nın böyle bir şey yapmayacağını ifade etmekle birlikte maalesef bununla yetinmedi. Şebnem Korur Fincancı söz konusu beyanı nedeniyle göz altına alınıp tutuklandı.
Türkiye halihazırda bir anayasası olan, uluslararası hak sözleşmelerinin tarafı ve hukuk devleti ilkesine sahip olduğunu beyan eden bir sisteme hâlâ dahildir. Ancak ifade özgürlüğünün kullanılması, bir iddianın araştırılması talebi “TSK böyle bir şey yapmaz” denilerek savuşturulacaksa, devlet açıkça toplumla yaptığı sözleşmeyi ihlal ediyor demektir. Bununla da yetinmeyip ifade özgürlüğünün kullanılması eğer tutuklanmaya kadar giden sonuçlar doğuruyorsa belki de artık o toplum sözleşmesinin iktidar tarafından feshedildiğini dahi kabul etmek gerekebilir. Çünkü ifadenin sonunda ortaya çıkan tutuklama, ancak bir tanrının ya da kralın tebaasına uygulayabileceği ve parrhesianın sonucu olabilecek bir fiildir. Bir tebaa tanrının ya da kralın hoşuna gitmeyecek bir şey söylediğinde nasıl gazaba uğruyorsa, nasıl taşa çevriliyor ya da kellesi uçuruluyorsa, modern zamanın monarkı da kendine göre yurttaşını cezalandırır. İktidar bunun aksini söyleyecek ve o toplum sözleşmesini feshetmediğini ve sözleşmenin halen yürürlükte olduğunu iddia edecekse eğer, hiçbir yurttaşın parrhesianın şart koştuğu cesarete sahip olması gerekmediğini garanti etme yükümlülüğüne uymak zorunda olmasının yanı sıra, modern devlet aygıtlarının, yani anayasanın, uluslararası hak sözleşmelerinin ve hukuk devletinin kapı gibi arkasında olduğuna dair tüm yurttaşlarını ikna etmesi gerekir. Aksi takdirde ortaya çıkacak şey, parrhesianın hâlâ yürürlükte olduğunun kabulü ile onu uygulamak cesareti olan yurttaşların çoğalmasını beklemektir. Ama herkesten de Şebnem Korur Fincancı’nın cesaretine sahip olmasını bekleyemeyiz. Çünkü bu beklenti ütopik olduğu kadar apolitiktir de. Ütopiktir, çünkü bireylerin tutuklanmayı tahmin edip bunu göze alarak konuşmasını beklemek hayatın olağan akışına aykırıdır; çünkü yaşam bedel ödeyip ceza çekmeyi değil, özgürlüğü talep eder. Apolitiktir, çünkü siyaset cesaret gibi erdemlerle değil, halihazır durumun olanaklarıyla ve o olanakların geliştirip dönüştürülmesiyle yapılır. Burada da yapılması gereken -eğer ki elde başka materyaller yoksa-, devleti/iktidarı ihlal ya da feshettiği toplum sözleşmesinin tekrar içine çekmeye uğraşarak ifade özgürlüğünü mümkün olan en geniş haliyle yeniden tedavüle sokmak için çabalamaktır.
Şebnem Korur Fincancı’yı cesareti için takdir edebilir ve kutlayabiliriz. Ama onun kadar cesur olmayanların, hatta ziyadesiyle korkak olanların da hiçbir yaptırımla karşılaşmayıp hiçbir bedel ödemeyeceğini bilerek konuşabilmeleri için ifade özgürlüğünü -başka her şeyden önce- baş tacı edip uygulanabilir hale getirmektir belki bütün politik mesele.