Küçüklüğümde polis kıyafetleri subayların tören kıyafeti gibiydi. Kalıp gibi üzerlerine oturan koyu yeşil pantolon ve ceketleriyle gayet jantiydi polisler. Muhtemelen hareket kabiliyetini artırması düşünülen eşofman benzeri, rahat üniformalar sonradan çıktı. Mokasen ayakkabının yerini de postal aldı. Artık Türk polisi daha çevikti.
O yaşlarda izlediğim filmlerde ve dizilerde koca cüsseli adamların, kendilerinin yarısı kadar olan bu janti polislere neden kuzu kuzu teslim olup, polis araçlarının arkasına kendiliğinden yerleştiklerini bir türlü anlayamazdım. Halbuki rahatlıkla bir yumrukla yere serebilirlerdi karşılarındaki polisi. Elbette o zaman “devletin şiddet tekeli” gibi bir kavramdan haberim olmadığı gibi, direnme halinde o polisin güç kullanabileceğini, zanlıyı iki seksen yere yatırabileceğini, silahla yaralayabileceğini, hatta öldürebileceğini ve tüm bunları yaptığı takdirde de başına hiçbir şey gelmeyeceğini bilmiyordum. Polise direnme halinde ortaya çıkan çatışmayı da sıradan bir kavga sanıyordum.
Biraz büyüdüğümde sıradan bir yurttaş olarak kolluk kuvvetinin yetkisini, herkes gibi öğrendim; eğer direnirsem başıma neler gelebileceğini de. Hâlâ “devletin şiddet tekeli” kavramını bilmiyordum ama polisin ne olduğunun ve neler yapabileceğin farkındaydım.
Ama elbette her kavramın tarihi bu kadar eski, altı bu kadar dolu değildir. Sıradan yurttaşlar için çoğu kavramın etimolojik anlamını bilmek yeterlidir ve hatta çoğu zaman bu bile gerekli değildir. Yaşamda ve dilde, kullanılıp geçilir. Ama “devletin şiddet tekeli” gibi kavramlar, bütün bir hayatı kapsar; çünkü siyaseti kapsar. Hatta modern anlamda, söz konusu kavram olmadan bir siyaset düşünülemez. Çünkü siyasetin kendisi devlete/iktidara, özellikle de devletin/iktidarın şiddetine karşı bir savaştır.
Savaş demişken, Kurtuluş Savaşı'nın gerçekliği ya da hurafeleri ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, Cumhuriyet’in kuruluş sürecinin, tıpkı diğer devletler gibi, kaotik bir ortamda gerçekleştiği, Osmanlı İmparatorluğu’nun “yasasının” artık pek bir hükmünün kalmadığı, dolayısıyla ortada uyulması gereken bir “yasa”nın da olmadığı ve ortada olanın saf/çıplak bir güç savaşı ve ilişkisi olduğu ortadadır. Eğer bu sıfattaki -askeri, siyasi, diplomatik vs- güç savaşının galibi Mustafa Kemal ve şürekası ise, kurulacak iktidarın da bu “kurucu iktidarın” inisiyatifinde olduğu açıktır ve nitekim de böyle olmuştur. Rejimin şekline karar veren de, anayasanın maddelerini yazan da, Batı tipi bir devleti “seçen” de bu kurucu iktidarın iradesidir.
Ama Cumhuriyet’in kurucu iktidarı Batı tipi bir rejimi seçtiğinde, elbette ki o rejimin esas kaidelerine uymak zorundadır. Emekleme döneminden bu güne değin de Cumhuriyet anayasalarında, modernitenin kavramları -çoğu zaman kâğıt yani anayasa üzerinde olsa da- hukuk devleti, temsili demokrasi, sosyal devlet, insan hakları vs., bir şekilde olgunlaşır. Ama ister kâğıt üzerinde kalsın, ister fiili olarak gerçekleşmiş olsun, Cumhuriyet anayasalarında bu kavramlar, eksik ya da fazla, her zaman mevcut olagelmiştir.
Elbette kurucu iktidarın temel hak ve hürriyetlere, özgürlüğe ya da eşitliğe, adalete çok meraklı, insani ya da bilge bir tarafı yoktur. Hiçbir iktidarın özlemi de “özgür, eşit, adil, barış dolu bir dünya “değildir. Ama tarihsel süreç modern iktidarları bu kavramları esas metinlerine, yani anayasalarına almaya zorlar; çünkü her iktidar muhakkak meşruiyete ihtiyaç duyar. Modern iktidarın meşruiyeti de bu kavramlara dayanması, bu kavramlara dayanan anayasayla sınırlandırılması ve sanki iktidarını kaotik bir ortamda meydana gelen güç savaşından almıyor gibi, toplumun canı gönülden bir “toplum sözleşmesi” ile yetkilerini o iktidara devretmesinde kaynaklanır. Modern toplum ve kurucu iktidar masaya oturmuş, her sözleşmedeki gibi bunda da karşılıklı tavizler verilmiş, edimler/ yükümlülükler konusunda anlaşılmıştır. “Toplum Sözleşmesi” kavramının Cumhuriyet'le bir ilgisi olmadığı, 16. yüzyılda ortaya çıktığı ve taraflardan birinin monark olduğu tartışmasız. Toplumsal sınıfların, özellikle burjuvazinin, modern devlet üzerindeki etkisi ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, modernitenin başlangıcından bu yana kurucu iktidar ve toplum, yukarıda sözü edilen “sözleşme” gereği, karşılıklı el sıkışmıştır.
“Sözleşme”ye göre devlet toplumun güvenliğini sağlayacağına, toplum da genel iradesini devlete teslim edeceğine göre, güvenliği sağlamak için devletin, şiddet tekeline ihtiyacı vardır ve toplum da kendi rızasıyla, yine “sözleşme” gereği, bu tekeli devlete teslim eder. Alan razı satan razıdır. Tüm sözleşmeler de böyle değil midir zaten?
Bu halde tartışılması gereken tek kavram “meşruluk”tur. Devlet/iktidar, şiddet tekelini de kapsayan meşruiyetini toplumla yaptığı sözleşmeden, çoğu zaman anayasadan alır. Liberalizmin açıkça ortaya çıktığı 18. yüzyılın sonundan itibaren toplum alabildiğine özgür olacak ve “negatif özgürlük” anlamında devlet halka karışmayacaktır. Buna göre modern bir devlet, ister cumhuriyet ister meşruti monarşi olsun, toplumun güvenliğini sağlamak karşılığında şiddet tekeline sahip olacak, karşılığında da temel hak ve hürriyetlere, özellikle yaşam hakkına ve ifade özgürlüğüne sahip çıkacaktır. Peki çıkmazsa ne olur?
Gezi davasında Osman Kavala dışındaki sanıklar 18 yıl ile cezalandırıldı, Kavala'ya ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi. Verilen cezaların çoğu Yargıtay tarafından onandı. Yaşam hakkı, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı, ifade özgürlüğü gibi birçok hak, başka bir deyişle toplum sözleşmesinin esaslı unsurları ya da olmazsa olmazları yargı tarafından ihlal edildi. Kuvvetler Ayrılığı ilkesi yok sayıldı ve yargı toplum sözleşmesinin ifadesi Anayasa'ya ve her türlü yasaya aykırı davranarak, sözleşmeyi ihlal ederek ya da hükümlerine uymayarak yurttaşlarını özgürlüklerinden mahrum bıraktı.
Peki bu nasıl oldu? Modern toplumun olmazsa olmazlarından Kuvvetler Ayrılığı ilkesi nasıl yok sayıldı ve Anayasa gereği iktidarı sınırlandırmakla görevli yargı, nasıl güncel hukuka uygun davranmayı değil de iktidarın siyasi kararına uymayı seçti? Ya da esasında bu bir seçim ya da zorunluluk muydu? Kuvvetler ayrılığının asıl anlamı her bir kuvvetin diğerleri tarafından denetlenmesi ya da ve kuvvetlerin birbirini dengelemesi, başka bir deyişle kuvvetin tek bir organda değil de üçü arasında bölünmesi ise, nasıl oldu da Türkiye’de yasama ve yargı, yürütmenin yörüngesine bu kadar girdi?
Görünen o ki AKP 2002 yılından bu yana kayda değer bir oy kaybı yaşamadı ve güçlü halk desteği bugüne dek süregeldi. Çoğu zaman oyların neredeyse yarısını ve bazen de daha fazlasını alan AKP’nin milletvekili sayısının ezici üstünlüğünün Meclis’e yansımasıyla, aslında yasama AKP’nin güdümüne girmiş oldu. Yasama organının Erdoğan/yürütme lehine olan çoğunluğu da “başkan partisi” anlayışından hiçbir zaman sıyrılamamış Türkiye’de yasaların yürütmenin isteği doğrultusunda tereyağından kıl çeker gibi geçmesini sağladı ve günün sonunda Erdoğan/yürütme, istediği her yasayı Meclis’ten geçirebildi. İdari işler, örneğin yargı atamaları da zaten yürütmenin yetkisindeydi ve yetkisini aşan durumlarda da yine yasama yoluyla çıkarılan yasalarla yetkiye dahil edildi. Yargıç ve savcıların görevleri nedeniyle işledikleri kusurlar ya da suçlar karşısında kendilerine uygulanacak yaptırımlar belliyken, siyasi davalarda yürütmenin hoşlanmadığı kararlar veren yargıçlar ya da savcılar herhangi bir görev kusuru ya da suçu işlemeksizin aynı yaptırımlara maruz kaldı ya da bu tehdit altında çalışmaya zorlandı. Görev yeri değiştirildi/sürüldü ya da daha alt mahkemelerde görevlendirildi vs. Ama bununla dahi uğraşmak istemeyen yürütme/iktidar nihayetinde kendi sözünden çıkmayacağını bildiği, kendisiyle aynı ideolojiyi, daha doğrusu çıkarı paylaşan kişileri yargıç ve savcı olarak atayarak kendi siyasi görüşü doğrultusunda kararların çıkmasını sağladı. İktidar aparatı olarak görev yapan bu yargıçların dışındakiler de “Yargıçların Tarafsızlığı ve Bağımsızlığı” ilkesinin gereği olan yargıç güvencesinden tamamen yoksun olduklarını, iktidarla inatlaşırlarsa, cezaevine yolladıkları sanıklar gibi kendilerinin de kolluk kuvveti zoruyla aynı akıbeti paylaşabileceklerini biliyorlardı. Sonunda da ortaya tamamen yürütme güdümünde bir yargı ortaya çıktı ve ne yasalara ne Anayasa’ya ne uluslararası sözleşmelere ne de AİHM kararlarına uyan, kısaca halihazırda geçerli olan hukuka aykırı kararlar vakayı adiyeden hale geldi.
Ama gerçekte ortada olan, hukuka aykırı kararlar mı yoksa başka bir şey mi? Bir yargı kararının “hukuka aykırı” olabilmesi için o hukukun sadece kağıt üzerinde olması yetmez, hukuka aykırı karara uygulanacak yaptırım da gereklidir. Örneğin hukuka aykırı karar veren alt derece mahkemesinin kararı üst derece mahkemesi tarafından bozulur; aksi takdirde, yani hukuka aykırı karar bir şekilde kesinleştiğinde ceza davalarında devletin yurttaşa tazminat yükümlülüğü ortaya çıkar. Başka bir ifadeyle, hukuka aykırı karar vermenin yargıçlar ve devlet aleyhine bir bedeli vardır ve bunu da hukuk sağlar. Ama ortada bunu sağlayabilecek bir hukuk yoksa, yani alt derece mahkemesinin kararı üst derece mahkemesi tarafından sorgusuz sualsiz onanıyor/onaylanıyorsa ve özgürlüğünden yıllarca yok yere mahrum kalmış yurttaşlar son çare olarak AİHM kapılarında sürünüyorsa ortada hukuka aykırılık değil, hukuksuzluk vardır. Ya da esasında başka bir hukuk vardır.
Hukukun sadece modern hukuk olmadığını, yani temsili demokrasiye, kuvvetler ayrılığına ya da toplum sözleşmesine dayanmama ihtimalinin de olabileceğini artık biliyoruz. Üstelik hukukun yazılı bir yasaya dayanmak zorunda da olmadığını, fiili durumun da hukuk sıfatı taşıdığını ve modern hukukun fiili geçerliliğin olmadığı yerde, başka bir fiili gerçekliğin hukuk haline gelebileceğini de. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana bir şekilde anayasa ile bağlı olan yürütme/iktidar, artık o Anayasa ile ya da onayladığı, dahil olduğu uluslararası sözleşmelerle bağlı olmadığını gerek açıkça gerekse yargı kararlarıyla deklare ediyorsa, Anayasa’nın henüz meydana gelmediği o kuruluş aşamasına geri dönülmüş, iktidar/yürütme de devletin belli bir aşamasında iş gören sıfatından sıyrılarak “kurucu” rolüne soyunmuş, kartları yeniden dağıtmaya başlamış demektir. Dolayısıyla halihazırda Türkiye’de olan da yeni bir kurucu iktidarın işbaşında olduğudur. Bunun en önemli delili de güncel hiçbir hukuk kuralı ile bağlı olmaksızın, iktidarın, halka yargı kararlarıyla uyguladığı, güncel tek bir hukuki dayanağı ve o hukuka bağlılığı olmayan, kendinden menkul saf/çıplak şiddettir. Kurucu iktidarların uyguladığı türden şiddet.
Ama elbette kurucu iktidar olmak o kadar kolay değildir ve her iktidar kendi gücüyle sınırlandırılmıştır. Halihazırda AKP iktidarının, kendini güncel hukuktan azade sayıp saf/çıplak güç kullanması, bunun için yeterince güçlü olduğunu gösterir ama işin kalan kısmı için aynı güce sahip olup olmadığı, kartları yeniden dağıtırken papazı bulma ihtimalinin bulunup bulunmadığı henüz muamma. Ama bunu bir kenara koymak ve başka bir şeyi tartışmak daha elzem görünüyor. O da güncel hukuku yok sayıp saf/çıplak güç kullanacak kadar güçlenmiş ve şimdilik bunun hukukunu yaratmış bir iktidar karşısında, artık modern hukukun ve yasaların içinden konuşarak iktidarı o uymadıkları hukuka davet etmenin ve uygulanan saf/çıplak şiddetin “hukuka aykırı” olduğunu iddia etmenin artık hiçbir anlamının kalmadığıdır.
O halde artık ortada hukukla, yargıyla dizginlenen bir iktidar yoksa ve iktidarını da yargı yoluyla saf güç üzerinden yürütüyorsa, karşısına çıkarılabilecek olan yegane şey demokratik güçtür; muhalefetin gücü. İktidarı güncel/modern hukuka çağırmayı, iktidarın her saldırısında kendi içine ya da sınırlarına çekilmeyi, devleti korumak adına iktidarın çoğu icraatına kafa sallayıp destek vermeyi, “küçük olsun, benim olsun” oluşumları bir kenara bırakarak, gerçek bir muhalefet gücüyle, dayanışma gücüyle karşına çıkabilmektir. İfade özgürlüğünü kullanan gazetecinin programlarına son vererek, Kürtlere uygulanan şiddet karşısında “TSK gözbebeğimizdir” şeklinde demeç vererek, ezilen her kesimin aslında bir sınıf olduğunu unutarak insanları etnik ya da lokal siyaset yapmakla suçlayarak siyaset yapmak bu ülkede artık mümkün değildir. Ülkeyi saf güçle yöneten bir iktidara, ancak dayanışmayla, birliktelikle ve bunların toplamı olacak güçle karşı koyulabilir. Aksi takdirde papazı bulanın iktidar değil, halk olabileceği göz önüne alınmalıdır. Kulağa hoş gelmediğinin ve insanlığın eski zamanlarına dair çağrışım yaptığının farkındayım. Ama siyaset denen kavramın, ister kabileler arası ister modern devletler arası isterse bir ülke içindeki taraflar arası olsun, her zaman güç ilişkisi olduğunu hatırda tutarak.