Tanıl Bora ile Söyleşi: Enternasyonalizm Bir Değerdir

Son dönem yazılarınızda tahsilli orta sınıflarda krizle, esnekleşen bir dünyanın yarattığı güven erozyonuyla bağlantılı bir milliyetçileşmeden bahsediyorsunuz. Bu kesimler aslında geçmişte solun tesir sahasına dahildiler. Dolayısıyla bu kesimlerdeki milliyetçileşme solun da toplumsal dayanaklarını kemirmiyor mu? Bu bağlamda merkez soldaki milliyetçileşmeyi klasik Kemalizme bir rücu etmeden ziyade, yaslandığı toplumsal kesimlerdeki bu değişimle açıklamak gerekmez mi?

Burada birkaç şeyi paralel olarak düşünüyorum. Bu kesimlerin bir kısmında bir sol kimlik kendiliğinden verili. Sol sanki kendileriyle kaim, kendileri fıtraten, doğal olarak solcular ve zaten yönelimleri her ne olursa olsun solu temsil ediyorlar, gibi. Bu asıl solun başka bir krizine de işaret ediyor bence. Hayat tarzı solculuğu diye karikatürize edilen ya da eleştirilen durum var ya… Herhangi bir toplumsal ya da siyasal etkinlikle, angajmanla bir ilişkisi kalmamış ya da alabildiğine körelmiş, salt kültür tüketiciliğiyle, “medeni” diye kodlanan bir şehirli hayat tarzıyla kaim hale gelmiş kültürel solculuk. Şimdi bu zümrenin bir kısmı, “şehirli” olmaklığı ve kültür tüketiciliği rutini aracılığıyla kendini zaten solda görüyor. Bunda bir problem görmüyorlar ve onların milliyetçiliği de kendiliğinden sol bir milliyetçilikmiş gibi oluyor kendi nazarlarında; böylece kendilerini kolayca rahatlayabiliyorlar. Bence problemlerden biri, bu. Şu sorulabilir; solculuğun başka hiçbir zemini kalmadıysa, bu “hayat tarzı solculuğu” dediğimiz şey bari hiç değilse bir korunak sağlamıyor muydu? Belli ki buraya kadar, böyle bir yere kadar sağlayabiliyormuş. Böylece solculuğun orta sınıflara, orta sınıfların gündemine sıkışmasının da hudutlarını görmüş oluyoruz. İşte bu da sol açısından birçok tarafı ile problem edilmesi gereken bir durum. Milliyetçiliğe kapılma meselesine dönersek: Kuşkusuz aynı zamanda solun milliyetçilik ideolojisiyle geçmişte hakikaten yeterince hesaplaşmamış olmasının yükü de şimdi ortaya çıkıyor. Özellikle Kemalizm ile, belirli bir Kemalist söylemle solun yurtseverliğe ve anti-emperyalizme yüklediği anlamların fazla sorgulanmaksızın ortaklaşmış olması. Oradaki ince ve kalın ayrımların yeterince gözetilmemiş olması şimdi bir yük olarak ortaya çıkıyor.

Şöyle bir yere bağlamaya çalışalım. Yazılarınızda ve konuşmalarınızda sürekli olarak tam zamanlı, adanmışlığı temel alan, merkezi hiyerarşik örgütlerde gelişen bir milliyetçilik ve faşizmin yanı sıra post ya da pop olarak adlandırdığınız daha “esnek” faşizm biçimlerinin hızla gelişimini vurguluyorsunuz. Hatta geçenlerde Boğaziçi Üniversitesi’nde bu durumu performatif faşist siyasallaşma olarak adlandırdınız. Aynı durum ama şimdi sol için de geçerli anlattıklarınıza baktığımız zaman, bu demin söylediklerinizle de bağlantılı olarak; yaşam tarzı solculuğu ve bunun sınırları. Solun milliyetçilikle olan mücadelesinde aslında bu daha esnek, daha gündelik, daha performatif alanları da hegemonize etmesi, oralarda da var olması gerektiğine dair bir fikir var bir taraftan ya da bunu bir gereklilik olarak tanımlama ihtiyacı duyanlar var. Bir taraftan da solun sürekli orta sınıflar arasına sıkışıp kalmışlığının, ezilen kesimlerle arasndaki bağın kopmuş olmasının zorluklarını -özellikle de milliyetçilik karşıtı mücadelede- çok net bir şekilde yaşıyoruz. Çünkü sürekli olarak biz bir refleks ve savunma pozisyonundayız ve belirli bir gündelik anlar içinden siyaset üretmeye çalışıyoruz. Bu bağlamda sol nasıl bir toplumsal çıkış icat edebilir?

Bir yandan, o bütünlüklü, doktriner bir bütünlüğe dayanan, sıkı örgütlü bir faşizm de yok değil. Ama ele avuca gelmesi daha zor, yayılması ise daha kolay olan faşizm görünümleri, işte o dediğimiz, sıradan faşizme, pop-faşizme ilişkin olanlar. Peki, şunu soralım şimdi kendimize: Faşizmin bu biçiminin karşısında durmak için gereken, bizim hep varsaydığımız (eksikliğini varsaydığımız!) şema mıdır, yani bütünlüklü, rasyonel, bütünlüklü bir programa dayanan bir yapı? Biz hep onu arıyoruz, acaba yanlış mı yapıyoruz? Acaba, hiç de orta sınıflara sıkışması gerekmeyen, alt sınıfların hal ve arayışlarıyla da temas kurabilecek olan, “performatif” bir mücadeleyi yeterince gözetmiyor muyuz? Basitleştirirsek, pop-faşizme karşı, omurgasını koruyan bir sol-pop? Bu “acaba”ları bir şey ima etmek için, cevabını iyi bildiğim için sormuyorum, hakikaten merakla soruyorum. Mesela Almanya’da neo-Naziliğin yükselişini sorun edenlerin kimileri şunu diyorlar: bu neo-Naziler, neo-Nazi rock grupları çıkarıyorlar, kendi gençlik kültürlerini, asi kılıklı gençlik kültürünün Nazi versiyonunu yaratıyorlar ve bu halleriyle cazip oluyorlar. Yani bir program yok, derli toplu bir ideoloji yok, parti üyeliği falan da yok ama bu kanallarla gençler neo-Nazi âlemine dâhil oluyorlar, yarın öbür gün oy da verirler. Almanya’daki tartışmalarda birçokları diyor ki; eyvallah, güçleniyorlar, tehlikeli, tamam, ama bunun karşısında sol gençlik kültürü daha ‘cool’ ve daha ‘eğlenceli’ olduğu oranda bunların şansı yok! Yani sonuç itibarıyla, sol (aslında, “sol”la, asgari anti-faşist duyarlılığa sahip her kesimi kastediyorlar bu tartışmada) hâlâ daha ‘cool’ ve eğlenceli bir gençlik kültürünü oluşturduğu oranda, üstün gelir. Tabii bu örneği kendi hudutlarından taşırmayalım, neticede pop kültürü ve gençliğin eğlence kültürüyle ilgili bir tesbit. Orta sınıf şehirli gençlik kültüründeki ‘cool’luğa bir direnç noktası, bir kıymet olarak sarılmaya kalacak değil ya işimiz! Ama bu tartışmadan bir küçük hakikat türetebilir miyiz, ona bakalım. Daha eğlenceli olmakta, olumlu anlamda provokatif olmakta bir cevher yok mu sahiden? Bunlar hakikaten şu zamanda siyaseten etkili olmanın, bir fikrin dolaşıma girmesi ve etkili olmasının unsurları. Sadece eğlence, neşe ya da -enflasyona uğraşan o sözle- “keyif”le ilgili, “hedonist” mecrada da düşünmeyin bunu. Bu, kapılardan, yordamlardan sadece biri... Esas itibarıyla, eylemin yaratıcılığından bahsetmeye çalışıyorum. Birikim’de sinizm ve “iyi pragmatizm” üzerine tartıştığım iki makalede anlatmaya çalıştığı mesele: Gösterisel anlamda, ispat-ı vücut anlamında değil, “taş üstüne taş koyma” anlamında eylem... Bu anlamda eylemin ve beyşeri münasebetin yaratıcılığı... Dediğim gibi, biz derli toplu rasyonel sözün tutkunuyuz –ben iyice öyleyim!- ve galiba imgeyle, edâyla, jestle, sanatla söylenecek sözü fazla ihmal ettik. O ‘kırık’ görünen dillerin eleştirisini, “okumasını” yapmaktan öte bizzat o dili konuşmanın yordamları, önemli geliyor bana. Mesela üzerine daha çok konuşulan bir şey: sanal âlemde, internet atışmalarında var olmak. Bunu asli ve hele yegâne değil, ama basbayağı “bir” politik mesai olarak düşünmek… Biz genel olarak solda bunları siyasal stratejinin unsurları olarak düşünmeye çok yatkın değiliz. Hep rasyonel bir bütünlük içinde, bütüncül özneler varsayarak düşünüyoruz. İnsanların fragmanlaşmasını hesaba katmadan veya bunu salt bir bozulma olarak düşünerek… Türkiye’de duyguları yöneten etkenler daha çok hâkim medya kültürünün ve onun da içerisinde dönenen faşizan sağ siyasal kültürün hâkimiyetinde olduğu için, oralardan tabii uzak durmak lazım. Ama bu uzaklıkla ve bundan irkilişle, duygudan uzak, soğuk akla dayanan bir dili ve davranışı hâkim kılmamız gerekir refleksi ile davranıyoruz. Israrla tekrarlıyorum: ‘Bu yanlış, böyle olmamalıdır’ı güçlü bir şekilde söyleyemiyorum. Politikanın “estetize etmenin” veya “sentimentalize” etmenin, duygusallaştırmanın belâları malum, zinhar böyle bir şey söylemiyorum. Ama burada bir problem olduğu da açık. Burada bir problem var ve geniş alanları terk ederek mağlubiyeti kabul etmiş oluyoruz. Başka dillerde de konuşmanın ikiyüzlü olmayan, faydacı, “araçsal” olmayan yordamlarını aramak lâzım gibi geliyor bana. Ezber bozma deyip duruyoruz ya, bir de böyle bir cephesi olmalı.

Türkiye’de de örnekleri var bu daha coşkulu ve eğlenceli siyaset yapma biçimlerinin. Mesela Barışarock, bir rock festivali, savaşa karşı bir rock festivali. baktığınız zaman manifestosu solun dile getirdiği birçok talebi içeriyor ve on binlerce genci biraraya getirebiliyor. Fakat bu saman alevi gibi, arkası gelmiyor. Aslında Avrupa’da da uzun süredir buna paralel tartışmalar yapılıyor: Bir toplumsal hareketlilik var ama bunun siyasal karşılığı bu hareketliliğe kıyasla son derece cılız. Özelikle genç kuşakların bir düzeyde radikalleşmesinden bahsedilebiliyor fakat buna karşılık gelen bir siyasal angajman söz konusu değil. Burada iki şey sormak istiyorum: İlki siyasi olarak tarihsel dogmatizmin tek alternatifi amnezi mi? Yani geleneksel siyaset biçimlerinin tek eleştirisi bu gelenekler içindeki radikal unsurların unutulması mı? İkincisi de solun toplumsal tekabüliyetinin son derece aşınmış olmasıyla ilgili. Bahsettiğin bu performatif siyaset biçimlerinin toplumsal olarak kalıcı olabilmesi için solun uzun soluklu ve güç ve hafıza birikimine dayalı bir siyaset bir yapması gerekmiyor mu?

Orada asıl mesele hafızasızlık, kendi geçmişinden kopuk olmak mı? O ayrıca bir sorundur, ayrı mesele. Ama burada bence sorun, solun temas bulduğu bu noktalarda, o teması gerçekten alışverişli kılacak, diyaloga dönüştürecek yetenekten yoksun olması. Barışarock örneğini çok iyi bilmiyorum ama birçok başka örnek var. Herhangi bir temas noktası yakalandığında, hemen kendi hazır cümlelerini ve standart slogan repertuarını dikte etmeksizin, birlikte slogan üretmek... Ya da belirli bir alandaki ortak var oluşun, belki o alanla sınırlı belki ama sürdürülebilir bir ilişki olmasını sağlamak. Bu yetenekten mahrum sol. Ancak “korsan” bir ilişki kurabiliyor. Kısa süreli bir ilişki içinde infilakî bir şey yaratabiliyor ya da oradan kadro devşirebiliyor ama o alandaki temasın sürdürülebilir bir temas olmasını sağlamak ve bunları çoğaltmak önemli. Bu yetenekten neden yoksun sol? Öncelikle, kitleselleşmenin ve toplumsal aktivizm geleneğinin zayıflaması ile ilgili. Bir toplumsal aktivizm geleneği vardı, o neden kesintiye uğradı ve nasıl kesintiye uğradı? Hafıza sorununa gelirsek, bunun muhasebesini yapmakla ilgili evet bir amnezi sorunu var. Yani geçmişi yüceltip “biz neydik” diyerekten kendini iyi hissetmek için yapılmayan, hamaset de melankoli de üretmeyen sahici bir muhasebeyi gerçekleştirmek ve bundan ders çıkarmak. Bunda hakikaten eksiğimiz var. Bir yandan da toplum değişiyor, solcuların toplumsal profili de değişiyor. Aktivist deneyimin, -hem olmuş olduğu hem halihazırda olduğu kadarıyla-, kendi yapıp ettikleriyle ilgili düşünmesinde kısırlık var. Sol entelijansiya ile sol aktivizm arasındaki ilişki, -yine hem olmuş olduğu hem halihazırda olduğu kadarıyla- verimsiz bir ilişki. İki tarafın da kendini zorlamadığı bir ilişki. Entelijansiyayı cidden düşünmeye, biraz kendi kalıplarını zorlamaya itmeyen, ondan sadece konferans katılımcılığı, metin yazarlığı ve imza isteyen bir aktivizm tarzı… İki dünya da birbirinden gerçek anlamda beslenmiyor, potansiyellerini ve kapasitesini geliştirmeye zorlanmıyor. Verimsiz bir iş bölümü. Geçmişte sol entelijansiya ile ilişkisi, toplumsal aktivizmle arasındaki ilişkisi başka türlü müydü? Çok farklı değildi, belki sorunun bir nedeni de burada.

Yukarıda bahsettiğin boşluğun bir başka yönü de var sanki. Milliyetçiliğin çoğu kez romantik temalara dayanan coşkulu dili karşısında sol çoğu zaman akılcı, fazla soyut ve kuru bir söylem kullanabiliyor. Özellikle liberal haklar ve vatandaşlık vurgusu bir bize tutunma gayreti içerisindeki insanlar nezdinde beklenen etkiyi yaratmayabiliyor. Pathos'u tamamen karşı tarafın tekeline bırakmak, somut bir biz duygusunu ve onun sıcaklığını milliyetçiliğe terketmek sol açısından sorunlu değil mi?

Evet, baştan beri hep bu derdin etrafında dolanıyoruz ya zaten… Sol açısından, mesele, hangi duygulara ve nasıl hitap edileceği meselesi. Sosyalistler, ajitasyondan, insanları peşlerine takmak üzere gaza getirmeyi anlamazlar. Bayrak açarak, İstiklal Harbi mitolojisine abanarak yapılan gûyâ “anti-emperyalizm”in seferber ettiği heyecanların nasıl heyecanlar olduğunu bilirler, ondan kaçınırlar. İnsanların mağduriyet duygularını okşayıp acizlerin öfkesini körükleyerek yaratılan duygu selleri, faşizme akar. Bize lazım olan “sıcaklık”, bize lazım olan

“Biz” duygusu, milliyetçilikte bulunamaz. Ne lazım bize? Yoksulluğu, açlığı skandalize etmek… Skandalize etmek, diyorum; hayret, kabullenememe, isyan duygusuyla üzerine varmak yani… Milliyetçi hamasetin “ulusal onur” naralarına karşı, “insan onuru”nun Pathos’u… İnsan onurunu çiğneyen, evet dediğiniz gibi sadece “negatif özgürlük hakları”yla ilgili değil, sosyal haklarla da ilgili durumları skandalize etmek… Acze itilen insanlarla hemdert olmak… Mağduriyet öfkesini, günah keçilerini taşlamaktan, yapıcı bir enerjiye, bir kurucu iradeye dönüştürmek… “Biz”i o empatinin ve o kurucu iradenin üzerine kurmak… Bizim “Biz”imiz, her haliyle kendine hayran bir “biz” olamaz. Bizimki, kurulacak bir Biz. Ama bunun heyecansız, “duygusuz”, salt hukuki terimlere bağlı bir Biz olduğunu kim söylüyor ki?

Solun bazı kesimlerinde “yurtseverlik” temasının öne çıktığı görülüyor. Dünyada da sol/sosyalist hareketle yurtseverlik arasında hep netameli/tartışmalı bir ilişki oldu. Örneğin yurtseverliği sol enternasyonalizmin önemli bir öğesi sayan Jaures ya da tam tersine yenilgiciliği/antipatriyotizmi savunan Lenin. Siz bu temanın Türkiye solunda yeniden gündeme gelişini nasıl bir bağlama yerleştiriyor, bu tartışmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Solun tarihinde bence temel açık, yurtsever kimliğinin, sol hareket ve ideoloji içerisinde taşıyıcı bloklardan birini oluşturmadığı tali bir sıfat olarak kullanıldığı dönemde, yani görece “zararsız” olduğu bir dönemde içinin fazla doldurulmamış olması. Yurtseverlik, otantik kavramsal kaynağı itibarıyla, insan hakları düşüncesiyle, evrenselcilikle ve kozmopolitizmle iç içe geçmiş bir düşünce, bütün bunların taşıyıcısı olan bir düşünsel miras. Türkiye’de, bu mirastan son derece kopuk bir yurtseverlik söylemi var bir kere. İkincisi, yurtseverlik ile emperyalizm meselesi arasındaki ilişkide sorun var. Sosyalist bir yurtseverlik anlayışının eski emperyalizm kavramı ile değil, en azından Lenin’den beri gelen emperyalizm kavramıyla iş görmesi gerekir. Yani emperyalizmi dışsal bir olgu olarak değil, kapitalist ilişkilerin bütün dünyaya ve yaşam dünyalarına nüfuz etmesi olarak kavrayan, iç-dış ayrımına saplanmayan, tekinsiz ve ürpertili “dış güçler” ve “yabancılar” mefhumlarıyla iş görmekten uzaklaşmış bir emperyalizm kavramına dayanması gerekir. Bu da bizim sol düşünsel geçmişimizde zayıf bir nokta. Mahir Çayan’ın emperyalizmi içsel bir olgu olarak tanımladığı noktada dahi, -ki bu Kemalist milliyetçilikten ve onun sözümona anti-emperyalizminden bir kopuştur-, komprador burjuvazi, işbirlikçi burjuvazi vb. kavramların içine yerleştiği söylemsel evren, milliyetçi sızmalara açıktır. Demek istediğim, emperyalizm eşittir yabancılar, dış mihraklar çağrışımlarıyla fazla cebelleşmemiş bir gelenekten geliyoruz. Dolayısıyla emperyalizmi “dış güçlerin oyunu”, “yabancı nüfuzu” olarak dışlaştırarak, anti-emperyalizmi “kendi özümüz”ü yücelten milliyetçi bir zihniyete temel yapmak mümkün olabiliyor, bugün gördüğümüz gibi. Dediğim gibi, otantik anlamıyla yurtseverlik milliyetçilikten farklı bir şeydir. Ama bizim bugün Türkiye’deki kullanımımızda bunu anlatmamız zor. “Biz milliyetçi değil yurtseveriz” diyen solculardan çok azı, milliyetçilikten gerçekten uzak. Özcü bir kimlik tanımına dayanan, ırkçı çağrışımlardan tiksinmeyen bir tutuma, yurtseverliği milliyetçilikten gûya ayırt edenler arasında da pekâlâ rastlanabiliyor. Tabii bugünkü dünyada bu hayati ayrımı müşkülleştiren başka bir etken de var: Amerika’nın Irak işgali. Bu basbayağı eski tip emperyalist bir müdahale aynı zamanda. Kapitalizmin bütün dünyaya nüfuz etmesi, finans-kapital ihracı vs.’nin ötesinde, basbayağı askeri işgal. “Eski” emperyalizmin görünümlerinin hortladığı bir boyut da söz konusu. Bu durum manzarayı ve kafaları bulandırıyor ve hakikaten 1914–1918 koşullarının yeniden canlandığı bir dünya vizyonunu ve buna ilişkin muhtelif kaygıları (bir yanıyla “öğrenilmiş” kaygılar bunlar!) canlandıran bir nitelik taşıyor. Bunu da hesaba katmak ve buna göre düşünmek lazım. Yapılması gereken, tuzu kurulukla, emperyalizm tanımlarını çarpıştırmak değil elbette. Mesela Küresel BAK (Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu) girişimi, milliyetçiliğe bükülen bir yurtseverlik söylemine asla sapmadan, gayet açık bir tavır sergiliyor. Ama ne yazık ki Küresel BAK’ın yaklaşımı sol içinde de hâkim duruma gelemiyor. Neden gelemiyor? Acaba burada da “patetik” olanın bir eksikliği mi söz konusu? Beri yanda, Milli Mücadele döneminin referanslarına tutkuyla sarılan milliyetçi anti-emperyalizm söylemi, Çanakkale, Kuva-i Milliye, yedi düvele meydan okumak, Mustafa Kemal… gibi herkesin ilkokuldan beri hafızasında yerleşik olan çok bereketli bir tarlaya tohum atıyor sürekli. Bunun karşısında sahiden sol-yurtsever diyebileceğimiz, ya da yurtseverliğe müracaat etsin etmesin sol bir anti-emperyalist söylem kuru kaçıyor. Aslında kaçmaması gerekir bana sorarsanız, solun enternasyonalizmi yeterince “heyecanlı”dır. Ama işte o heyecanın da üslubuyla, “kipiyle” ilgili bir mesele var; milliyetçiliğin faşizan ajitasyonuyla aynı dille baş etmeye kalkışamazsınız. O halde heyecan ve duygunun sadece muhtevasını değil “kipini” değiştirmekle de meşgul olunacak. Baştan beri konuştuğumuz meseleye dönüyoruz.

Bu noktada solun en önemli değerlerinden enternasyonalizm tamamen göz ardı edilmiş gibi gözüküyor. Hatta anti-emperyalizm enternasyonalizmin yerine ikame ediliyor diyebiliriz miyiz? Geçmişte çoğu kez enternasyonalizm su ya da bu halkın mücadelesinden ilham almak ve onunla dayanışmak, ondan dersler çıkarmak olarak anlaşılıyordu. Günümüzde ise bunun ötesine taşan enternasyonalizm biçimleri ortaya çıkıyor. Yani sınırların ötesine taşan ortak kampanyalar (mesela issizliğe karşı Avrupa yürüyüşleri), ortak örgütlenmeler (Via Campesina gibi bircok değişik ülkeden tarım üreticilerini biraraya getiren yapılar) ve elbette sosyal forumlar. Bu süreçlerle ilişkilenmek konusunda Türkiye`de de oldukça cılız çabalar var aslında. Hiç değilse bölgesel düzeyde ortak mücadele temelli böylesi enternasyonalizm deneyimleri ile ilişkilenmek böylesi deneyimleri zayıf olan bizim sol acısından sahici bir enternasyonal bilincin ya da duygunun oluşumuna yol verebilir mi?

Ulusalcı cepheden şöyle kurnaz sataşmalar formüle edilebiliyor: Türkiye’deki özelleştirmeler ya da neo-liberal tahribatla ilgili uluslararası sendikalar hiç dayanışma gösterdi mi bakalım? Yani enternasyonalizmin “yalan” olduğunu işleyerek, neticede güya soldan doğru “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” şiârını işliyorlar. Enternasyonalizm diplomatik bir mesele, bir strateji değil, aynı zamanda bir değer. Demin dediğim gibi, enternasyonalist söylemin de kendi heyecanı, kendi tutkulu dili vardır pekâlâ. Hiç de tuzu kuru ve ruhsuz bir dil de değildir. Bir miktar da nostalji hakkımı kullanayım: Türkiye’de 1970’li yılların solcuları adını ilk defa duydukları bir Afrika memleketindeki bir siyasi hareketten heyecanlanan, ona ilgi gösteren insanlardı. Elbette naiflik vardı, politik faydacılığın deformasyonu da vardı burada; ama neticede haritada yerini dahi gösteremeyecekleri bir devrimci hareketin haberinden heyecanlanırdı insanlar. E, bu da bir heyecan tarzı işte! Bu konuda takviyeye ihtiyaç var. Burada tabii Latin Amerika önemli. Latin Amerika’daki heyecanın ve dinamizmin ele alınma biçiminin de gayet milliyetçi okuma biçimleri var, özellikle Chavez örneğinde. Latin Amerika’daki heyecan ve hareketlilikten, özellikle toplumsal örgütlenme deneyimi bakımından neler devşirilebileceğini araştırırken, bence enternasyonalizmi takviye etmek için de faydalanmamız lazım. Sadece çirkin ve katil ABD’ye meydan okuyorlar diye “helal” demekle, ABD egemenliğine karşı jeostratejik karşı-komplolar hayal etmekle olmaz tabii enternasyonalizm. Latin Amerika’da heyecan verici örneklerini gördüğümüz öz-örgütlenme ve dayanışma deneyimlerini, kendini bir toplum olarak yeniden kurma iradesini “sınır tanımayan” bir deneyim ve fikir haline getirmekle olur.

Son dönemde Kürt meselesiyle bağlantılı olarak “iki milliyetçilik tezi” olarak adlandırılabilecek bir görüş yaygınlık kazanıyor. Buna göre sadece Türk milliyetçiliği değil, buna paralel olarak Kürt milliyetçiliği de yükselmektedir. Bu yaklaşım milliyetçiliği sadece bir söylem olarak değerlendirmesi ve bu anlamda taraflar arasında bir simetri yaratarak somut ezme ezilme ilişkisini es geçmesi anlamında sorunlu değil mi? Her ikisi de “milliyetçi” olan taraflara “eşit” mesafe alınca tabiyet ilişkisi ortadan kalkmış olmamakle kalmıyor, gizlenmiş de olmuyor mu? Örnekle anlatmak gerekirse İsrailliler de milliyetçi Filistinliler de demenin politik olarak bir anlamı var mı?

Bu zorlu bir soru. Ben ezen ulus-ezilen ulus ayrımının neredeyse “ontolojik” bir ayrım haline getirilmesini hiç doğru bulmuyorum bir kere. Soldan bakarken, milliyetçilikle sürekli tetik durulması gereken tehlikeler, tekinsizlikler bütün milliyetçilikler için söz konusudur. Kürt milliyetçiliği de bundan muaf değildir. Ve Kürt milliyetçiliği diye bir problem de var. Kürt siyasal hareketinin, hareketlerini topyekûn milliyetçilikle tanımlayamayız, ama orada güçlü bir milliyetçi vektörün varlığı da açık. Burada hassas nokta şu: Bütün ulusal hareketlerde patriyotist damarla, Medeniyet Kaybı kitabındaki makalede de anlatmaya çalıştığım, az evvel de kısaca bahsettiğim sahih anlamıyla yurtseverlik ile milliyetçilik arasında bir gerilim vardır. Pozitif tanımıyla, sosyal meselelerle teması güçlü, sosyal olanı etnikleştirmeyen, milleti vatandaş toplumu olarak tasarlayan, bir toplum tasarımı ve “toplum kurma” iradesi anlamında; negatif tanımıyla da, etno-kültürel çağrışımlardan uzak, dahası onlara karşı tetik durma anlamında yurtseverlik. Kürt siyasal hareketinde de, yurtseverlikle milliyetçilik arasında böyle bir gerilim var. Topyekûn “Kürt milliyetçiliği” deyip geçmek, yanıltıcı olur. Özellikle içinde bulunduğumuz dönemde bu hareket içerisinde, yurtsever damar ile milliyetçi damar arasındaki gerilim ve kafa karışıklığı had safhada kabarmış durumda. Oradaki iç gerilim, verimli bir gerilime dönüşebilse, bundan olumlu bir şey doğabilse keşke. Görebildiğim kadarıyla Barzani hareketinin, KDP geleneğinin etkisi, onun kazandığı ikbalin meydan okuması, Türkiye’deki Kürt hareketinin içersindeki bu gerilimi ajite ediyor. Etno-kültürel temelli bir Kürt milliyetçiliği çizgisine râm olmak ile, bu söyleşide itinayla yerleşik kullanımından ayırt etmeye gayret ettiğim yurtseverlik çizgisi arasındaki ayrım giderek zorlanıyor. Mesela Kürt siyasal hareketinin 60’larını, 70’lerini falan “sola bulaşarak heder ettiğini”, çünkü bu yüzden arı duru bir “Kürdî” kimliğin uzağına düştüğünü söyleyerek hayıflananlar oluyor! Bu noktada da Kürt hareketi içersindeki, -yerleşik “kolaycı” kullanımından ayırt etmek için yine ısrarla sıfatlarla beziyorum-, “sosyal mesele”lerle bağını yitirmemiş, sol esinlerini özcü bir kimlikçilik içinde erimemiş o yurtseverlik damarının saklı kalması çok önemli bence. Var hâlâ böyle bir damar. Onun yitip gitmemesi, sadece Kürtler için değil, sadece Türkiye için değil, bütün Ortadoğu için önemli bence. Sol ortak paydada, ulusal kimlikleri yatay kesen temasların ihya edilebilmesi çok önemli. Buralarda mesafe alınabilmesi için, kuşkusuz milli kimliğe dayalı dışlama ve kriminalizasyon mekanizmalarının kalıcı biçimde aşılmasını başlıbaşına bir mesele olarak gözeterek, ama esasen özgül sorun alanlarına odaklanan etkinliklerin eksikliğini çekiyoruz. Diyelim, Kürt kadınların özgül mağduriyet ve ihtiyaçlarını da hesaba katan, ama kadınların kendi politik meselelerine odaklanmış, esas gündemi bu olan kadın inisyatifleri… Böylesi açılımlar herkes için hayat kurtarıcı ve ön açıcı olur. İşte burada büyük bir kısırlık söz konusu. Şunu da eklemek gerekiyor; gerçek bir alışverişi içeren bir diyalog yok veya cılız. Yani tarafların birbirinden öğrendiği ve “Türk tarafı”-“Kürt tarafı” sabitesinin aşılması perspektifini taşıyan bir diyalog. Çoğunlukla bu tür diyaloglar, bu tür alışverişler, milli kimlikler saklı ve asli kalarak sürdürülüyor ve bu bir türlü aşılamıyor. Diplomatik dili ve kuş dilin hudutlarından bir türlü çıkılamıyor.

Ermeni meselesi dolayısıyla özellikle sol-demokrat çevrelerde gündeme gelen bir kavram, geçmişle hesaplaşma ya da yüzleşme. Bu yüzleşmenin araçları neler olabilir? Yüzleşmenin sadece `entelektüellerin` dert edindikleri bir mesele olmasının haricinde toplumsal bir ihtiyaç halini alması hangi koşulların ürünüdür? Başka türlü bir gelecek arzusunun zayıfladığı koşullarda başka bir geçmiş arayışı gerçekten gündeme gelebilir mi?

Birgün’deki bir yazıda “unutuş kumkuması” dediydim... Doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın “susuş kumkuması” sözü var ya… Oradan ilhamla bir unutuş kumkumalığından söz edebileceğimizi düşünüyorum Türkiye’de. Çünkü halının altına süpürülmüş çok “geçmiş” var. Bir yığın travmatik olay var hesaplaşılmamış, bir şekilde üstü örtülmüş, idare edilmiş, katman katman üst üste binmiş. Bunların farklı mağdur kesimleri var, bunlar arasında öncelik mücadeleleri de var. Geçmişimizde hesaplaşılması gereken en travmatik yaşantımız, toplumsal bilinçdışımızın en mühim belası hangisi? Bunlar hangi “sırayla” ele alınmalı? Ve tabii hangi üslupla? Şubat sonunda İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde yapılan Geçmişle Hesaplaşma Konferansı’ndaki konuşmalarda da ısrarla vurgulanmıştı ki geçmişle hesaplaşmanın kendisi de travmatik bir tecrübedir. Dünyanın her yerinde geçmişle yüzleşme deneyimlerinden geçmiş insanların bunun üslubunu, yolunu yordamını dikkatlice tartmasının sebebi, korkaklıkları veya vaziyeti idare etmeye, oyalamaya çalışmaları değil. Geçmişle yüzleşme deneyiminin kendisi travmatik bir deneyim. Hele bununla ilgili bir tecrübesi olmamış, buna şiddetle direnmiş bir siyasal kültürde geçmişle yüzleşmenin yöntemlerini tartışmak, önemli. Mesela sözünü ettiğim Konferans’ın fikir babası olan Mithat Sancar’ın bence anlamlı bir önerisi var. Ona göre en uygun yol, en son travmadan başlamak. Bütün diğerlerini peşinden sökün ettirebilecek en taze travmadan başlamak. Mithat bunun Hrant Dink suikastı olabileceğini söylüyor. Çünkü Hrant Dink’in kişiliği ve onun temsil ettikleri, Türkiye’nin geçmişindeki birçok travmatik deneyimin de anahtarı olabilecek nitelikte. Bunun üzerinden birçok şeyle hesaplaşmaya girişilebilir. Anlamlı ve ikna edici bir öneri. Ben geçmişle yüzleşme uğraşında sanatın ve özellikle sinemanın yollar açabileceğini düşünüyorum. Mesela “Salkım Hanım’ın Taneleri” bile, -eksiği gediği tartışıldığı için “bile” diyorum-, ucundan kıyısından da olsa insanların alakasını Varlık Vergisi olayına celp edebildi. Kısmen, tabiî ki; bunun “tüketici”, “aşmayı” sağlayan bir yüzleşme performansı olduğunu söylemiyorum. Ama zaten bizim geçmişle yüzleşmenin zeminini hazırlamak, lüzumunu anlatmak ve tabii en önemlisi: bunun toplum açısından sağaltıcı olabileceğini anlatmakta çok eksiğimiz var. Türkçede “geçmişle hesaplaşma”, “yüzleşme” sözcükleri, kâh kriminal çağrışımlarla yüklü, bir takım utanç verici vesikaların ortaya dökülmesi gibi; kâh bağrını yumruklayıp kendine kahretme halini düşündüren çağrışımlarla. Kuşkusuz böyle şeyler de olabilir, böyle şeyler sökün edebilir. Ama toplamda bu toplumun toplum olma –veya olamama!- sürecindeki travmatik olaylarla sağduyulu, sükûnetli bir akıl ve duyguyla yüzleşmesinin bize iyi geleceği, bunun kendimizi daha güvenli, daha “iyi” hissetmemizi, daha “iyi” olmamızı sağlamak için gerekli olduğu fikrini anlatmakta zorluğumuz var. Bunun belki şunla da ilgisi var: Mesela solun 12 Eylül’le ilgili anlatılarına baktığımız zaman, genellikle kendi mağduriyetlerimizle ilgili konuşuyoruz. Toplumun geniş kesimi nazarında, -bizzat 12 Eylül’den çekmiş olsa bile-, öfkeli veya takıntılı hatta meczup bir mağdurlar kesiminin kendi intikam davasını güttüğü duygusu uyandırabiliyor bu. Bunun esas sebebi elbette yüzleşme kültürünün eksikliğidir ama biz de bununla baş edecek araçları aramakta çok mâhir değiliz gibime geliyor. Ki söyleyeyim, ben de geçmişin dizi dizi travmasının yumağını çözecek ipin 12 Eylül olduğunu düşünüyorum; çünkü 12 Eylül toplumun erginleşme deneyiminde travmatik bir kesintiydi ve bunu soru etmek, kendi rüşdünü, reşitlik davasını sorun etmek, geçmişle hesaplaşmanın pozitif, yapıcı bir yöntemini inşa etmeyi sağlayabilir. Tabii şu da var, unutmayalım, bütün topluma, herkese iyi gelmez böyle bir yüzleşme! Bir tarihsel sorumlulukla yüz yüze gelmesi gerekenler de olacaktır. Ama sonuçta toplum olma iradesi ve melekesi açısından sağaltıcı, toplumun özgüvenini yükseltecek, kendimizi daha sağlam hissetmemizi sağlayacak bir deneyim olarak buna ihtiyacımız olduğunu anlatabilmek lazım bir şekilde. Bunu bir siyasal gereklilik olarak kabul ettirmek. Toplumun kendisini iyi hissetmesinden söz ettim, bir de toplumun büyümesi... Demin 12 Eylül’e yüklediğim anlam da bununla ilgili, erginleşme meselesi… Kendisinden bir takım hakikatlerin saklandığı bir çocuk muamelesi yapılıyor topluma. Biraz tuhaf bir akrabanın varlığı hep gizleniyor sözgelimi, ya da babanın geçmişinde hafif karanlık bir şeyler var, geçiştiriliyor… Hayatın zorlu yanlarının kendisinden saklandığı, buluğa ermemiş bir çocuk gibi. Bu muamelenin sona ermesi ve toplumun reşit olması gibi bir meselemiz var. Bu demokratikleşmeyle ilgili de kilit bir mesele.

Hrant Dink suikastının ardından devasa bir toplumsal tepki ortaya çıktı. Kanımca biraz abartılı olmakla birlikte ciddi beklentilere yol açtı bu vicdani tepki. Şimdi birçok siyasi öneri söz konusu. Hrant Dink’in ardından gelişen atmosferi sol açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet, gerçekten birçok insan yirmi dört saat içerisinde ruhsal git-geller yaşadı o cenaze yürüyüşü deneyimine bağlı olarak, bizzat katılan veya katılmayan. Bir yandan bu toplumun soluk alınmayacak bir faşizan atmosferin egemenliğine girdiği duygusu, derin bir karamsarlık… Bir yandan burada hâlâ umut bağlanabilecek bir potansiyelin varolduğuna dair bir iyimserlik… Devamında da, “bir şeyler yapmalı” duygusu gerçekten hiçbir zaman olmadığı kadar yayıldı. O enerjinin iki kutbu var gibime geliyor. Biri, korkuyla kaim olan savunmacı bir kutup: “hepimizi öldürecekler”. “Hepimiz Ermeni’yiz” sloganının öyle bir çağrışımı da yok mu? Koyunların birbirlerine sokulup ağıla koşuşması gibi… Böyle karamsar bir şekilde okunabilir, yok değil böyle bir yanı. Hepimizin zihnini felç ediyor bu acz duygusu. O “bir şeyler yapmalı” aranışında da öncelikle kendimizi korumaya dönük bir yan var. Kendi küçük dünyamız içersindeki dayanışmayı çoğaltmak için bir şeyler yapmak - ki bu da asla küçümsenecek bir şey değil. Bu bakımdan da iyi bir durumda değiliz biz. Dayanışma kültürümüz çok şahane, küçük bir azınlığız ama birbirimize çok iyi bakıyoruz - böyle bir şey de söz konusu değil. Burada ciddi takviyeye ihtiyacımız var, özeleştiriye ihtiyacımız var. Yani savunma psikolojisi gayrımeşru değil, lüzumsuz değil ama yeterli de değil. Bir umut olması lazım. Bir şeyler yapmak için, çoğalmak için bir siyasal, toplumsal umuda sahip olmak… Bu olmadığı zaman savunmacı bir dayanışmayı dahi kotarmak zor gibime geliyor. Salt iyimserliğe ya da kötümserliğe bağlı olur o zaman. Moral enerjilere, takatlere bağlı olur; ara gazlara, bir takım cengâver fertlerin gayretlerine bağlı olur. İlla ve salt siyasal değil, buna bağlı toplumsal projelerin olması lazım. Küçük hedefler, yapılabilir ve sürdürülebilir... Mesela seçim münasip bir hedef. Bağımsız aday ve meclise mebus sokma tasarısını anlamlı ve doğru buluyorum. Ama bu, başarılsın ya da başarılmasın, dramatik bir nokta-hedef. Sürdürülebilir hedefler çok önemli. Gökten taş yağsa yine devam edecek işler... “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için çalışmak!..” Savunmacı-dayanışmacı dediğim rotada da ancak böyle mesafe alınabilir.

Son olarak şunu sormak istiyorum. Kulağa çok hoş geliyor bağımsız aday fikri fakat solun söz konusu dramatik hedeflere -belki buna yüksek siyaset diyebiliriz- tamamıyla angaje olup o bahsettiğin gökten taş yağsa sürecek olan projeleri umursamadığını düşünüyorum. Bağımsız aday önerisi solun toplumsal inşasına nasıl bir katkı sağlar? Kendini sosyal zeminde ifade eden projelere duyulan ihtiyacı önemsiz kılma potansiyelini barındırmıyor mu bu öneri?

Önemsiz kılabilir ama önemsiz kılmak zorunda değil. İçerisinde bulunduğumuz sol siyasal kültürün ortamı içersinde böyle yan tesirleri olabilir ama bunun suçlusu ve sorumlusu bu proje değil. Bu kendi içinde rasyonel bir proje. Her şeyi halledecek bir sihirli formül olarak bakmamak lazım. Biraz da aslında bir antrenman. Gerçekten yapılabilir, somut, kendi başarı hedefine ulaşabilir ve yüzünü topluma dönen bir etkinlik tarzının antrenmanı.

Teşekkürler.

Mesele, Mayıs 2007’de yayımlanmıştır