Savaş sonrası Fransa’sında, sol kesim aydınlar arasında bir şaka yaygınlaşmıştı: “Sosyalizm diye bir şey var, çünkü bir yığın insan ‘ben sosyalistim’ diyor. Kapitalizm diye bir şey yok, çünkü ‘ben bir kapitalistim’ diyen tek bir kişi bile bulamazsınız.” Reel-sosyalizmin, SSCB ve blokuyla birlikte çökmesinin ardından ‘ben sosyalistim’ sözünün rahatça telaffuz edilebilirliğinin zorlaştığını, buna karşın ‘ben kapitalistim’ sözlerinin de pek kolaylaşmadığını söylemek mümkün. Kapitalizmi “ahlâk” terimleriyle anlatmaya çalışmak ise, Türkiye'de aydın kültürüne ’80’li yılların depolitize ortamında yapılacak geriye kalan tek iş olarak algılanan bir “okuma” ve “kültürlenme” uğraşısına borçlu olduğumuz bir durum olarak ortaya çıkıyor. Türkçe’ye tercüme edilmiş bir iki kitabıyla Max Weber gibi biri, bir ara kapitalizm meselesini “ahlâki” terimlerle tartışmayı olası kılmıştı. Bunun ardından “sivil toplum” öğretilerinin tartışılmaya başlamasıyla birlikte, işleri “kapitalizme” değinen terimlerle tartışmayı neredeyse tümüyle bir yana bırakarak, hattâ Marksizmin terminolojik terkibini önemsizleştirmeyi veya utangaç bir tavırla reddetmeyi seçerek konuşmak geçerlilik kazandı. Bugün, sol ve sosyalist sözcelerin üretiminde en kolay terk edilen etiket “Marksizm”, en kolay telaffuz edilen “benlik” etiketi ise, “ben eski sosyalistim” filân gibi bir şeydir. Kapitalizmin bir “ahlâk meselesi” olduğu gibisinden düşünceler de tam bir entellektüel felâket boyutuna varabilir. Bunun nedeni, Max Weber gibi birinin bile, “dinsellik” ve “ahlâk-etik” tutumlar düzeyinde tartıştığı bir “doğuş” halinin aslında kapitalizmin artık olmayı bıraktığı, artık içinde yaşamadığımız bir yönüyle ilgili olduğu düşüncesinin gözden kaçırılmasıdır. Weber'in eseri, kapitalizmin çoktandır kaybolmuş olan bir görünümüne ilişkindi – kapitalist ilişkileri olası kılan ahlâki ve dinsel bir tutumun, biriktirmeye yönelik çileci anlağın yaygınlaşması... Bugün artık, en az Weber kadar biliyoruz ki, bu “ahlâki tip” kaybolmuştur – kapitalizmin ahlâk filân gibi şeylerle alıp vereceği hiçbir şey kalmamıştır. Kapitalizm meselesini “ahlâki terimlere” başvurarak düşünmeye çalışmak kadar zayıf bir düşünce yoktur.
Kapitalizm bir zamanlar en gereksiz yollardan sosyalizmle karşılaştırıldığında sanki mümkün iki sistem, dolayısıyla varoluşun olası iki kutbu arasında seçim şansıyla karşı karşıya kalabildiğimizi sanmıştık. Bu seçim “şansı” bir taraftan devrimci mücadelenin sanki bir ön koşuluymuş, iki kamptan birine aidiyet ise “derin” siyasetin tanımlayıcısıymış gibi görülebiliyordu rahatlıkla. En doğru hatırlatmayı 1977 yılındaki bir konuşmasında Fransa’nın sağcı Cumhurbaşkanı Giscard d’Estaing'den işittiğimize şaşmamak gerekiyor: Doğu-Batı ekseni üstündeki kamplaşma, gizlediği Kuzey-Güney ekseni üzerinde iş gören büyük bir karşıtlığı meşrûlaştırmaya yarıyor. Bu, hâlâ ahlâki bir önerme filan değil, bir durum tespiti, görülmeyen bir durumun hatırlatılmasıdır. Sorun, kapitalizmin işleyişine direnebilecek güçlerin karşısına kaçınılmaz olarak çıktı: SSCB'nin parti aygıtı ile devlet bürokratik mekanizmasını çakıştıran rejiminin ayırdına gittikçe daha belirgin bir şekilde varılması insanların dikkatini önce öteki kutupsallığa, Üçüncü Dünya'nın varlığına çekti. Ardından Üçüncü Dünya'da da “işlerin o kadar iyi gitmediğinin” anlaşılması üstüne sol-sosyalist dünya portreleri kâh verimli, kâh dağınık ve güçsüz farklılaşma zincirleri oluşturmaya başladılar. Kapitalizmi “adlandırmanın” zorluklarıyla birlikte elbette. Kapitalizmin eski, Marx’ın betimlediği 19. yüzyıla ait görünüşlerinden başka, yeni olduğu anlaşılan görünüşleri olduğu, şu ünlü “kapitalizmin bunalımların ardından yeniden restorasyonu” denen şey uyarınca yeniden tanındı – önünde sonunda, bu konulara yönelik çeşitli Marksist tahliller ile “sosyalist” Schumpeter’in, Dahrendorf gibi sosyal demokratların, Charles Wright Mills gibi radikal toplumbilimcilerin tahlilleri arasında, salt “tahlil” olarak pek büyük bir mesafe yoktur. Tıpkı bir zamanlar bizzat Marx’ın “sınıflar” kavramını kendisinin ortaya atmadığını, bunun Fransız Tarih Ekolü denen bir burjuva tarihçiler grubunun (Taine ve Guizot) mefhumu olduğunu, başka bir yerde de, “ekonomi politiğin yaratıcısı”nın kendisi olmadığını, bunu Britanyalı iktisatçılara (Adam Smith ile Ricardo) borçlu olduğunu ısrarla vurgulaması gibi... Aynı Marx, sosyalizmin bir “seçenek”, kapitalizmle karşıtlaşmasının ise “ahlâki bir mesele” asla olmadığını da vurgulayan kişi oldu.
Kapitalist ya da burjuva ahlâki bir tip değildir – öyleyse proletarya da öyle olamaz. Bilindiği gibi, 19. yüzyıl ahlâki tipler üretimi konusunda son derecede zengindi: İyiliksever Hıristiyan cemiyetleri, Saint-Simonculuğu, ya da ütopik sosyalizmin başka değişkelerini yer yer samimiyetle uygulamaya çalışan “ütopya” cemaatleri, hattâ ahlâki-dinsel kökenlerini yadsımayan sendikalist veya anarşist gruplar. Marx’ın yer yer bu eğilimler karşısında sertleşmesinin nedenlerini iyi anlamak gerekiyor: Sınıfların tanımını, onu ilk tanımlayanların elinden söküp almakta, dolayısıyla sınıfsal bir öznellik tipi üretmekte pek yeterli değildiler.
Bu durumu daha derinden kavramak gerekir: Genellikle Marksçı kuramsal-pratik tartışmalar, kuram ile pratiğin bizzat ilişkisini yansıttıkları ölçüde değer kazanıyor gibidirler. Klişeleşmiş bir deyişle, kuram ile pratik arasında “diyalektik” türden bir ilişki vardır – bunlar birbirlerini karşılıklı olarak belirleyip dönüştürmeli, sonra yeniden başlamalıdırlar. Buradan yola çıkılarak varılacak hatalı sonuç ise, sınıf ilişkilerindeki terimlerin diyalektik “anlar”, yani nitelik biçimleri olduğunu düşünmek olurdu. Bu Hegel’in kapattığı antik diyalektik anlayışının doruk noktasıdır: Diyalektikte “anlar” ayrıcalıklı, başlı başına “nitelikler” ve “özler” taşıyan, başka bir deyişle, “herhangi bir varoluşu” değil, “ayrıcalıklı konumları” ön plana çıkaran biçimler olarak görülürler. Böyle bir okuma, kuşkusuz Marx’a ayrıcalıklı tarihsel “anlar” olarak “sınıflar”, “egemenlik” formunda algılanan kapitalist ilişkiler, altyapılar-üstyapılar ve “hukuki”, “özsel” formlar çizdirecektir. Oysa bütün Marx’ın (genç ve yaşlı dememekle Althusser’den ayrılabiliriz) bizzat kendisinin tercih edeceğini sandığımız bambaşka bir okunuşu da mümkündür: Kapitalist ilişkilerin doğuşunu iki porte üzerinde ele almak – tarihsel bakımdan ve oluşum bakımından.
Tarihsel bakımdan kapitalizm kuşkusuz bir başlangıca, bir büyüme ve gelişme dönemine sahiptir. Bununla beraber, hemen anlaşılabilir ki, “tarihsel” bakımdan bir geçicilikle damgalanması mümkündür. Su değirmenini feodal, buhar makinesini ise kapitalizmin bir metaforu olarak ele almak bir zamanlar modaydı. Oysa bunları yalnızca birer “metafor” olarak kabul etmek hem eksik hem de sakıncalı görünüyor. Bütün bu benzetmeler dizisinin mantığı eninde sonunda suya bağlandığına göre, soyutlamayı biraz daha büyük bir cesaretle ilerletmemiz gerekir: Bir sel baskınıyla karşı karşıyayız ve çağdaş kapitalizm bize baskın sahnelerinden başka bir görüntü sunmuyor: Önce fiziksel-iklimsel anlamda seller var – bir deprem dalgasının yoksul Filipin toplumlarını binlerce onbinlerce insan kaybıyla ve büyük bir mal kaybıyla vurması ile ABD’nin Miami’sinde birkaç ölüme yol açan kaza dışında olsa olsa basına ve TV kanallarına güzel görüntüler bahşetmesi aynı şiddette de olsalar, aynı deprem dalgasıyla karşı karşıya olmadığımız izlenimini uyandırır. Bu fark nereden gelmektedir? Uzun uzun tarihsel süreçlerin gelişiminden, kapitalist dünya ekonomisinin oluşmaya başlamasıyla birlikte azgelişmişlik olgusunun ortaya çıkışından bahsetmeyi sonraya bırakmayı öneriyorum. Çünkü bütün bu konular ancak sonradan ele alınacak konulardır gerçekten. Şimdilik, kapitalizme ilişkin yukarıda andığımız metaforun hiç de uygun olmadığını, daha doğrusu, bunun bir metafor olarak kabul edilmesinin hiç de uygun düşmediğinin altını çizmek istiyorum. Bu benzetmeyi bir metafor halinde tutmak, doğrudan doğruya şöyle bir yanlış anlamaya yol açacaktır: Feodal toplum, temel üretim aracı olarak su değirmenine bağlıdır; üretim araçlarının niteliğinin değişmesi, bir toplumsal oluşumdan başka bir toplumsal oluşuma geçişin temel süreçlerinden biri olduğuna göre, su değirmeninin teknolojik başatlığını yitirerek yerini, sanayi toplumunun ve “Devriminin” gelişiminde başat bir rol oynayan buhar makinasına terk etmesi gerekir. Teknolojik indirgemecilik olarak eleştirilebilecek böyle bir bakış, tek kelimeyle benzetmeyi bir metafor olarak algılamaktan daha doğrudur – ama asla yeterli olduğu söylenemez. Bu yüzden, bütün bu metaforik yaklaşımları ve indirgemeleri dışlayabilecek güçte bir mefhumun ortaya atılması zorunluluk kazanıyor. Evet, feodal toplumun su değirmeniyle çok yakın ve içsel bir ilişkisi vardır. Toplumsal kuvvetler ve iktidarlar değirmenlerin denetimini ve korumasını ellerinde tutmak zorundadırlar. Osmanlı toprağında da, “su başlarında bıyık buran sipahiler” vardır. Evet, değirmene hayat veren sudur. Ancak unutulmaması gereken bir nokta, suyun başedilmez güçleriyle çıldırdığı anların da bulunduğudur. Bir toplum her şeyden fazla sel baskınlarından korkar – ölümden korkmaz, ölümden sonraki hayattan, ya da kuşakların ebediliğinden, Tanrı’nın krallığının bir gün geleceğinden bahsedilebilir. Hastalıklardan, salgınlardan da korkmaz, hatta Ortaçağ kültüründe çok yaygın olabildiği üzere, büyük salgınlar zıvanadan çıkmış neşe kültürlerinin doğmasına olanak sağlayabilirler. Seyrelmek, azalmak gibi tehlikeler ise feodal örgütlenmeye sahip toplumları olsa olsa rahat ettirir: Emeğin kitlesel sömürüsü ve yoğunlaşması henüz çok uzaklardadır ve iktidarın icraatı geniş nüfuslar üzerinde seyretmez. Evet, kesinlikle emin olabiliriz ki, bir toplum en çok bir sel felâketinden korkar. Çünkü sel, toplumsal gövdenin üzerinden akıp geçmekte, ayakları altındaki zemini aşındırarak alıp götürmektedir. En kötüsü, akıp gidenin ne olduğu da pek bilinmemektedir. İki çare düşünülebilir önce: Taşkınları düzenleyerek zararları en aza indirmeye çabalamak. İki nehrin arasındaki Mezopotamya’da, Nil deltasında, İndüs vadisinde ya da Muson yağmurlarının tepeden tırnağa yıkayıp durduğu uzak Çin’de birkaç bin yıl önce bu tedbirler alınmıştır. İkinci çare, kuşkusuz, büyük bir panikle sel baskınını kovmaya, bastırmaya çalışmaktır. Bu ise, aynı toplumların Nuh Tufanı türünden efsanelere neden bu kadar düşkün olduklarını açıklayan yarı-mitolojik bir mirası dışavurmaktadır: Akışlar artık denetlenemez bir güce erişmişlerdir ve Tufan pek yakındır. Birinci çare henüz mümkün olduğu dönemde düzen, en az zararla yeniden kurulmakta, toplumsal mekanizmaların işleyişi rahatlamaktadır. Oysa bir zaman gelir, baskın her türlü zemini, toprağı bile akışı boyunca alıp götürecek güce erişir. At sürüleri bozkırda başıboş kalırken, ne idüğü belirsiz, çoluk çocuk, askere benzemeyen ve yırtık pırtık elbiselerinin sırtlarında haç şekli çizili kalabalıklar, genç bir devleti kendi mülkü olarak inşâ etmeye çalışan Kılıç Arslan’’ın karşısına dikiliverirler. Çölün karşı kıyısından Tatarlar sökün edip gelirler. İş artık zordur; hatta tam bir felâkettir. Sel, bir toplum için en korkulacak olaydır.
Toplumlar, bu yüzden her türlü kodlanmamış akışı kodlamak zorunda hissederler kendilerini: Ortaçağın sapkınlık akışları, para ve faiz akışları, büyük ısraflar... Dinsel kuralların her yerde “ısrafı” ve “aşırılığı” en büyük günâhlar arasında kabul etmeleri kolayca anlaşılabilir. Çünkü bu küçük akışlar, kodlanmamış olarak kaldıkları ölçüde, gün gelir büyük bir tufan içinde biraraya gelebilirler. Sel baskını ölümden de kötüdür, çünkü ölümden sonra bir hayat mümkünken, tek bir varlık bile, akışın sonunda nereye varacağından emin olamaz.
Neyse ki akış, dünyada kodlanabilen tek şeydir de. Unutmayalım ki, fikirler akışlardır: Herakleitos “aynı nehre bir kez daha giremeyiz” demesinin ardından ekliyordu: “üstümüze başka başka sular geldikçe, hem biziz, hem değiliz.” Sorunun bir zaman sorunu olmasından çok, bir akış sorunu olduğu besbellidir. Yine unutmayalım ki, arzular akışlardır; davranışlar akışlardır; zaman ve olaylar akıp geçerler. Ve hepsinin kodlanması gerekir: Saçlar uzadığında iki şey yapılabilir; Orta Asya göçebelerinde yaygın olan örgü modelleri, İslam uygarlığında vaazedilen örtü, yani tesettür modeli. Bu iki estetik model birbirleriyle buluşup karışabilirler de. Kadın saçı bir akıştır; değişik kodlar tarafından kesilerek düzenlenir – bu yüzden genç bir kızın saç kodu vardır; bir dulun saç kodu vardır; evli bir kadının saç kodu vardır ve bunlar aynı modeller değildirler. Yapısalcılığın bu türden kültürel kodlara eğildiğinde göremediği tek şey, kodların kendi başlarına, soyut yapılar olarak var olmadıkları, kodlanan bir şeyin, yani akışların bulunması gerektiğidir. Haçlı Seferleri’ndeki akış da, başarıya erişildikçe yerleşikleşme adına yeniden kodlanır: Kaleler ve ruhani rejimler kurulur, Ortaçağın bütün hiyerarşik modelleri Levanten toplumlar arasında yeniden yürürlüğe konulur. Bir şey daha eklemek gerekir; modeller “özgürlük alanları” açabildikleri kadar, onları boğabilirler de. Şimdilik bilinmesi gereken esas sorun, her şeyin akış olduğu (maddelerin akışı, insanların akışı, paranın akışı) ve bu akışın pekâlâ fiziksel bir akış olduğudur.
Asya toplumlarından bahsettiğinde Marx ve onu takip eden Wittfogel, akışları kodlamanın çok özgün bir türüne değinirler: Hidrolik toplumlar, yani baraj, set ve suyolu toplumları. Bu toplumlar, öyle olmalarının bir an öncesinde sanki ilkel toplumlar gibidirler: Gördükleri her akışı kodlarlar – müzik kuş ötüşlerinin kodlanması, sağaltma, beden üzerinde ve içinde gizlenen (bazı düşünceler yüzeyde olan şeylerin gizlenmiş olabileceğini düşünebilecek kadar yeteneklidirler) şeytani akışların kodlanması, üretim Muson yağmurlarının ardlarında bıraktığı birikintilerin ve akıntıların kodlanmasıdır. Toplumlar bunları kodlayamayacak bir ana geldiklerinde bir anda dev bir makine başgösterir – tıpkı göklerden, tepeden inmiş gibidir. Baskına yol açabilecek bütün akışları bir anda kodlayarak yeniden düzenleyecek ve her şeyi yerleşik, neolitik yaşama yeniden kavuşturacaktır. Meşrûiyet tamdır, çünkü kodlama eylemiyle “aynı anda” gerçekleşmiştir. Gerçekten de Marx, Asya toplumları üzerine yazarken, hep bir “aynı andalık”tan bahsetmektedir. Asya toplumlarının “tarihe dahil olmayışlarının” özü budur. Asya toplumu tezini reddeden bazı yorumcularının bu tezleri Asya toplumlarının feodal toplumlardan farklılaşması sorunu etrafında tartışmaya girişmeleri tam anlamıyla bir anlayışsızlık ve felâket olmuştur. Marx karşıtlaştırmayı feodalite ile Asya toplumu arasında değil, Asya toplumu ile kapitalizm arasında yapmaktadır. Bu açıdan, feodalitenin de kapitalizm ile karşıtlığı zaten esas bildik konular arasında bulunduğundan, önümüze açılan perspektif şudur: Asya toplumları ile feodalite, karşıt olmak şöyle dursun, kapitalizmin oluşuna karşı iki çaredirler. Çarelerden birisi, feodalite, Asya toplumlarına göre daha önce başarısızlığa uğrayarak darmadağın olmuştur, hepsi bu. Asya toplumlarının boyun eğişi ise çok daha sonraları, emperyalizm ve kolonyalizmin gelişmesiyle birlikte gerçekleşmiştir...
Birikim, Aralık 1997, sayı 104