Herhalde bir “Ulus Baker” yazısı olduğu gibi, bir de bu yazının okunması vardır. Şu halde üç şey çıkıyor ortaya: Ulus Baker yazısı; onu okumak; ikisi arasındaki ilişki ki, okuyanın hali olarak da adlandırılabilir.
İlki hakkında ne söylenebilir? Ona hangi mesafeden baktığımıza bağlı olarak birkaç şey. Sanatlardaki ve salonlardaki estet tipinin (Swann) sosyal teori alanında bir muadili olsaydı eğer, Baker’in yazılarına Baker’in başka yazılara baktığı gibi bakıp geçen kişi, orada bu tipin bazı tanımlayıcı özelliklerini bulabilirdi. Hedeften çok yolun kendisine önem verme eğilimi - dönemeçlerin, sapa yolların ve giderek çıkmazların tadını çıkarmaya yatkınlık. Gezinen, gezinmeye çıkmış bir zihnin zorunlu yüksüzlüğü - Baker’e pek sevimli gelmediği anlaşılan bazı lûgatçelere göre “bağlanma eksikliği” veya “duygusal yatırımların yüzer gezer niteliği” olarak da betimlenebilecek bir yüksüzlük. Ama aynı anda belli bir yüksek ton ki başta ortaya sürülmüş sorunun önemsizleşmesi, hatta terk edilmesiyle sonuçlanabilmekte ve bazen de Baker’in uğraştığı konuya kendi psikolojisini, kendi durumunu yansıtmasına yol açabilmektedir. (Böyle projeksiyonlara Baker’in hiç mi hiç itirazı olmayacağını az çok anlayabiliyoruz. Yine de, örneğin “Marx’ın Bir Çift Sözü Var” başlıklı yazısında “Kafka’nın eserleri yapılar arasında bir gezintidir” deyiverdiğinde, bu Kafka’nın sözgelimi Walter Benjamin’in Kafka’sından çok, Borges’in, Deleuze’ün ve Baker’in Kafka’sı olup olmadığını düşünmekten ya da “Kafka” sözcüğünün yerinde neden “Cervantes” veya “Mevlana” gibi bir sözcüğün durmadığını sormaktan kendimizi alamıyoruz.) Başka yerde olmak; şurada değil de orada olmak (burada olmak imkânsız, yetersiz ve sevimsiz olacağına göre) - yüksüz mü demiştik, kısmî bir düzeltme gerekiyor:
“Freud, anlaşılan o ki, Oidipus efsanesine yürekten inanıyordu” (“Ignoramus”) veya her şeye rağmen psikanaliz bize bilinçdışını hatırlatmakla, sonradan gözelerini doldurmak ve parşomenini eskitmekte pek başarılı olamayacağı bir ‘başarı tablosu’ sunmuştur (ibid) veya “Hayalî’ye şimdiye dek kimler nüfuz etti? Sartre’ı unutabiliriz, çünkü onun L’imaginaire’i, cevaplarını önceden Les Mots’da verdiği azı anakronik sorulardan öteye geçmiyordu: Dilden bahsediyorsunuz...” veya “Frankfurt Ekolünden başlayarak günümüze dek, sırayla ’68’li, anarşist, feminist ve radikal ‘eleştiri’ kuşaklarına yakıştırma cesaretini kendimde bulmaktan geri kalmayacağım ‘zayıf düşünce’” terimi...” (“Marx’ın Bir Çift Sözü Var”) (a.b.ç.) dalgalanan gönderimleri ve yanıp sönen imâlarıyla bu türden cümleler, kimsenin sahiden incinmediği (ama tarafların da pek belirgin olmadığı) zarif bir eskrim maçını hatırlattığı kadar, yazarın şehrimize girerken çoğunu gönüllü olarak kale kapısına bıraktığı o yine iyi eskitilmemiş ama ağır valizleri de düşündürür. (Althusser’den Çin tarımına, Ernst Niekisch’in “Milliyetçi Bolşevizminden” Spinoza’ya ve -evet!- Baphomet’e: Bir “Zelig” figürü de akla gelebilir burada; Baker’in sadece konudan konuya değil, alandan alana da külfetsizce -valizsizce- kayabilen tecessüsü, belki çoğumuzun fantezilerini kışkırtmaya devam eden o “Duvargeçen” figürünü de hatırlatabilir.)
Ama daha yakından bakan, Baker’in örneğin Spinoza’ya (ama Çin pirincine değil) baktığı gibi bakan okur, bu yazılarda başka şeyler de görebilecek, belki sonunda asıl onları görecektir. Hınçları değilse bile kızgınlıkları vardır yazarın; bunlar kimi zaman sadece cümle kuruluşunun, başlatılmış (ve artık geri alınamayacak olan) sözel jestin ürettiği meydan okuyuşlar olsa bile bazı belirgin kızgınlıkların tekrarlandığı görülür. Hedefleri ve hedef tahtaları vardır. Orada süregiden ama titreşimleri şuraya da ulaşan bir savaşın (polemos!) artçı ve bazen de öncü muharebelerini veriyordur. Freud’a ve genel olarak psikanalitik düşünüşe husumet beslediğini göreceğiz. İnsan’ı, “insan oluş”u kökensel bir eksiklikle, muhtaçlıkla (hilflosigkeit) tanımlayan Freud’un süreğen bir kayıp olarak bilinçdışı kavramına karşı, kısmen Gaston Bachelard’dan kısmen de Gilles Deleuze’den (ki o da Spinoza ve Bergson’dan) devralınmış daha şen, daha gürbüz bir “bilinçdışı” anlayışını seferber eder: Giderilemeyen bir fazlalık olarak bilinçdışı, bizi bazı “Kantçı sorular” sorma yükümlülüğünden salıveren “üretken br kuvvet olarak” bilinçdışı (bu kuvveti, iş üstündeyken, iki’den üç yaratırken izleyebiliyoruz: Baker’in yazısının başlığı “Marx’ın Bir Çift Sözü Var”dır ve yazının içinde Marx’ın üç sözü açımlanmaktadır). Formalizme, en çok da eleştirel bir formalizme sempati duymadığını göreceğiz - biçim, geçilmemesi gereken bir duvar değil midir sonuçta, aştığımız anda boşa gittiğimiz ve daha kötüsü başa döndüğümüz bir sınır değil midir? Eleştiri de böyle, özellikle Kantgil olanı: Sınırların yoklanmasıdır öncelikle, direnç hatlarının saptanması, giderek sabitleştirilmesi. Baker de her türlü muhalefette, dirençten öteye geçemeyen her türlü “eleştirel düşüncede” bir zafiyet bulmuştur böylece. Asla direnme, der gibidir, direneceğine öteye geç, bu mümkün değilse yana kay, hatta asıl yana kay! - Cezbe.
Denebilir ki böyle bir taktikle cephe savaşları kazanılmaz; ama mevzi (manevra) savaşlarında son derece etkili olabildiğini (ve böylece cephe savaşına da aslında gerek kalmayabileceğini) Baker’in bazı pasajları gösteriyor. Hasım düşünce, hasım kavram, direncini belli bir noktaya yığmış, kuvvetini belli bir hedefe kilitlemiştir: Baker yana kayar; hasmını kendi direnç hattında değil, hazırlıksız ve dayanıksız olduğu bir noktada karşılar ve kuvvetin boşa gitmesini sağlar. (Açılış sorunsalının yazı ilerledikçe önemsizleşmesi, unutulması veya terk edilmesi de bu manevranın bir parçası mıdır?) Birkaç örnek vereceğim sadece.
Sorun, ideolojinin tam ne olduğudur: Her zaman kısmî kalmaya mahkûm bir görüş anlamında bir “perspektif” midir, bir “yanlış bilinçlilik” midir ve sosyalizm de böyle kısmî bir perspektif midir; öyleyse başka perspektifleri perspektif içine sokma imkânını nereden alıyordur? Baker, Marx’ın “bir kulübede bir saraydakinden farklı düşünülür” sözünü sürer ortaya, ama beklenmedik bir yöne bükerek: “Bir kulübede, bir sarayda ya da dünyanın başka bir yerinde her zaman farklı düşünülür, evet. Ama aynı düşünülseydi bu ‘ideoloji’den başka bir şey olmazdı... İdeoloji, bir kulübedekinin bir saraydaki gibi düşünmeye başlamasıdır.” Bu noktada gelebilecek bir itiraz da boşta kalır böylece: Kulübe sakininin saraylı gibi düşünmesine ideoloji diyelim; peki saraylının kulübedeki gibi düşünmesi de ideoloji midir - sarayda kalmaya devam ettiği halde sahte özdeşleşimler kurmaya çabaladığı sürece ideolojidir, evet. (Burada kılıçla kesilmiş bir Gordion düğümü görenler de çıkacaktır elbet; Kant’ın eleştirel felsefesinin tam da bu türden kestirimleri geri alıp düğüme düğüm haysiyetini yeniden kazandırma çabası olduğu da iddia edilebilecektir.)
Bir örnek de yine bilinçdışı tematiğiyle ilgili: Psikanalitik literatürde, alışılmış, çevresinde direnç hatları oluşmuş soru, bilinçdışı neyi nasıl bozar ya da neyi nasıl engeller gibi bir şeydir kabaca. Baker: “Acaba Freudçu bilinçdışı, karşılığında şu Kantçı soruları sormaktan vazgeçebileceğimiz bir üretken kuvvet haline getirilebilir mi: Ne bilebilirim, ne umabilirim? [Asıl soru şu olmalıdır oysa:] cinsellikle, emekle ve genel olarak arzuyla ‘ne yapacağız?’” (Spinoza’nın arzu nosyonunun en iyi mirasçıları Nietzsche ve pragmatizmdir.) Yine böyle çapraz bir hamle: Marx ütopyacılığa karşıydı (ama geleceği gerçekçi bir biçimde öngörmeyi de başaramadı) savına karşı: “Ütopyacı sosyalistler, besleyip durdukları ‘umut ilkesi’nin, ‘gerçeklik’ ile temas ettiği anda darmadağın oluvermesinden sorumluydular: Marx’ın eleştirisi onların ‘ütopyacı’ olmalarına yönelik değil, ‘adam gibi’ ütopyacı olmamalarına yönelikti...” Yana çekilmekle iki hasım fikir birden...
Yazılar böyle. Okunmalarına gelince, doğaldır ki burada bir neden? sorusu çok geçmeden kendini hissettirecektir. Bu en temel soruyu yakıcı bir acillikle sordurması, Baker’in bütün bir “80 sonrası sosyal teori” yazınıyla belki de tek ortak noktasıdır. Ama disiplinlerarası çalışma anlayışı bazı benzerlerinden (Vrankoviç) farklıdır: Çok daha az tutucudur: Freud’un sorusunun cevabını Spinoza’da aramak ve bulmakla kalmaz, ikisindeki cevapların sorularını da içrekçi bir tarım sosyolojisinin içinden yeniden formüle etmeye, hayır, üretmeye yönelir.
Ya okuyanın hali? Turgut Uyar’ın dizesini yeniden formüle edersek, burada herkes kendi gecesiyle yüz yüzedir artık. Belli bir tâkatsizliği veri alacağız. Yetişememek, yakalayamamak düşüncesi de bize eskisi kadar kaygılandırıcı gelmemeye başlayacak belki. Ve o ilk mecalsizliği kızgınlığın (ve apansız sevinçlerin) yardımıyla atlattıktan sonra, gecenin geç saatlerinde, orada ilerde, yavaş yavaş, bizimkine çok benzeyen ama enerjetik yüklerinden arınmış bir dünyanın sözlerden oluşmaya başladığını görebileceğiz. - Hem sonra, her zaman gidip Baker’in kendisini bulma imkânımız da var.
Ulus Baker, Aşındırma Denemeleri, Birikim Yayınları, 2000, s. 251-255