Evet, o bir efsaneydi. Orada burada anlatılan, bildiği dillerden kılık kıyafetine kadar çeşitli motiflerle bezenen bir efsane. Biz arkadaşları onun olur olmaz hikayelere konu edilip sohbet malzemesi olmasına gücenirdik; hatta söylenirdik zaman zaman. Ulus kendisi hakkındaki efsaneye dair hiçbirşey söylemedi. Şimdi artık söylemenin vakti: Efsaneler kahramanlarını anlatırlar, evet; ama asıl olarak da kendilerini anlatanları anlatırlar. Artık yetsin Ulus’un gözlüğü yahut varlığının gerçekliği gibisinden anekdotlar. Şimdi bunları anlatıp duranların niye anlatıp durdukları sorusunu sormaları zamanı. Hadi Ulus gibi Deleuzian şekilde söyleyelim. Ulus’un şizoanalizi, hadi diyelim psikoanalizi mümkündü belki; bilirsiniz o mevzuların da piriyi; ama en az onun kadar Ulus anekdotlarını dillerine dolayanların da şizoanalizi lazım bana kalırsa. Niye o hep kendi fizik varlığını, bedenini önemsemez, yoksar (görünür) ve kendini salt fikir-düşünce-duygu (intellect-affect) gibi kurarken, insanlar ısrarla onu gözlük-kemer gibi zahiri şeyler üstünden konuştular? O kendi bedenini Deleuze’ün deyişiyle “organsız beden” gibi başsız sonsuz bir akış, serbest bir yoğunluk, göçebe bir tekillik, taşlaşmamış bir üretkenlik şeklinde kurmuşken böyleydi bu. Tıpkı Deleuze’ün “organsız beden”i gibi “sınırlanmasına”, akışının “kesilmesine”, müdahale edilmesine karşı durduğu için sağlıkla ilgili baskılara direndi belki de...
Sorunun cevabı belki de şunda gizli: Ulus eşiğin insanıydı. Zamanımız ile başka bir zamanın, üniversite ile üniversite dışı hayatın, hareketsizlikle salt yoğunluğun, zahiri olan ile salt içkinliğin eşiğinde durdu hep. Ulus’un kendi düşünüş tarzı Deleuze gibi rizomatikti. Ki rizom da eşiktir esasında. Yazıları da hep bitmek bilmez eşikler hissi verir insana. Başı ve sonu yoktur. (Ama sonuna geldiğinizde “nerede abicim bu yazının devamı?” diye düşündüğünüz yazıları vardır sahiden.) İstediğiniz yerden girip istediğiniz yerden çıkabilirsiniz; hep bir geçiş-akış halindesinizdir; “abi bi nefes alsaydık şuracıkta azcık eğleşip” diye düşünürsünüz.
Evet, Ulus “normal” değildi; ama onun o “tuhaf” konumu bizim normalliğimizin ne kadar kurgusal olduğunu da gösteriyordu. Belki de biz fazla normalleşmiştik. Önüne gelen bilgisayarda yazı yazıp, sonra da onu yarım bırakıp unutup giden ve mesele konuşulduğunda da “ben bişi yazmıştım ama...” diyen biriydi o. Belkide gerçek entelektüeli bitirip bastığı yazılarıyla değil, yarım kalmış yazılarıyla ölçüp tartmak lazım. Yayın sayısı, indeksli dergi, doktora derecesi, isim yapma vs. umurunda değildi onun. Hiçbir zaman bir CV’si olmadı mesela; ki ona da yakışmazdı oturup CV’sini çıkarmak. Belki de biz intellect’e fazla araçsal, işlevsel, çıkarsal yaklaştığımız için Ulus’un tavrı tuhaftı, yersiz yurtsuz idi. Tanıl’ın da dediği gibi o şehvetle düşündü; kimi başkaları ise Üniversite AŞ yahut entelektüel-kültürel sermaye piyasasında yaptıkları rasyonel bir yatırım gibi düşündüler fikri-bilgiyi. Tam da sevişir gibi düşündüğü için –Tanıl’ın deyişiyle- mevcut üniversite faunasına dahil olamazdı. Ama bir fikir olarak “üniversite”nin sahici ve gayrıresmi temsilcisiydi; o fikre bağlı olduğu için de, dahil olamasa da asla dışında da olmadı.
Benjamin vaktiyle diyalektikçi için düşünmenin tarihin rüzgarında yelken açmak olduğunu söylemişti; sözcükler de yelkenlerdi sadece ve çatılıp kavram olurlardı. Ulus için de düşünmek yelken açmaktı, yelkenleriyle ummana dalmaktı. Aramızda olsa severdi belki bu benzetmeyi. Çünkü o da Deleuze gibi kavramları alet çantası gibi düşünürdü. Ulus’un düşüncesini şehvetli kılan da buydu. Tutkuyla, hesapsız, plansız programsız yelken açmak. O yüzden de mevcut akademyanın faunasında ona uymayan bir taraf vardı. Çünkü akademik statükonun istediği ve dayattığı böyle yelken açmak değil, intellect diyarına yapılan günübirlik turlara yahut paket programlara katılmaktı. Nereye gidip ne göreceğinizi aslında bildiğiniz, tasarlanmış, cazibesi ve merak uyandırıcılığı önceden düşünülmüş ve hatta imal edilmiş mekanlara düzenlenen turlar Ulus’a göre değildi. Ve bir yelkenli gibi yalnızdı aslında. Dostları, arkadaşları olmasına rağmen. Hep yelkenlisine yanaşan balıkçılar olmasına rağmen. Yolculuğunun çeşitli anlarında ona refakat eden o balıkçıları tevazu ve sevecenlikle selamladı; onlara sofrasını açtı hep. Ama şimdi sormanın vakti geldi: Kaç balıkçı, refiki-refikası onun yelkenlisine yanaştıktan sonra kendi limanına dönmenin vaktinin geldiğini içinden geçirmedi? Hatta bunun için sabırsızlanmadı? Yanlış anlaşılmasın, takalarını limanlarına çevirip onu unuttuklarını söylemiyorum. Zaten unutulamadığı için konuşulup durmadı mı hep?
Eser Köker Ulus’u Kıbrıs’a, adaya benzetmişti. Belki yelkenlerini biraz da adaya, adasının sokaklarına, annesine dönmek için açmıştı hep. Kimbilir... Hiç çaktırmadı ki bunu benim bildiğim. Tanıl’ın dediği gibi herkese yasak olan alanlardı bunlar.
O çok düşünür tanıttı bize. Ama başkaları gibi bir acenta-bayi değildi. Deleuzecü değildi; bizzatihi bir başka Deleuze’dü; onun yazdıklarını devam ettirir gibi yazdı. O yüzden de hem üniversiteydi, hem de üniversitenin dışı. Daha kalbinin durduğu günün sabahında onun uzun yıllar önce Deleuze-Haudricourt’tan doğru yazdığı doğrudan eylem-dolaysız eylem bahsi üstüne tekrar okur ve yazarken onun katkısını zihnimde tekrar teslim etmiş, onu anmıştım. Güya yazdığım şeyi okuyacaktı da tartışacaktık... Olmadı.
Onun normalliği-bizim normalliğimiz derken aklıma Ulus’un da sevdiği sinemadan bir örnek geliyor. Bunuel’in Özgürlüğün Hayaleti filmi. Orada anlatılan da tersine çevrilmiş kodların mevcut kodların ne kadar kurgusal olduğunu göstermesidir. Belki de Ulus hakkında bu kadar laf üretilmesinin nedeni tam da bunu öteleme gayretiydi; onun o “tuhaf” görünen salt yoğunluğunun verdiği huzursuzluğu giderme gayretiydi belki de... Tıpkı Bunuel’in filminin sonunda kuğunun hapsolduğu hayvanat bahçesi gibi değil mi “kampus” dediğimiz yer de bir şekilde? Ulus da tıpkı o kuğu gibi karıştırmadı mı bahçedeki huzur ve nizamı?
Evet, o bir hayalet. Marx’ın hayaleti, Deleuze’ü hayaleti, Spinoza’nın hayaleti. Ama asıl olarak, onun deyişiyle “kanaat toplumundaki” intellect’in hayaleti. Bunuel’in yatak odasından geçirdiği kuğu gibi özgürlüğün hayaleti. Hayaletler de eşiktedir zaten. Bu dünya ile öte dünya arasındaki eşikte. Tıpkı Ulus’un hayatında olduğu gibi. Hayaletler de bedensiz ama ruh-duygu olarak vardır. Tıpkı Ulus’un bedenini yoksaması ve safi intellect olması gibi. Hayaletler de konak sakinlerinin sabit sohbet mevzuudur. Tıpkı kimi insanlar için Ulus gibi. Ben onun bizi terkettiğine inanmıyorum; hayaletler çekip başka yere gitmezler zaten. Ulus’un hayaleti de hep burada, bizimle olacak. Göremesek de hissedeceğiz. Onun gibi şehvetle düşündüğümüzde gözlüğünün üstünden bakıp gülümseyecek bize; biliyorum.