Çevrimiçi Ders İçeriğinin Kaydedilmesi, Pandora’nın Kutusunu Açmaktır

Pandemi süreci malum. Tehlikeli bir dönemdeyiz. Bütün bunlar hiç alışılmış şeyler değil. Hemen hemen hepimiz savunmasız yakalandık. Ancak ahlâki küreye bakınca salgın “ilişkilerimizin enfeksiyona uğraması”[i] aslında. Ve eğitim de bu rezaletten payına düşeni fazlasıyla aldı. Nicedir üniversite kampusu bana hayalet bir zaman-mekân gibi geliyor. Uzaktan eğitim tasarlandığı amaçlardan farklı ve öngörülemez anlamlar kazanarak devam ediyor.

Yanlış bir şey yaparsak dönülmez yola gireriz diye haklı olarak hemen kapandık. İlk başlarda her şey güzeldi. Sonra, yolumuzun uzun ve zahmetli olduğunu anlayınca keyfimiz kaçtı. Bir sene boyunca, öyle ya da böyle, sabah akşam çevrimiçi ders yaptık. Daha doğrusu yapmaya çalıştık. Kontrolümüzün ötesindeki şartların kapris(ler)ine ve insafına maruz kaldık. Tüm bunlar olup biterken “hiçbir şey, egemenlerin şiddeti, kibirli sınırları ve vatansever duvarları bile bizi koronavirüsten koruyamadı”.[ii] Bizlerse mütereddit ilişkiler ağının ördüğü bu doku içerisinde mümkün oldukça “olağan” davranarak hayatımıza devam etmeye çalıştık.

Bugünlerde eğitimsizlikten daha kötü bir şey varsa o da sanırım halihazırdaki uzaktan eğitim. Aklıma Platon’un mağarasındaki gölgeler geliyor. Birbirimizi kandırmaya, oyun oynamaya gerek yok. Pandemi günlerinde ders yapmanın el yordamıyla fili tarif etmeye çabalayan körlerden pek farkı yok. Rashomon etkisi desek abartmış olmayız. Tam bir karmaşa döneminden geçiyoruz. Sendeleyerek devam ediyoruz. Buna denk bir karmaşa dönemini, o tuhaf eşik halini, sadece Doktor Jivago romanından anımsıyorum. Ama bu atlıkarıncanın dönmesi gerek.  

Öte yandan, öğrenciler için de, aileler için de, hatta öğrenciler ve öğretmenler arasında bağlantı noktası teşkil eden emekçiler için de katlanılması zor ve ağır zamanlar. Salgın atak yapıp gerilim yükselince kapanıyor, biraz gerileyince açılıyoruz. Keşke her şey farklı olsaydı. Ne yazık ki “şimdi anormallikler zamanı; bununla yaşamayı, bunun bir parçası olmayı öğrenmemiz gerekiyor”.[iii]  İşin garibi, son altı senede otuzdan farklı ders vermiş yarı zamanlı bir eğitmen olarak kimi günler boşlukta asılı kalmış gibiyim. Sarsılıp sersemlemiş vaziyetteyim. Bazı günlerse gürültü patırtı içersinde geçen çevrimiçi dersten sonra kendimi “tımarhaneden” çıkmış gibi hissediyorum. Bütün bu izdiham beynime kazınmış sanki. 

*

Bu süreç boyunca üniversiteler bizlerden ders videolarımızı kaydetmemizi istedi. Çünkü uzaktan eğitim videosuz da icra edilebilir. Burada yetkimi aşan şeyler söylemek yöneticilerle aramın bozulmasına sebep olabilir. Yine de Rubicon’u geçmek için kendimce çekincelerim var. Benim seçme şansım olsa kesinlikle buna hayır derim. 

Hangi açıdan bakarsanız bakın, uzaktan eğitim, yüz yüze eğitime kıyasla, istismara ve sömürülmeye daha açık. Bir kere, hazırladığım ders içeriğinin en başta "lütfen" veya "teşekkür ederim" demeyi bilmeyen kimi meslektaşlar tarafından izinsiz alınıp kullanılma ihtimali var. Diyelim ki ben kendi alanıma dair gelişmeleri yakından takip eden bir akademisyenim. Alanımla ve alanımla eklemlenmiş öteki alanlara mahsus güncel yayınları amazon.com’dan sipariş ediyorum. Sipariş ettiğim metinleri okuyor, Türkçeye çeviriyor, bu metinler sayesinde ders veriyorum. Öte yandan “meslektaş”larımdan birisi gelip, daha borcunu bile ödeyemediğim bu kaynaklardan devşirdiğim ders materyallerini bana sormadan alıp kullanabiliyor ya da hazır bulduğu materyali eleştirip onu “geliştirmeye” devam edebiliyor. Bugün açlık sınırında bir insan marketten ekmek çalmak zorunda kalsa bunun hesabı sorulur. Ama çalınan ya da izinsiz alınan ders materyallerinin akademisyenlerden hesabı sorulmaz.

Derste öğretmenin rızası olmadan ses ve görüntü kaydı almak özel hayatın gizliliği ihlali sayılıp suç unsuru oluşturur mu? Derste “gafil avlanmak” kişilerin özel hayatlarının ihlali kapsamına girer mi? Bu soruları sormak bile, durumun vahameti hakkında kuvvetli bağlamsal deliller sunmaz mı? En azından bu kaygı etik bir tartışma konusu olarak sorunsallaştırılabilir. Bu meseleye kendi kişisel kaygılarım zaviyesinden bakmak böylesi hadiselerin akademinin fevkinde -mesela jurnal ikliminin- gündelik hayat mahfillerinde vuku bulabileceğini de göz ardı etmek olur. Ama uzaktan eğitim bağlamında öğrencinin -evet tekin/tamamın içinde fark var ve farktan arınmış yekpare, birleşmiş bir öğrenci mevcudiyetinden bahsetmenin aşırı yoruma kaçma riski var - videoyu ya da videonun bir kısmını alıp hocasının ya da arkadaşının aleyhinde “koz” olarak kullanma ihtimali veya söyledikerimin tevil edilmesi beni endişelendiriyor. Ders performansımı etkiliyor. Endişelerimi meşru kılacak örnekleri maalesef deneyimledim. Eskiden stand up havasında verdiğim dersleri, şimdi kuru, sıkıcı, resmî ve mütereddit bir dille anlatıyorum. Gerçekte olmam gereken kişi değilim. Öğrencilerin bir keresinde başka bir öğrencinin konuşmalarından bir kolaj oluşurduklarını hatırlıyorum. Neyse ki olayın gerçek mahiyeti daha sonra anlaşıldı. Kısacası, gerek öğrenci gerekse öğretmen asılsız suçlamalarla karşı karşıya kalabilir, itibarı zedelenebilir. Baskı ve korku herkesi değiştiren şey. Başarısızlıklarına, eksiklerine ya da sorunlarına kılıf arayan, gözü korkan, birilerine yaranmak isteyen ya da herhangi bir durumdan vaziyet çıkarma gayretindeki öğrencilerin bu yola başvurmayacağının garantisi yoktur. Aydın Ördek ile birlikte OHAL Döneminde Türkiye’de Akademik Özgürlükler Araştırması Raporu hazırlayan Dr. İnan Özdemir Taştan bu soruna değinirken özellikle “muhbir öğrencilerin” çok ciddi bir baskı unsuru haline geldiğini ve hoca-öğrenci arasındaki güvenin kırıldığını ifade ederken şunu söylüyor: “Hocalar güvercin ürkekliğinde ders anlatıyor.”[iv] Bu kasvetli rapora daha yakından bakılacak olursa:

Bu şartlar altında akademisyenler iş güvencesinden yoksun, herkesten ve her şeyden şüphe ettikleri bir korku ikliminin içine düşmüşlerdir. ... Öğrenciler OHAL döneminde akademik özgürlükleri sadece ihbarcılık yaparak değil, bizzat hocaların can güvenliğini tehdit edecek bir unsur olarak da engelliyor görünmektedir. Örneğin medya tarafından hedef gösterilen hocalar, bunun sonucunda kampus içinde bile öğrencilerden gelecek saldırılardan çekinmektedirler.[v]

Öğrenci birçok başka şey olduğu için öğrencilere dair kesin ifadeler kullanarak konuşamam ama her şeyden önce bir hoca dersin kaydedildiğinin idrakindeyse -yine kendi adıma konuşayım- doğal akış veya ritim bozulur. Çünkü birçok şeyi aynı anda düşünmek zorundasınız.

Altı çizilmesi gereken bir diğer nokta: Öğrenciler ve hoca arasındaki mahut iletişim sıkıntıları. Öğrencinin normal şartlarda bile derste canı çabuk sıkılır. Dikkat süreleri düşüktür. Dolayısıyla canı sıkkın öğrenciyle ders yapmak zordur. Burada tuhaf şekilde aklıma günlük gazete okuru geliyor: tembel tembel sayfaları çeviren ve okuyacak ilginç bir şey bulana kadar başlıklara şöyle bir göz atan gazete okuru. “Şaklabanlık” yaparak ya da birkaç şok/aşırı örnekle öğrencinin derste kalmasını sağlamaya çalışmak bir yere kadar. Ev ödevini yapmayan ezberciler pek anlamamış olabilir ama hocanın derste ilgiyi canlı tutması zor "zanaat". Bizden Kheiron olmamızı talep etmek haksızlık.

Vurgulanacak bir başka noktaysa çevrimiçi sınavın sıkıntıları. Kolay iş değil. Altında kalabilirsiniz. Öğrenciye proje vermek etkin bir öğrenme aracıdır. Fakat, iyi niyetle yapılan her şeyin sonu iyi olmuyor. Proje yoluna giderseniz bu kez de gündelik alışkanlıklar ve zihniyet kalıplarını iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Bunların başında intihal geliyor. Kendi adıma, ders içeriğimin ve proje sorularımın, para ile kaytarmacılığa ve kolaya kaçmaya meyyal öğrencilere ödev yapan dördüncü sınıf internet sayfalarında tezahür etmesi insanın canını çok acıtıyor. Verdiğim dersin kuşku uyandırıcı sitelerde ifşa edilmesi bende fiyasko ve hüsran hisleri uyandırıyor. Dostoyevski’nin[vi] Kraft adlı karakterinin neredeyse yüz elli sene önce sarf ettiği şu sözlerin zamana direnmesi bir yana günümüz havasına uyması komik ve rahatsız edici: "Bu devir (...) sıradan insanın en parlak zamanı; duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. Kimse bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor. Kendisine bir ülkü edinen çok az." Hikâye hiçbir şekilde tanıdık değil demek çok zor.

Kaydedilen ders içeriğinin öğrencide uyandıracağı sahte güven ve rahatlama duygusundan da bahsetmek gerek. Dersin video kaydına bel bağlayan öğrenci pek dersi dinlemez. Kendi dersimde markete alışverişe giden öğrencileri hatırlıyorum. Kısacası kimileri kendi bildiğini okur. Ciddiyetsizlik zamanla sorumsuzluğa, hatta ders kuralların çiğnenmesine yol açar. Oysa, öğrenci açısından, ders esnasında öğrenmek daha kolay, etkili ve zahmetsizdir. Gelgelelim, hoca zaman olur tek başına ders anlatır. Bunun çölde tek başına vaaz vermekten ya da şişeyle ıssız bir adadan mesaj yollamaktan çok farkı yoktur. 

Ve geldik en büyük kaygıma. Kaygı diyorum çünkü bunlar olasılık mahiyetinde. Ama soru işaretleri barındırması, bunların vuku bulmayacağı anlamına gelmez. Belirsizlik de bir gerçektir. Kaygılarımı, bu anlamda, duruşunu beğendiğim ve takdir ettiğim akademisyen Marcelo Svirsky’den feyiz alarak dile getirdiğimi söylemekte yarar var. Svirsky’nin dediği gibi eğitim sosyal bir uğraştır. İnsanların fiziksel olarak bir araya gelmesini gerektirir. Okullarda ve üniversitelerde okuyan birçok genç ve yetişkin, bu sosyal çerçeve "içerisinde" var olabilir. Yoksa eğitimin élan vitale’i addettiğimiz bu sosyal nirengi noktası kaybolmaya yüz tutar. Öğretmenlik uğraşı birkaç teknik beceriye indirgenir ve liyakat engeli ortadan kalkar. İnsanın sosyal bir varlık olduğunu anlamak için birkaç web seminerine katılması kâfi; sözümona internet uzmanı sürüsü, alametifarikaları kurumsal “pedagoji” sayesinde -önceden verilmiş hazır mamul ya da reçete- mühim bir laf ediyorlarmış gibi öğretmenlere “nasıl çevrimiçi ders işlenir”, onu anlatıyorlar. Her şey bir yana, eğitimin internet üzerinde ortak kapların eşitlendiği bir performans gösterisine dönüşme senaryosu tek kelimeyle ürkütücü.

Üstelik, bu krizden hemen sonra da, eğitim sektörü yöneticileri, fırsattan istifade, çevrimiçi öğretime yatırım yapmaya başlayacak. Bu sisteme uyum sağlayamayan arkadaşlarımız hedef tahtasına oturtulacak ve elenecekler. Bu kavgaya hazırlıklı olalım. Öğretmenler ve eğitimciler -maalesef sorunların hallolacağını düşünen birçok öğrencinin ne olup bittiğini anlamaktan uzak olduğunu düşünüyorum- olarak, bu muhtemelen hayatımızın savaşı olacak. Tabii bu mücadelenin bir sendika ya da insan topluluğu için geçerli olduğunu -tek bir kişi için değil- unutmamak lazım. Demek istediğim şey şu: Üniversite, eğer tek tabancaysanız, sizi kolayca ezip üzerinizden geçebilir.

Kapitalizmin çeşitli durumlara has kişisel çözümleri vardır. Tam da bu sayede kendisini var eder. Bize tutunacak ip uzatır ve biz de ipe tutunuruz; panik krizi yaşanırken “yerinizde olsam atılacak her ipe tutunurum” derler mesela. Ve bu böyle sürer gider. Ancak kişisel çözümlerimiz, kolektif çözümler yerine geçemez ve geçmemelidir de. Zira sorun kişisel değildir. Çevrimiçi eğitim, size ve başkalarına gelir sağlasa bile, bir kötülük sorunudur. Bu kötülüğe karşı mücadele etmek, yani tüm sistemin çevrimiçi eğitime dönüş(türül)mesini engellemek gerekir. Başka bir ifadeyle, kaynaklardan ve ders içeriğinden feragat etmek Pandora'nın kutusunu açmak gibi. Bu oldu bitti politikalarının baskıcı bir zorunluluğa dönüşmesine karşı çıkmamız hayat memat meselesi. Çünkü, Brezilyalı büyük eğitmen Freire’nin[vii] çok uzun zaman önce farkına vardığı gibi, "her kural belirleyiş, bir insanın başka bir insana seçimini dayatması demektir". Yoksa, görünüşe göre, kapitalizmin üstesinden gelemeyeceğimiz için, getireceğimiz çözümler de kişisel çözümler olarak kalmaya mahkûmdur. 

Orada burada berbat meslektaşlarından dem vuran arkadaşlarımız var ve bunu duymak bana esef veriyor. Evet eğitmenler de öğrenciler gibi tek tip değiller. Ancak bu, tüm akademisyenlerin berbat olduğu anlamına gelmez. Esas mesele ve kendime sorduğum ilk soru şu: Üniversite yöneticileri neden çevrimiçi öğretim üzerinde bu kadar ısrar ediyor? Cevap basit: kârı artırmak. Bir kere tüm ders içeriği “prosedür gereği usulünce” kaydedilince üniversiteler bu metinler üzerinde hak iddia etmeye başlayacaklar (bu açıdan çalıştığınız kurumlarda neler olup bittiğine de bakmaktan zarar gelmez). Bu noktaya mahsus çarpıcı bir başka unsur da, üniversite yöneticileri tarafından “düzgün” bir şekilde kaydedilen materyalleri denetlemek üzere tutulacak “süper-profesörler”. Ders içeriklerine standart bürokratik ölçeklere göre düzenlenecek "malzeme" gözüyle bakılması ise olsa olsa şiddettir. Hem epistemolojik hem de ontolojik bir şiddet. "İnsan malzemesi" düzenliyormuş edasıyla, zaman içerisinde, biz eğitmenlerin büyük kısmının “gereksiz”, “kalıcı” ve “geçici” diye kategorilere ayrılması da ihtimal dahilinde. "Malzeme" kelimesinin habis çağrışımları var. Bu film bir yerden size tanıdık gelmiyor mu?

Son olarak -burada repertuvar tanıdıktır- internet uzmanları ordusu (hatta duruma göre belki de kanaat önderleri ve yaşam kılavuzları) devreye girecek. Çünkü yöneticilerin maliyet fayda risk analizine göre bu uzmanlar “bizden” daha ucuz. Adil olmayan bir yaklaşımla, daha fazla istihdama da ihtiyaç kalmayacak. Üniversite dereceleri böylece daha ucuza gelecek ve bu minval üzere daha ucuz bir işgücü hasıl olurken üniversite patronları ve yeni yazılım şirketleri muazzam kârlar elde edecektir. “Kapitalizm atıklar olmadan var olamaz” demişti birisi. İzlemiştim bir yerde ama kim demiş anımsamıyorum. Bu arada belirtmekte yarar var. Kimilerinin araştırma yapmasına izin verilmezken kimileri araştırma yapmak için teşvik edilecek; bu bakımdan, araştırmanın ödeneklere bağlı olacağını varsayıyorum.

İşte bu sebeplerden ötürü, sapla samanı karıştırmamak gerek diye düşünüyorum. Çevrimiçi ders vermemiz, böylesi bir kötülüğe çanak tutmayı haklı kılacak bir neden değil. Evet çevrimiçi eğitim son çareyse sürdürülmeli. Ama kulluk pahasına değil. Hocacılık oynamaya, bu role kendimizi bu kadar kaptırmaya gerek yok. Çevrimiçi eğitimi bir sosyal aktivite telakki etsek bile (ki buna katılmıyorum), eğitime has fizikî ve sosyal çerçevenin zenginliklerinden mahrum kalacağız. Birçoğumuz sosyal deneyimimizin büyük kısmını, eğitimimiz zarfında, gençken, edindik. Sevgi, dostluk ve arkadaşlığı eğitimimiz süresince geliştirdik. Bir şeylere dair hararetli tartışma tutkumuzla tezahür eden epifani anlarını, okulda kazandık.


[i] Giordano, Paolo. Salgın Zamanlarında: Küresel Kriz Döneminde, Toplum, Bilim ve Farkındalık. (J. C. Yapıcıoğlu, Çev.). İstanbul: Profil Kitap. 2020, s. 12.

[ii] Di Cesare, Donatella. Egemen Virüs: Kapitalizm Nefessiz Bırakır. (B. Uysal, Çev.). İstanbul: Pinhan Yayıncılık. 2020, s. 25.

[iii] Giordano, Paolo. Salgın Zamanlarında: Küresel Kriz Döneminde, Toplum, Bilim ve Farkındalık. (J. C. Yapıcıoğlu, Çev.). İstanbul: Profil Kitap. 2020, s. 62.

[iv] Derya Oktan. (6 Aralık 2019). “OHAL'in ardından akademide durum: Hocalar ihbar edilme korkusuyla ders anlatıyor”. Artı Gerçek. https://artigercek.com/haberler/ohal-in-ardindan-akademide-durum-hocalar-ihbar-edilme-korkusuyla-ders-anlatiyor

[v] İnan Özdemir Taştan ve Aydın Ördek. OHAL Döneminde Türkiye’de Akademik Özgürlükler Araştırması Raporu. Ankara: Kapasite Geliştirme Derneği (KAGED), 2019, s. 26, 44.

[vi] F. M. Dostoyevski. Delikanlı. (Ergin Altay, Çev.). 2. Baskı. İstanbul: İletişim. 2004, s. 66.

[vii] Paulo Freire. Ezilenlerin Pedagojisi. (Erol Özbek, Çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. 1991, s. 24.