Yas Çalışması: Hayaletlere İmkân Vermemek ve İz

Özlem Diler ve Celil Badikanlı’nın Casîme Celîl: Bir Kürt Entelektüelin Yaşamı (2021) belgeselinin gösterimi, 16-28 Nisan tarihleri arasında çevrimiçi olarak düzenlenen 12. Global Kürt Film Festivali’nde gerçekleşti. Belgesel, Kürt yayıncılığında önemli bir yere sahip Erivan Radyosu’nun kurucularından olan ve uzun süre yayın faaliyetlerini sürdüren Casîme Celîl’in yaşamını konu ediyor. Bu belgeselin iki yarıdan oluştuğunu söylemek mümkün. İlk yarısı Casîme Celîl’in özellikle Erivan Radyosu etrafında yürüttüğü Kürt dili, kültürü, müziği ve folklor araştırmalarına eğilirken ikinci yarısı ise Casîme Celîl’in Kürdolog, tarihçi oğlu Celîle Celîl’in “ana yurdu”, “baba ocağı” olan Kars’a yolculuğunu ele alıyor. Belgeselin ikinci yarısı ise (yine) yakın zamanda izleme şansı elde ettiğim iki belgeseli/filmi daha düşünmemi sağladı. İlki, Onur Günay ve Burcu Yıldız’ın Ermeni müzisyenler Onnik Dinkjian ve oğlu Ara Dinkjian’ın müzikal serüvenini konu edinen Garod (Hasret)[1] (2012) belgeseli. Bu belgeselde, Onnik Dinkjian’ın hem yaşamında hem de müziğinde önemli bir yer tutan fakat yetmiş beş yaşına kadar hiç görmediği Diyarbakır’la olan ilişkisine yer veriliyor. İkincisi ise Ermeni yazar William Saroyan’ın bir zamanlar atalarının yaşadığı Bitlis’e yolculuğunu konu edinen Lusin Dink’in Saroyan Ülkesi (2013)[2] filmi. Film, Saroyan’ın 1964’te gerçekleştirdiği bu yolculuğu yeniden canlandırma amacı taşıyor. Bir yanıyla kurmaca olsa da gerçekliğe dayanıyor. Üç filmde de ortak olan hasret, nostalgia, kayıp, yas durumu ve tam da bu durumun yaratmış olduğu yabancılıkla/kendini evinde hissetmemeyle/tekinsizlikle (unheimlich)* baş edebilme yolları, kimliğin nasıl yeniden kurulduğunu gösteriyor. Ayrıca üç filmde de yas teması, Kars, Diyarbakır ve Bitlis’e yapılan yolculuklarda kendini “yokluk” ve “izin silinmezliği” olarak göstermeye devam ediyor. Bu yazı bu üç filmin düşündürdükleri hakkında bir küçük fragman sunmayı amaçlamaktadır. Asıl filmin (filmin kopuşunun/kesiğinin) sadece gerçek tanıklıklara (hayaletlere) özgü olduğunu hep akılda tutarak…

Casîme Celîl (1908-1997), Ezidî Kürt bir ailenin çocuğu olarak Kars’ın Kızılkule (Ğızılğula) köyünde dünyaya gelen bir Kürt entelektüel. Kars, 1918 yılında Rus kontrolündedir ve Rusların çekilmesiyle birlikte bölgeye giren Osmanlı ordusu Kars’tan diğer bölgelere göçe neden olmuştur. Ermeniler ve bölgede birlikte yaşadığı Ezidî Kürtler, Osmanlı ordusu tehdidine karşı hayatta kalabilmek için bugünkü Ermenistan’a göç etmek zorunda kalır. Casîme Celîl ve ailesinin de aralarında bulunduğu bu göç sırasında birçok kişi açlıktan, koleradan ve nehirlerden geçmeye çalışırken boğularak yaşamını yitirir. Casîme Celîl de ailesinin büyük bir bölümünü bu göç sırasında yitirir ve Ermenistan’da bir yetimhanede büyür.[3] Hayatının büyük bölümünü geçireceği Erivan’da yürütmüş olduğu çalışmalar ise Casîme Celîl’i önemli bir figür yapacaktır. Kürtçe kitap yayını ve Kürtçe radyo yayının yanı sıra Kürt dili, kültürü, müziği ve folkloru üzerine yürüttüğü araştırmalar bugün Kürdoloji alanında en önemli çalışmalar arasında kabul edilir. Kurucuları arasında yer aldığı Erivan Radyosu bugün bile Kürtlerin kolektif hafızasında çok önemli bir yere sahiptir. Bu çalışmaları Casîme Celîl’den sonra sürdürme görevi ise çocukları Ordîxane (filolog), Celîle (Kürdolog, tarihçi) ve Cemîla’ya (müzikolog) kalmıştır. Onnik Dinkjian (1929-) Ermeni Tehciri sırasında Diyarbakır’dan göç etmek zorunda kalmış bir ailenin çocuğu olarak Fransa’da dünyaya gelmiş, hayatının büyük bir bölümünü Amerika’da geçirmiş bir müzisyen. Anadolu Ermeni müziğinin en önemli isimlerinden biri olarak kabul görüyor. Onun geçmişten aldığı miras ise ev içerisinde konuşulan Anadolu Ermenicesinin özel bir ağzı olan Diyarbakır Ermenicesi. Bu miras onun müzikal serüvenin de büyük bir bölümünü oluşturmuştur. Özellikle 2015 yılında çıkarmış olduğu Diyarbekiri Hokin/Ermenice Diyarbakır Şarkıları albümü büyük bir ilgi görmüştür. Bitlis’ten Amerika’nın Kaliforniya eyaletine göç etmek zorunda kalmış Ermeni bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen William Saroyan (1908-1981) ise özellikle yazdığı öyküler ile Amerikan edebiyatının en büyük öykü yazarlarından biri kabul ediliyor. Öykülerinde Amerika’ya göç etmek zorunda kalan Ermenilerin yaşantısına sıklıkla yer verir. Onun edebiyatı Yaşayanlar ve Ölüler arasında mekik dokumaktadır. 

Hatırlama her zaman bir görev olarak üstlenilmeyi beklemektedir. Acı ve yoksunluk hissi karşısında bunun bir “son vazife” olduğu söylenir. Bu yükümlülüğün, tıpkı yasın işleyişinde olduğu gibi, güvenli bir biçimde gerçekleşmesi ise büyük önem arz etmektedir. Böylelikle geçmiş hatıraların, izin bir hayalete dönüşme imkânı ortadan kaldırılır. Bu aynı zamanda başarılı bir yas çalışmasının da koşuludur. Hafızanın kaybı (silinmesi) ya da diğer bütün kayıplar (aile fertleri, yurt, dil) karşısında esasen böylesi bir yas çalışması zorunludur. Yas çalışması tam da bastırılmış, bilinçdışına itilmiş olanın geri dönmesine imkân vermeme işlemidir. Zaman ve mekân ile bağlantıyı sekteye uğratarak gündelik yaşamı tehlikeye atan hayaletin “evcilleştirilmesidir”.

Yasta (kayıpta) iki durum çıkar ortaya: kaybedilen şeyle özdeşleşme (kendi üzerine kapanma) ve ötekine açıklık imkânı. Geride kalan için geçmiş ruhların kendine mal edilmesi, onların mirasını sahiplenmek anlamına da gelmektedir. Böylesi bir miras ise kapanması hiçbir zaman mümkün olamayacak bir borcu üstlenmektir. Nitekim Casîme Celîl bütün yaşamını bir kültür emekçisi olarak bu borca adamıştır. Erivan’da yapacağı Kürt dili, kültürü, edebiyatı, tarihi ve müziği üzerine araştırmalar ile kaybedilen “zaman ve mekânı” âdeta yeniden inşa edecektir. Ve bunu bir miras olarak da çocuklarına bırakacaktır. Onnik Dinkjian’ın da aileden aldığı miras âdeta onun “mekânı” olmuştur. Belgeselde ve farklı yerlerde verdiği röportajlarda artık neredeyse kimsenin konuşmadığı Diyarbakır Ermenicesi için “baştan ayağa benim”, “en gerçek halim” diyecektir. Hem Casîme Celîl hem de Onnik Dinkjian için anadilleri, anayurttan kalan tek şeyleri olmuştur. Bu durum onların anadilleri dışında başka bir dilde ikamet etmelerini güçleştirmektedir.[4] Edebiyatını tekinsiz bir edebiyata dönüştürebilmeyi başarmış William Saroyan için ise kaybettiği babası “aynadaki ötekidir (“biri sağ biri ölü olan”).

Ne oğul Celîle Celîl ne Onnik Dinkjian, ne de William Saroyan, Kars, Diyarbakır ve Bitlis’te doğup büyümüştür. Buralara dair sadece aileden duyulan anlatılara sahiptirler. Hiç görmedikleri, sadece hikayelerini duydukları bu yerlere yaptıkları yolculuklarda ise bu yerler onlarda tanıdıkmış hissi uyandırır. Fakat yine de kendilerini yabancı gibi hissetmedikleri bu yerler onların “evi” midir, “yurdu” mudur sorusu zihinlerini meşgul etmektedir. Nitekim Saroyan’ın öyküsünden alıntılanarak filmde yer verilen İnsanın yurdu neresidir? sorusu bizi daha büyük bir sorgulamaya davet eder. Bu aynı zamanda bütün insanlığa bir çağrıdır. Sadece sağ olanlara değil, ölülere de yapılmış bir çağrı. Bu yüzden de bütün hayaletleri de bu dünyaya çağırır.

Belli bir yerdeki toprak parçası mıdır? Oradaki ırmaklar mı? Göller mi? Gökyüzü mü? Ayın doğuşu mu? Güneş mi? İnsanın ülkesi ağaçlar mı, bağlar, çimenler, kuşlar, kayalar, tepeler ve dağlar ve vadiler midir? İklim midir? Bir yerin ilkbaharı, yazı ve kışı mıdır? Kulübeler ve evler, şehrin sokakları… Masalar ve sandalyeler, çay ve sohbet midir? Yaz sıcağında dalında olgunlaşan şeftali midir? Toprakta yatan ölüler midir? Göğün altında, o ülkenin her yerinde konuşulan dilin sesi midir? Genizden ve yürekten gelen şarkı mıdır? O dans mıdır? İnsanın ülkesi havaya, suya, toprağa, ateşe ve hayata ettiği şükran duaları mıdır? Gözleri midir? Gülümseyen dudakları mıdır? Keder midir?

En iyi bildik şeyin en tekinsiz oluşu (unheimlich) tam da hayaletlerin “doğasına” özgüdür.[5] Bu sebeple hayaletleri def etmek, ölülerin bir daha geri dönmemesini sağlamak gerekmektedir. Bu aynı zamanda başarılı bir yas çalışmasının (hayaletin nerede durduğunun bilinmesinin) da imkânıdır. Esasen bu imkânı yine Saroyan’ın öykülerinde bulmak mümkündür:

Bir yandan Fresno’daydık, bir yandan hiçbir yerde. Ölüm içimizden birini yakalamadığı, bizde onu gömüp orada yattığını bilmediğimiz sürece nasıl herhangi bir yere ait olabilirdik ki?[6]

Kars, Diyarbakır ve Bitlis’e yapılan yolculuklarda tam da bu sebeple hep bir “ev” arayışı söz konusudur. Rahatsız ruhların yerini tespit edebilmek ve sonsuza dek oraya dönmelerini sağlayabilmek için. Celîle Celîl Kars’a yaptığı yolculukta bir zamanlar anne-babasının doğduğu/yaşadığı muhtemel evleri tespit eder. Onnik Dinkjian ise anne-babasının doğduğu/yaşadığı evler hakkında az şey bilmektedir. Bunun yerine elindeki eski bir fotoğrafın tanıklığında, anne-babasının evlendiği yer olarak bildiği Diyarbakır’ın Sur ilçesinde harabeler içindeki Surp Giragos Kilisesi’ni ziyaret eder. Hikâyelerini duyduğu Paşa Hamamı’nda bir tas su dökmek ister. Geçmişin silinmez bu izleri ise tanıklık etmeye devam etmektedir. Hem de artık var olmayışları, yani “yoklukları” ile. Saroyan’a da yolculuğunda benzer bir “iz” ve “yokluk” tanıklık eder. Filminin sonlarına doğru Saroyan’ın “Bitlis’te hiç Ermeni yoktu,” dediğini duyarız. Bitlis’e yaptığı yolculukta karşılaşacağı, Ermenilere ait terk edilmiş evler ve Ermenice bir duvar yazısı olacaktır.

Bu yolculuklarda “silinmez olanın izi” ve “yokluk” tıpkı bir görünüp bir kaybolan hayalet gibi sürekli zamana ve mekâna musallat olmaktadır. Bu sebeple tam da ele geçirildiği düşünüldüğü anda kendisini yok etmektedir. Üç filmin de sonunda (tıpkı yas’ta, yaşamın bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçtiği anda olduğu gibi) izleyicinin “yüz yüze” kalacağı soru, “Böylesi bir iz öteki’ne açılmanın imkânı mıdır?” olacaktır.  


* Unheimlich, Almancada yabancı olmayan, tanıdık, eve, hatta bir ulusa özgü olan anlamlarına gelen heimlich sözcüğünün önüne gerilen un ön ekiyle türetilmiş bir sözcüktür. Bu ön ek, sözcüğü olumsuz yapmanın ötesinde hâlâ bir yakınlığı, tanıdıklığı, aşina olanı ifade etmektedir. Türkçeye genellikle “kaygı verici yabancılık”, “tekinsiz” olarak çevrilmektedir. Sigmund Freud düşüncesinde bu kavram özellikle kayıpla, ölümle, bastırılmış olanla ilişkili olarak ele alınmaktadır. Bkz. Freud, Sigmund Freud, The Uncanny, çev. David McLintock, Penguin, Londra, 2003. Bu kavramı burada geniş bir şekilde ele alma şansımız olmasa da metin içerisinde bu kavrama Freud’tan haraketle başvurduğumu belirtmek isterim.   

[1] Filme şu adresten erişmek mümkün: https://vimeo.com/426574611

[2] Filme sinema platformu MUBI’den erişmek mümkün.   

[3] Zeri İnanç, Erivan Radyosunda Kürt Sesi, İsmail Beşikçi Vakfı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 115-116.

[4] Zeynep Direk, “Derrida’nın Ardından: Ölüm, Kültür ve Dil”, Gazete Duvar, https://www.gazeteduvar.com.tr/derridanin-ardindan-olum-kultur-ve-dil-haber-1509471

[5] Jacques Derrida, Marx’ın Hayaletleri: Borç Durumu, Yas Çalışması ve Yeni Enternasyonal, çev. Alp Tümertekin, Ayrıntı, İstanbul, 2019, s. 218.

[6] William Saroyan, “Ailede Delilik”, Ödlekler Cesurdur içinde, çev. Ohannes Kılıçdağı, Aras, İstanbul, 2010, s. 13.