Yılmaz Güney’e dair okuduklarımız, seyrettiklerimiz ve duyduklarımız az değil. Yine de onu anlatan yeni bir yapımla karşılaşınca, bu gizemli, tatlı-sert, kaba, nazik, kabadayı ve devrimci insana dair bilmediğimiz yeni bir şey öğrenme ihtimali merakımızı uyandırıyor. Bu ruh haliyle seyrettiğim Hüseyin Tabak’ın Çirkin Kral Efsanesi belgeseli, birincil tanıklıkları içeren, tartışmalı bazı mevzulara açıklık getiren, yeni bilgi ve görüntülerle insanı sarsan derli toplu bir yapım. Film tekniği, kurgu gibi hususlarda bir şeyler söylemek istemem. Bir seyirci olarak ise hususi hayatlara dair bu kadar çok şey bilmemiz gerekir mi, diye geçti aklımdan. Yahut Yılmaz Güney’in sağlığında ilişkilerinin iyi olup olmadığını bilmediğim ancak ölümünden sonra başkaları tarafından yürütülen tartışmaların öznesi/tarafı olmuş kimi yazar ve sinemacıların bu yapımda neden yer almadığı gibi sorular aklıma geldi. Yine de, nihayetinde uzun süre emek verilmiş, saygı ve takdiri hak ettiğini düşündüğüm başarılı bir belgesel Çirkin Kral Efsanesi.
Bence asıl dikkat çekici olan, yönetmen Hüseyin Tabak’ın belgesele dair bir söyleşide dile getirdikleriydi. Tabak özetle, Yılmaz Güney’i tanımak için çıktığı yolda kendini de tanımış ve kendi yolunu belirlemiş olduğunu anlatıyordu. İki saatin Yılmaz Güney’i anlatmak için yeterli olup olmadığını ya da seyircinin onu anlayıp anlayamayacağını da bilemediğini söylüyordu ama Tabak’a göre bu önemli değildi, önemli olan, herkesin kendi Yılmaz Güney’ini bulması idi. Belgeseli seyrederken ve sonrasında ben de kendi Yılmaz Güney yolculuğumu düşündüm. Yılmaz Güney’den ne zaman ne anladım, neyi aradım ve nereye vardım?
Çocukluğum Muş’ta geçti. Aşiret aidiyeti ve bağlılığı olan, sistemin bekasına iman etmiş, Adalet Partili bir memur ailesiydi bizimkisi. Televizyonla erken tanışmış ve haberle ilgili beslenme kaynağı doğal olarak TRT olan bir aile aynı zamanda. Yılmaz Güney ismini sekiz-dokuz yaşlarında duymaya başladım. 12 Mart darbesinden hemen sonra doğduğuma göre 1970’lerin sonları olsa gerek. Babamın pek konuşmadığını, konuşsa da solcular hakkında olumlu konuşmadığını hatırlarım. Bir konuşmada, Yılmaz Güney’in zamanında Muş-Bitlis arasında Çizmeburnu olarak bilinen bir mevkiye geldiğini, Aç Kurtlar filmini burada çektiğini (1969 yapımı), “film icabı” ot yaktıklarını, treni soyduklarını, esasen memleketinin de Muş olduğunu söylemişti babam. Tanımadığım, ama çocukluğun zihin kurgularıyla anlatılanlara bakarak pek hoşlanmadığım bu adamla, ünlü olması ve Muşlu olması nedeniyle gizli bir gurur duydum. Babam, o dönemde Yılmaz Güney’e karşı nötr olduklarını, çünkü hakkında politik bir kanaatleri olmadığını, askerliğini de Muş’ta yaptığı için görev yaptığı tren istasyonundan, asker-sivil kalabalık bir toplulukla onu yolculadıklarını da anlatmıştı sonradan.
Yılmaz Güney’in belleğimde yer ettiği ikinci olay, 12 Eylül darbesinden sonra ve 1983 seçimlerinden hemen önce Muş’tan “tayin” olup gittiğimiz Hatay’da, 1984 senesinin bir eylül sabahı -kolaylıkla tahmin edileceği üzere- Hürriyet gazetesinin ilk sayfasının sağ alt köşesinde yer alan Yılmaz Güney fotoğrafının altındaki “Kansız öldü!” başlıklı haberdi. Sadece, anlamaya çalıştığımı ve Yılmaz Güney’in nasıl bir “kansızlık” yapmış olabileceğini sorguladığımı hatırlıyorum. Şimdi bakınca, neredeyse ergenlik dönemine kadar Yılmaz Güney’den bihaber olduğumu anlıyorum. Öyle ki, yıllar sonra üniversiteden bir arkadaşım çocukken mahallede “Cünocu” mu yoksa “Yılocu” mu olduğumuzu sorduğunda, mevzudan ne kadar uzak kaldığımızı, ne kadar uzak tutulduğumuzu yeniden hissetmiştim. Cevabım vardı yine de! Dedim ya, sistemin bekasına inanan, steril, memur, “Cünocu”, Amerikancı, TRT’ci bir aileydik. “Cünocu”yduk, zira “Yılo”nun varlığından bile haberdar değildik neredeyse.
Hatay’dan gittiğimiz Urfa’da, gençliğimizle birlikte başlayan lise hayatında, bir arayış başladı. O arayışa “cevap” verenler olarak, okul kütüphanesinde yer alan Maarif’in Çeviri Seferberliği klasikleri, Livaneli-Theodorakis ve yeni asi Ahmet Kaya dışında sadece hakkında daha olumlu bilgi kırıntıları duymaya başladığımız Yılmaz Güney geliyor aklıma.
Üniversite, başka bir mecra elbet. Kimlik ve aidiyet arayışların artık yolunu buluyor, seni kime yaklaştıracağını kendiliğinden biliyor sanki. Yılmaz Güney üniversiteyle birlikte bizim kuşağın hayatına daha yoğun girdi. Hakkında okunacak şeyler bulmaya başlamıştık. 1990’ların hemen başında Mülkiye’de öğrenciyken, bir mahkeme sayesinde miydi tam hatırlamıyorum ama Umut gösterime girdi. Umut’u anlamaya, yorumlamaya çalıştık. Sonrasında ortalık biraz rahatlayıp da Yılmaz Güney filmlerine ulaşmak mümkün olunca ve hakkında yeni bilgiler edinince Umut’un, sinemasal etkisi bir yana, Yılmaz Güney’in hayatını da iki döneme ayırdığını idrak ettik. Vuran, kıran, kumar oynayan, kadınlarla problemli, silahı seven “delikanlı” Yılmaz Güney’den (o zaman da bir tür politik “mesajı” yok değildi aslında), varlığı elinin tersiyle iten, devrimci olmak için uğraşan, bu yolda hayatını tehlikeye atan, etnik ve politik kimliğine sahip çıkan, başı beladan kurtulmayan “delikanlı”/“devrimci” Yılmaz Güney’e yolculuk.
Yine Yılmaz Güney’i tanıdıkça inandım ki yaşadığımız coğrafyanın tarihi hikâyeleri olan insanların tarihidir. Birbirini besleyen kültürlerin tarihidir. Bir insan olarak Yılmaz Güney, ailesinin Muş ve Siverek’ten gelen kültürüyle heybesindekini Çukurova’ya boşaltmış, Çukurova da elindekilerle onu beslemiş, duygu, hayata bağlılık ve zarafetle yoğurarak onu olgunlaştırmıştır.
“Aslolan hüzündür, neşe istisnadır,” derler ya… Yılmaz Güney Metin Bükey’in Baba filmindeki eşsiz müziğiyle, boynu bükük halde sahilde yürürken, bunu doğrular gibidir. İşte bu, hayata sinmiş hüzündür!
“Ben halkımın mazlum ve gariban ozanıyım,” diyen Ahmed Arif, “Çukurova yiğidini” nasıl anlatmıştı: “… Külhan, kavgacıdır delikanlısı, ünlü mahpusanelerinde Anadolumun/ En çok Çukurovalılar mahpustur/ Dostuna yarasını gösterir gibi/ Bir salkım söğüde su verir gibi/ Öyle içten, Öyle derin/ Türkü söylemek, küfretmek/ Çukurova yiğidine mahsustur.” Ahmed Arif bu dizeleriyle Yılmaz Güney’i anlatmış, Yılmaz Güney yaşantısıyla bu dizeleri bedenleştirmiştir âdeta. Ahmed Arif “nazlı filinta” derken, Yılmaz Güney de “İnce Cumali” der. İşte bu, zarafettir.
Çirkin Kral Efsanesi’nden sonra yukarıda anlattıklarımı düşündüm ve kendime şu soruyu yine sordum: Yılmaz Güney’i farklı kılan nedir? Yokluk, vurma-kırma, kumar, kadın, mertlik, silah sevdası, delikanlılık, vefa, maçoluk; derken, politik duruş, etnik ve politik kimliğine sahip çıkma, devrimcilik, soruşturma, kovuşturma, mahpus ve sürgün! Bunlara isterseniz Yılmaz Güney’in kırk yedi yıllık yaşantısına sığdırdığı filmografisi deyin, isterseniz kırk yedi yıllık yaşantısı! İkisi aynı. Yılmaz Güney’in filmografisiyle hayatı birbirine paralel gider. Yılmaz Güney esasen sadece ve sadece kendi hayatını oynamıştır. İşte bu da hakikattir!