Demokrasi Bloku ve Bir Umut: 'Türkiyelileşme'

Kürt hareketine yönelik sık dillendirilen eleştirilerden biri, hareketin ağırlıklı olarak ‘bölgesel’ bir mahiyet taşıması olmuştur. Bölgesellik söylemi vasıtasıyla esasında ‘ayrı örgütlenmeden’ duyulan kaygı dile getirilmeye çalışılmıştır. Türkiye sathından yöneltilen bölgesellik eleştirilerinin tarihsel köklerini TİP’te (mesela Behice Boran’ın politik çıkarımlarında) bulmak mümkün. 1960’ların TİP misali yasal partilerden 1970’lerin ve 80’lerin yasadışı ya da silahlı mücadele sürdüren devrimci hareket ve partilerine kadar pek çok sol-sosyalist yapı, ‘bölgesel(ci)lik’ eleştirisini uzunca bir süre dile getirmiş, dile getirmediği lahzalarda da eleştiri katalogunda muhafaza etmiştir. Bölgesel(ci)lik eleştirisi, Kürt hareketinin “milliyetçi” bir oluşum olarak değerlendirilmesinin de ideolojik-politik zeminini tesis etmiştir. ‘Coğrafyayla’ kayıtlı bir direnme pratiğinin kendi sınırlarında takılı kalacağı ve giderek kendi içine kapanıp ‘darlaşacağı’, ‘tıkanacağı’ öne sürülmüş; bu çerçevede sürdürülen bir mücadele biçimininse Türkiye solunun gelişimini şu ya da bu şekilde olumsuz etkileyeceği düşünülmüştür. “Ezilen ulus” kavramsallaştırmasına dayanarak Kürt hareketinin milliyetçiliği anlaşılır -aslında katlanılır- kılınmaya çalışılmış ama mahut milliyetçiliğin Türkiye’de solun gelişimini baltalayabileceği kerhen de olsa zikredilmiştir. Ayrı örgütlenmenin yaratacağı güç kaybı bir yana, bizatihi solun örgütlenme alanlarının da kısıtlanması gibi bir sonuç doğurmaktadır Kürt hareketinin bölgesel bir mıntıkada politika sürdürmesi. Zira Kürt hareketinin güç kazanması memleketin Batı ‘bölgesindeki’ Türk milliyetçiliğinin hararetlenmesine neden olduğu iddia edilmiştir ki, kısmen doğru bir tespittir bu. Türk milliyetçiliğinin tırmanması mevzusunun yanı sıra, mevcut eleştirilerin referans ve meşruiyet noktasını bir bütün olarak “ortak düşman” imgesi tedarik etmiştir. Ortak düşman imgesinden hareketle ayrı örgütlenme ve mücadeleden değil de, “birlikte” mücadeleden yana olunması gerektiği sonucuna varılmıştır. ‘Birlik’ sonucuna ulaşılmasında etkili olan bir başka kanaat daha var tabii: Gerek Kürt meselesinin gerekse Türkiye’deki emekçilerin iktisadi-siyasi sorunlarının çözümü, 1980’lerin sonuna kadar “devrim” anlayışı ve amacı bağlamında anlam kazanmıştır. Türkiye solu (monoblok bir soldan bahsetmiyor, nüansları dışarıda bırakıyorum) ile Kürt hareketi arasındaki çelişkilerin kaynağı da yine bu devrim fikridir. Bugün gelinen aşamada eski çelişkiler tedavülden kalkmamıştır ama, seçim sürecinde de işler vaziyetteler.

SINIFÇI PARADİGMA VE ULUSALLIK GERİLİMİ

Türkiye solunda devrim idealinin kuşatıcılığı ve başatlığından ötürü “demokratik dönüşümü” hedefleyen hareketlere -bir refleks olarak- mesafe alınmış, hiç değilse ‘ihtiyatlı’ davranılmıştır. Bu ihtiyatlılığın son dönem tezahürünü ÖDP Genel Başkan’ı Alper Taş’ın sözlerinde görmek mümkün: “BDP önderliği sol olsa, toplumsal tabanı yoksullardan oluşsa bile, nihayetinde ulusal bir harekettir”. İhtiyatı yani ‘sakınmayı’ ele veren ifade Taş’ın cümlesinde geçen “nihayetinde” sözcüğü. Her ne kadar hareketin tabanı yoksullardan, temsilcileri soldan olsa da, Kürt hareketi önünde sonunda ulusal bir harekettir ve haliyle gidebileceği sınır ve görebileceği ufuk bellidir. Taş, Kürt hareketinin emek ve sınıf odağına meyledip “eşitlik ve özgürlük” mecrasında konumlanmasının “devrimci sosyalist bir hareketin gelişip güçlenmesine bağlı olduğunu” belirtmektedir. (Belki de bu ilişkinin tam tersi geçerlidir?) Bu tespit bir başka tespiti beraberinde getirir: “Bazı sosyalist arkadaşlarımızın BDP adayları olarak meclise girmeleri sosyalist hareketin geliştiği ve gelişeceği anlamına gelmiyor. Çünkü bu arkadaşlarımız kendi toplumsallıklarıyla meclise gelmeyeceklerdir” (Mesele, s. 20). Taş’ın tespitleri ‘eski’ soldan kalan kadim tespitlerdir. Devrimci bir hareket ile ‘nihayetinde’ ulusal olan bir hareket nasıl ve hangi araçları kullanarak ‘bir araya’ gelecektir sorusu ise hala muammadır. Yoksul olmak, dışarıda bırakılmak, haklardan ve özgürlüklerden muaf tutulmak, zulme ve adaletsizliğe maruz kalmak yeterli bir neden teşkil etmiyor anlaşılan. Muamma bir bakıma “sınıfçı paradigmanın” açmazları yani sınıf ‘kimlerden oluşur’ meselesinin müphemliği ile ilişkili. Anlaşılan o ki, ÖDP (aslında TKP, EMEP vb. de) hala Tanıl Bora’nın 1997’de eleştirisini yaptığı düzlemde duruyor: sınıf “etnik bir varlık” gibi anlaşılıyor. Etnik bir varlık olarak sınıf, kapalı bir yapısal özellik arz eder. Hedef ve amaçları sarihtir. Sınıfçı paradigmada demokrasi mücadelesi, burjuva demokrasisi tasavvuru ile maluldür. Bu nedenle hep ikincil ve talidir. Alper Taş’ın “sosyalist arkadaşlar” dediği kişilerin (Sırrı Süreyya ve Ertuğrul Kürkçü) meclise girmelerini sosyalist mücadelenin gelişmesi olarak değerlendirmemesinin nedeni, demokrasi mücadelesini değerler hiyerarşisinde aşağı konumda görmesi ile bağlantılı. Gelgelelim, Tanıl Bora’nın belirttiği üzere, “‘demokrasi mücadelesi’ veya ‘devletin demokratikleştirilmesi’ diye anılan politik hedefler manzumesi ve buradaki ‘yeniden kurma’ talebi geleneksel sınıfçıların kastettiği anlamdaki ‘sınıf belirlenimi’nden daha radikaldir” (Birikim, sayı. 103). Bu radikallik güzergâhında demokrasi mücadelesi araçsal değil, bilakis stratejik bir amaçtır. Kürt meselesi gibi aciliyeti olan toplumsal ve siyasal sorunların çözüme kavuşturulmasında bu amaç hayatidir.

Geleneksel sol söylemlerde sınıf belirlenimi olarak devrim esprisi ile devrim sonrasında telafi edilecek bir ulusal demokratik ‘arız’ olan Kürt meselesi, birbirleri ile iç içe geçtiği kadar birbirlerini dışarıda tutan bir niteliğe sahip olmuştur. Sol, Kürt hareketini devrime ama ondan da önce “sınıfa” çağırmış, ayrı direnişi ve örgütlenmeyi sınıftan uzaklaşma, emek ekseninden kayma addetmiştir. Ezcümle eleştiriler sınıf ve devrim kavramlarında düğümlenmiştir. Kürt hareketi fiili varlığı ile devrimi gerçekleştirecek ve sosyalizmi kuracak olan öznenin, yani ‘proletaryanın’ öznelik konumunu sürekli taciz etmiş, bir başka ifadeyle devrimci öznenin inşasını sıkıntıya hatta kimi zaman açmaza sürüklemiştir. İki farklı zeminde şekillenen kimlikler arasında politik mücadelenin pusulasını şaşırmasına neden olan “temsil krizleri” yaşanmıştır. Demokrasi bloğunun kazanımları belki de bu krizleri çözmeye vesile olacaktır?

BÖLGESELCİLİK VE KİMLİKÇİLİK SARKACINDA KÜRT HAREKETİ

1990’larda Kürt hareketini adlandırırken milliyetçilik kavramının yanı sıra, “kimlik” kavramı da kullanılmaya başlanmıştır. ‘Yeni toplumsal hareketlerin’ ivme kazandığı bu eşikte Kürt hareketini “kimlik siyaseti” olarak değerlendirmek, ‘zamanın ruhuna’ uygundur aslında. Kaldı ki, 1980 sonrasında devrim fikri onulmaz bir yara da almıştır: Türkiye solu fiilen yenilmiştir. Öte yandan, yükseliş ve geri çekilişler ters orantılı olmuştur: sol, kederli bir ricat evresine girerken, Kürt hareketi görkemli baharını yaşamıştır. Ters istikametlere akan süreçleri belli bir koordinatta sabitlemek, kitlesel ve ideolojik kopuklukları gidermek için olsa gerek solun özne tanımlarının sınırları genişletilmeye, ferahlatılmaya çalışılmıştır. İçine salt proleterleri (kitabî sınıf öznelerini) değil, toplumun ezilen kesimlerini, iktidara maruz kalanlarını alacak biçimde yeni bir sol öznenin kurgulanmasına mesai ayrılmıştır. Eşanlı olarak Kürt meselesi bir devrim meselesi olmaktan ziyade “demokrasi” sorunu olarak yeniden tanımlanmıştır. Buna mukabil “birlik” merkezli politik söylemler yerini, birlikten farklı olarak yine ÖDP örneğinde olduğu gibi “dayanışma” ve “destekleme” söylemlerine bırakmıştır. Bölgesellik ve ayrılık temalı eleştirilerin dışlayıcı tınıları bir bakiye olarak mağlubiyet dönemine intikal etmiştir ama. Bu kez birliğin değil, dayanışmanın önünde engel teşkil etmektir, bölgeselcilik. Hâsılı ister milliyetçi ister kimlik siyaseti olarak tanımlansın, mahut eleştiriler Kürt hareketinin Türkiye soluna olan “uzaklığını”, “mesafesini” işaret etme işlevine sahip olmuştur. Bu eleştirilerde elbette dikkate alınması gereken haklılık-doğruluk payları var. Zira mesafelerin kapanması, söylemlerin ve kitlelerin ortak bir muhalefet mecrasında bir araya gelmesi arzusu gündemdeki yerini koruyor. Bu minvalde Kürt hareketi de ‘Türkiyelileşmek’ ifadesine hususi bir anlam yüklemiştir. Bilindiği üzere 1990’larda “Bağımsız Kürdistan” stratejisi sorunsallaştırılmış, 2000’lere gelindiğindeyse paradigma değişimine gidilmiştir. Bölgeselcilik eleştirilerinin öneminin Kürt hareketi de farkında olmuş ama bağımsız ve sosyalist bir Kürdistan mücadelesi sürdürürken bu eleştirileri yeteri kadar ciddiye almamıştır. Ne var ki, paradigma değişimi sonrasında Türkiyelileşme meselesi yakıcı biçimde kendisini mevcut siyasete dayatmıştır. Devletin demokratikleştirilmesi hedefinin ve bu hedefe ulaşılmasının yaratacağı yeni “kamusal alanın” Kürt meselesinin çözümünde kilit bir role sahip olduğu geç de olsa fark edilmiştir. Bölgeye hapsolmuş siyaset sürdürme tarzının tıkandığının, kimlik merkezli politik mücadelenin darlaştırıcı etki yarattığının bariz şekilde belli olmasıyla Türkiye’nin “demokrasi güçlerinin” de yer aldığı bir blok fikri, seçimler öncesinde zaten üç aşağı beş yukarı gün yüzüne çıkmıştı. Türkiye’nin bölünmesi değil ama yeniden ve daha demokratik bir temelde kurulması açısından demokrasi bloğu elzemdir. Şiddetin kesilmesi ve demokratik siyasetin geçerli olması açısından blok kritik bir role sahiptir. Tam bu nedenle de blok sadece seçim sürecine endeksli bir taktik olmamalı; AKP ve CHP ikiliğine alternatif kalıcı ve giderek derinleşip genişleyen bir sol yapılanmaya evrilmelidir. Ortak düşman imgesinin yerine bu kez “ortak amaçlarda” bir araya gelmek… Umut, politikada bir imkân olarak hep orada durur, umutsuz olmak için hiçbir neden yok.