Düşünün şöyle bir reklamla karşı karşıyasınız; bir adam bilgisayarını açar ve dışardan bir ses onu uyarır: Artık ekrandan okumaya son verin, yeni ürünümüz kitabı deneyin, her yere götürebileceğiniz kâğıttan sayfalarını çevirip onu hissedebileceğiniz yepyeni bir ürün.
Ya da klavyeyle boğuşan birisine şöyle bir şey önerildiğini farz edin; yeni ürünümüz kalemi deneyin; ufak, incecik, kolay taşınır ve istediğiniz yüzeye yazmanızı sağlar, kullan at, yenisini al.
Bu garip geriye dönüş fantezisini komik ve biraz tuhaf bulabilirsiniz zira her ne kadar Marx tarihin geriye döndürülemeyeceğini ya da teknolojik bir silsile izlediğini söylese de ya bu ilerleme zinciri geçmişte bir yerde sapma gösterseydi ve hiç ummadığımız bir şekilde evrimleşseydi? Akla uygun olanı belirleyen izleklerdeki biraz da şansa kalmış bütünlük. Bu zincirin bir halkasını yerinden oynatabilseydik ve klavyeyi kalemden önce keşfetmiş olsaydık neler olabilirdi? Basit bir kalemin şimdilerde ne kadar işimize yarayabileceğini en azından tuşlarla boğuşan parmaklarımızın ve bileğimizin bize çektirdiği ağrılardan anlayabilirdik.
Kuşkusuz artık olan olmuş, geldiğimiz nokta da budur diyebilirsiniz. Ama geride bıraktığımız ya da bir kenara ittiğimiz teknolojileri yeni buluşlar ve inovasyonlar olarak erişebilseydik sanırım bir fantezinin ötesinde şeyler kurgulamış olurduk. Ya da daha sağlıklı bir ortama, yaşanılası bir hayata daha yakın olabilirdik. İster istemez geride kaldığını düşündüğümüz şeyin aslında değerli olduğunu fark etmemiz ama artık ona dönüş yapamayacağımız duygusu nedeniyle hep modernlik kazanıyor. Oysa zaman kavramımızın oynadığı bir oyun var ortada. Baudrillard’ın Kusursuz Cinayet’te ileri sürdüğü gibi gerçekte hiçbir yerde tam olarak bulunamıyoruz, eksiksiz var oluş diye bir şey hayal.[1] Sonuçta gerçek zamanda en modern, en son anda bulunduğumuza dair yanılsama bizim nesneler ile olan ilişkilerimizi de etkiliyor. Sadece şu ânın içerisinde bize sunulanı daha kullanışlı olarak nitelendirirken var oluşumuzu sabitliyoruz ve geçmişte bıraktığımız alternatiflerin tamamen geçmişe ait olduğunu düşünmemiz o nesneleri bir kenara ayırmamızın mantıklı bir çıkarım olmaktan uzaklaşıyor.
Modern olanın şu an için, en son, en yeni çıkmış olma duygusu yaratması kaçınılmaz ama eski olanın fonksiyonel artılarını yok saymayı gerektirmiyor. Zira bir şeyin yararlı olması ancak süreç içerisinde belirginleşiyor, en son çıkmış en popüler olmasıyla değil. Ama yine de zaman denen boyutta sabit bir konumlanmamız yoktur ifadesini çok felsefi buluyorsanız çok da haksız sayılmazsınız. Geçen geçmiştir ve biz çoğunlukla işimizi halleden, bizi çabuk tatmin eden şeylerin büyüsüne kapılmış durumdayız. Artık elimizde hem kitap hem de bilgisayar olduğu için birini diğerine tercih etmemizde kolaylık ve ulaşılabilirlik gibi, temelde öznel olan kavramlara yaslanmamız yeterli. Geriye kalan çoğu şeye retro damgasını vurup arada bir estetik dekorasyon olarak hayatımıza sokuyoruz, hatta bütün bu yazılanları bile retro-sevicilik diye sınıflandırıp bir gülümsemeyle geçiştirebilirsiniz.
Ancak bahsetmek istediğim nostalji duygusunda kaynaklanan bir geriye dönüş değil. Olaya tam olarak yararlılık bazında bakıyorum ve belli bir kalitenin sürdürülmesinde tam olarak yeni ve modern olanın işe yaramadığını söylemek istiyorum. Somut bir örnek mi istersiniz? Hiçbir ses teknolojisi yüz yılı aşkın bir zaman önce kullanıma sunulmuş plakların yerini alamıyor. Pratiklik, her yerde ulaşılabilirlik ve akıl almaz sayıda müziği ufacık bir yerde toparlama dendiğinde teknoloji bizi en son noktaya getirdi ama plaktan çıkan sesin kulağımızla olan uyumunu, o otantik birlikteliğin sıcaklığını hâlâ yakalayabilmiş değil. Bir teknoloji firmasının Ceo’sunun fotoğraf için söylediği de paralel bir anlam taşıyor; insanlar cep telefonlarından istediklerini çekiyorlar ama artık önemli olan istenilen şeyi çekmek değil, özel ânı ölümsüz kılmak.
Modernizm bizim için bir ütopya yaratmıştı ve onun nesneleriyle buna ulaşacaktık. Ama işler pürüzsüz bir güzergâhta ilerlemedi. Bu noktada sanki felsefe yine paçamızdan haklı bir çıkarımıyla yakalıyor, Habermas’ın parçalanmış özne teorisine kulak verecek olursak herkes yalıtılmışlığı içerisinde dış dünyanın ortak doğrularıyla ilerlediğini düşünüyor, özellikle modernlik sonrası dünyada herkes için aynı olan objektif bir dünya olduğuna inanıyoruz.[2] Kuşkusuz Habermas bunun teorisini bize post-modern dünyayı ayakta tutan ahlâki çıkarımları yaratmamız ve onlara saplanmamız için enjekte edildiğini söylerken kuruyor. Daha eskilere gidersek Adorno ve Horkheimer bile bu ortak değer ya da görüş birlikteliği çılgınlığından ve onun tüketimi yönlendiren sanayiye etkisinden dem vuruyordu.[3] Beethoven biraz sulandırılıp çizgi filmlerde müzik olarak kullanılıyor, Tolstoy’un eserlerinden apartılan konular türlü senaryolarla harmanlanıyordu. Aslında kronolojik bir geçiş, ardışık bir ilerleme yoktu; her şey biraz ekseninden kaydırılıp ustaca beğenilerimiz içine sokuşturuluyordu. Ama bu girdaptan hangi benlik kaçıp kurtulabilmiş ki? Kabul etmek lazım, hepimiz bu çakma yenilik oyunundan, nesnelerin, kavramların, sanat yapıtlarının orijinalini unutacak derecede çarpıtılmasından keyif alıyoruz. Herhalde kimse bu durumun 2020’li yıllarda bile değiştiğini iddia edemez. Bizim dışımızda dönüp duran dünyada yanılsama saçan bu ortak kabul, ortak doğru, ortak beğeni hastalığı hâlâ tüketim dünyasının bütün manipülasyon kurallarını belirliyor.
Ama bir farkla. Artık modern olmaktan çok, aşılmış bir modernliğin içinde ilerliyoruz, yani sonrası, post denilen son otuz yıllık süreçte mantığımız yavaş yavaş kıpırdanmaya, nesnelerin içkinliğini daha iyi değerlendirmeye başlamamıza neden oldu. Artık modern olmak için modernliğe ait alet edevatın dayatmasından kurtulup bir bakıma geçmişin bazı olanaklarını da şimdiki zamanın yaşantısına sokmaya çalışıyoruz. En azından bunu yapanlara karşı tamamen dışlayıcı eleştirilerin azaldığını görüyoruz ve almış başını giden teknoloji kimi alanlarda artık kendi nostaljik geri dönüşünü hazırlamakla meşgul. Muhtemelen çok fazla hızın getirdiği anksiyetenin biraz olsun nasıl boşaltılacağını ancak geriye dönük ikonlaşmış alet edevatın onurunu geri vermekle başarabileceğiz.
Geçenlerde seyrettiğim bir videoda yılların tecrübesiyle konuşan İngiliz bir yazar verimliliğini daktilo tarzı yeni bir teknolojiye dönerek nasıl arttırdığından bahsediyordu. Bu yazı makinesi daktiloyu birçok yönden andırıyor, evet dijital bir klavyesi var ama tuşlarından yazı ritminizi bulmaya yarayacak sesler geliyor, tıpkı bir daktiloda olduğu gibi. Modern dünyayla tek bağlantısı şarj edilmesi ve atalarının hantallığını taşımaması, ama internet bağlantısı kesinlikle yok, hatta bu son model daktiloda yanlış yazdığınız şeyi silemiyorsunuz bile. Ayrıca çalışma anlarımızı insafsızca kesen aşırı iletişim saldırılarını (chat, e-mail, Twitter ve Instagram bildirimleri) bertaraf eden bir sisteme sahip. Sonuç olarak eski sıkıntılı sessizliğimize kavuşuyoruz ve işimize odaklanmak garanti altına alınmış oluyor. Yazdıklarımızı silememek ise hataları kolayca yok edebileceğimizi sanma kanımıza indirilmiş kocaman bir darbe gibi. Belki de teknoloji, daha iyi odaklanalım derken aslında hatalarımızı kolayca silme olanağı tanıyarak odaklanmadan koparıyor bizi. Böylece gittikçe gevşeyen reflekslerle hareket eden, nasıl olsa döner düzeltirim diyen bir düşünce süreci gelişiyor ve bunun ardından ardımızda bıraktıklarımızı derleyip toparlayan, daha doğrusu halının altındakileri süpüren bir sürü teknolojiyle çevreleniyoruz.
Aslında olan şey öznelliğimizin belli belirsiz bir toplumsal teknolojik histeriye kurban gitmesi. Kurtuluş belki de belli bir deneyimi değerlendirebilecek kadar uzun yaşamış olmak ve genel kanıya bir adım geriye çekilerek bakabilmekte. Kırklı, ellili yaşlarda yaşamımıza giren nesnelerin daha aklı başında bir değerlendirmesini yaptıkça aslında kronolojik olarak en son bize ulaşanın öncekilerden çok da fonksiyonel olmadığını seziyoruz. Bu da ister istemez insanca bir irkilmeye neden oluyor.
[1] Jean Baudrillard, Kusursuz Cinayet, çev. Necmettin Sevil, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1998, s. 67.
[2] Jürgen Habermas, Key Concepts, Barbara Fultner (ed.), Routledge, New York, 2014, s. 38-39.
[3] Marx Horkheimer ve Theodor Adorno, Dialectic of Englightment, Stanford University Press, Stanford, 2012, s. 96.