İnsanlar ülküsel bir dünya uydurdukları ölçüde gerçeğin değerini, anlamını, doğruluğunu harcadılar.[1]
Friedrich Nietzsche
"Tek önemli şey ZAMAN içinde ZAMAN bulmak. Bu muazzam zor, fakat yapılmak zorunda!"[2]
Andrey Tarkovski
Zamanımızın edebî ızdırabını tespit etme fikri, düğümün bizatihi çözüleceğine, vahamet kesbeden güncelliğin bayat tesirinin kırılacağına, edebî yoksuzluğun çatlayacağına ve çatlakların arasından geleceğin fidanlarının filizleneceğine ikna ediyor beni. Genellikle yapılan, tespit etme işini es geçerek hemen yenilik tılsımına sarılmak oldu. Halbuki değişen zaman, şartlarıyla beraber konuşlandığı yere ister istemez yeni bir şekil verir. Nitekim zamanın bu kudretini model alıp modernlik kisvesiyle sahip olunan ideali uygulamak, etkisini bugün derinden hissettiğimiz bir buhranı beraberinde getirdi.
Artık meselenin şu noktasını açıkça kabul etmeliyiz ki, “İkinci Yeni” tecrübesinden sonra edebiyatımız bir kış uykusuna maruz kaldı.[3] Bu, kâbusla zihni bir burgu gibi deşen uykulardan daha talihsiz bir uyku. Çünkü bu uykunun kendiliğinden doğan rüyaları sömürülmüş vaziyettedir. Biz nasıl oluyor da yıllar yılı böyle esef verici bir rüyasızlığı hazmedip nakıs bir zevke razı oluyoruz. Sanırım bunun üzerine etraflıca düşünmemiz ve konuşmamız gerekiyor.
Biliyorum, nal deyip mıh demeyen zihniyetin hamlelere inancı kalmadı. Mesela yeni bir Türkçenin, daha doğru bir deyişle nahvı kullanışlı, kelime dağarcığı geniş, yani asıl Türkçenin yaratılabileceğine ihtimal verilmiyor, üstelik köstek olunarak gerçekleştirilen hamle hemen nakzedilmek isteniyor. Oysa ölü malzemeler olarak görülen değerler o kadar çeşitli ve çok ki! Lakin verimli olduğuna inandığımız eylemler karşısında daha hazin olan, mükerrer görüşlerin hep aynı iğrendiren edayla suretimize âdeta çarpılıyor olmasıdır. Açıkçası bu harfendazlıktan, bu kirli döngüden artık yorulduk.
Rüyasızlığımızın bedelini geleceğimize kalıcı bir birikim bırakamayarak, geleceğimizin tahayyülü ve tasavvurundan mahrum kalarak ödüyoruz. Ancak bugün rüyasızlığımız gelişmeye başladığı o ilk aşamadan daha farklı. Bu defa “geçmiş”, ondan kurtulmak, onunla kuvvetli bağları koparmak uğruna ideolojik bir adım atılarak Türkçemize yeni bir şekil verilmek istenmesi ve klasik Türk musikimizden eski edebî varlığımıza kadar “geri/modern karşıtı” kıymetlerin tahkir edilmesi gibi ötelenen bir olgu değildir. Bu defa o, kısır dünyamızdan sürekli kaçarak -doğrusu bugüne hitap eden- sıcak kucağına sığındığımız ve orada “kalmayı” ısrarla tercih ettiğimiz biricik bir hal aldı. Aynı zamanda popüler kültürün malzemesi olarak edebî hayatımızı işgal eder bir forma dönüştü. Ve geleceğimizle aramıza örülen unsurlardan biri oldu. Böylece rüyasızlığımız daha da katmerleşti.
Doğrusu meseleye burada son noktayı koyarak bir açımlama yapmak mümkün değil. Bir de tamamlanmamış bir modernizm realitesi ile karşı karşıyayız. Fakat bu faktörü, tarihî bir perspektiften hareketle ele almak gerekiyor.
Modern öncesi toplumsal hayat, genellikle, soyluluk değer ölçüsü üzerine kuruluydu. Bu hayata mutabık insan, doğuştan sahip olduğu kimliğe göre konumlandırılır; “yönetmek için, hizmet etmek için yahut bilmek için doğan” şeklinde tasnif edilirdi. Sabırla beslediği isteğini “liberal faydalılık” ideali vasıtasıyla ifade eden burjuvazi, toplumsal hayatın bu talihe dayalı düzenini değiştirdi. Artık doğuştan değil, çalışmakla değer sahibi olunacak, doğuştan verilen değer, yerini, kazanılarak elde edilen değere bırakacaktı. Ancak burjuvazinin fikrî açıdan aktif gücü uzun sürmedi. Yoksul oldukları fakat tembel olmadıkları şuuruyla aşılanan işçiler/ücretli emekçiler kendilerini “çalışan sınıf” olarak gördüler ve bunu kendi perspektiflerine göre üretken olmayan burjuvaziye karşı kullandılar. Hürriyete giden yolun mülkiyetin kaldırılmasından geçtiğini haykıran bir tezin doğumuna önayak oldular. Böylece “insanın sadece yaşıyor olmakla değer sahibi olması” düşüncesi, evrensel düşünceye pekişerek yerleşti. Fakat 1917’de başlayan SSCB’deki komünist rejim ve Marksizmin evrensel çaptaki kapsayıcılığı giderek millî bir ifadeye indirgendi. Hürriyet gayesi de beliren zorbalığın olumsal/muhtemel eylemleri içinde eridi. Sonuç olarak sosyalizm iyimser potansiyelini ziyan etti, Marksizm kötümser bir imaja büründü ve kapitalizm kendine başka bir değer temeli bularak sırtını “parasal piyasa gücü”ne yasladı.[4]
Bu sosyal çalkantılar, siyasî hayata biçim verirken, insanı tarihsel tecrübeyle sınayıp birey olmaya iterek modernizmin doğuşunu tetikledi. Rönesans’la beraber tohumu atılan modernizm, XIX. yüzyılda “Tanrı’nın öldüğünü ilan” ederek toprak altından fışkırmış, belirgin bir fikrî kimlik kazanmış, bir anlamda kendi varlığını da ilan etmiştir. Dinin siyasî hayattaki mühim yerinden menfi doğrultuda etkilenen Avrupa, ilk olarak dini doğrudan karşısına almayan “hümanizm”in değerleriyle karşılaştı. Kilisenin bağnaz tutumundan sıyrılmanın önündeki -basmakalıp dinsel ölçülerle bezenmiş- duvar yıkılarak Avrupa’nın sekülerleşme süreci XX. yüzyıla kadar peyderpey süregeldi. Bu süreci ismen teslim alan modernizm, teslim aldığı “idea”nın mahiyetini genişletti, yeni bir dünya düzenini ulusal oluşum metotlarını ve ideolojik cereyanları da peşi sıra sürükleyerek inşa etti ve mayalandığı bu birikime ihanet etmeyerek uygarlığın, Batılılaşmanın mecrası haline geldi. Bu esnada çeşitli ayrıcalıklı “merkez”lerin (Anglo-merkezli, Avrupa-merkezli, etno-merkezli gibi) oluştuğu müşahede edildi.
Yaşadığımız “şimdiki zaman”a baktığımızda düzenin değiştiğini değil de farklılaştığını görüyor, modernizmin soluğunun kesilmeye yüz tuttuğunu hissedebiliyoruz. İskender Savaşır, modernizm için “kendi iflasını daha ilk telaffuz edildiği andan itibaren sezen ve bunu, bir anlamıyla bu suçlu bilinci ancak kuramsal dayanaklarla örten, gizleyen bir kültürel proje”[5] diyor. Bu “suçlu bilinç”le sosyal hayatımıza böylesine sinmişken modernizmin aktüel zamanda yaşamadığını ileri sürebilir miyiz? Tabii post-modern tavrın literatüre yerleştiğini unutmayarak.
Lyotard, post-modernizmi ana hatlarıyla “merkez”lerin ölümüne tanıklık eden ve “üst-anlatı”lara karşı bir kuşkunun ortaya çıktığı bir durum olarak tanımlar.[6] Ancak post-modern üslubun bu verilere dayanarak yeni bir şey olduğunu söyleyemeyiz. Sözgelimi modern öncesi metinlerde dahi postmodern üslubun izlerine rastlarız. O halde modernizmin son bulup postmodernizmin onu takip ettiğini ve bugünü de kapsadığını iddia etmek pek yerinde bir tespit olmaz. Perry Anderson, Peter Wollen’in şu sözünü aktarır: “Modernizmi bütünleştirici bir Batı postmodernizmi değil, yeni iletişim ve sergileme biçimlerinin karşısına sürekli olarak yeni yerel icat ve ifade biçimlerinin çıktığı yeni bir melez estetik izlemiştir.” Ve bu “estetiği” şöyle yorumlar: “(…) ki bu, gerek son dönem modernin gerekse de postmodernin ‘Avrupa merkezli dar söylemi’ni aşan bir estetiktir.”[7] Bu estetik, bugün fikrî algıya iyice yerleşmiştir. Fakat bunun arka yüzünün geleceğimizle aramıza örülü unsurlardan biri ve öldüğünü sandığımız anda defnettiğimiz ama belli aralıklarla hortlayıp hortlayıp terakkimize tebelleş olan “tamamlanmamış modernizm” olduğunu serdetsem fazla mı ileri gitmiş olurum? Bugün farklı bir fikrî idrake sahip olduğumuz gerçeği, bizi, bir önceki evrensel tecrübeyi bugünle karşılaştırarak onunla yüzleşmemize ve bugünün modernizmin ana çizgisinden ayrı bir konumda olduğunu düşünmemize sevk ediyor. Ama modernizmin o iki cihan harbine sebep olan ve “ayrıcalıklı merkez”lerden doğan evrensel hükümlerinin bugün hâlâ önemini koruduğunu aklımıza getirmiyoruz. Mesele, Keith Jenkins’in şu sözlerinde hülasa edilmiştir:
“Ondokuzuncu yüzyıldaki Tanrı’nın öldüğünün ilanının (teolojik üst-anlatı) ardından, onun dünyevi vekillerinin başına da aynı şey geldi. Ondokuzuncu yüzyıl sonuyla yirminci yüzyıl, akıl ile bilimin temellerinin oyulmasına tanıklık etti; bu durum, onlara dayanan bütün kesinlikçi söylemleri (bütün Aydınlanma projesi; kendini, diyelim hümanizm, liberalizm, marksizm vs. içinde dışavuran insanın ilerlemesi, reform, özgürleşme gibi çeşitli programlar) problematik bir hale geldi.”[8]
Modernizmin son şeklini verdiği “çeşitli programlar”ın evrensel algıda itibarları zedelendi fakat bu durum “şimdiki zaman”ın düştüğü boşluğu açıklayabilecek bir içeriğe sahip değil. Bugün yaşanılan tanım kargaşasının ironik bir yönü var: XIX. yüzyılda modernizm “Tanrı’nın öldüğünü” ilan etmişti, aynı şey post-modern şuurun belirmesiyle onun başına geldi. Fakat kaçırdığımız ince fark tam olarak burada: O zaman öldüğü ilan edilen Tanrı ölmedi; aynı şekilde modernizmin itaatsiz çocuğu olan post-modern şuur, her ne kadar modernizmin öldüğünü ilan etse de modernizm hâlâ yaşıyor. Bu tanım kargaşası evrensel tefekkürün kırılma anlarında mütemadiyen beliren bir şey. Fakat bu sefer daha sancılı bir tecrübeyi yaşıyoruz ve alışılagelmiş, sanıldığı gibi bir son gerçekleşmeyecek.
Bugün yaşadığımız atmosfere -bir anlamda tanım kargaşasını bitirmek için- “modernizmüstü”[9] de diyebiliriz ancak ben bu döneme “geç modernizm” demeyi daha uygun buluyorum. Post-modern şuurun belirmesiyle başlayan “geç modernizm”, hâlâ yaşadığımız ve sonunu kestiremediğimiz, bize Lewis Mumford’un deyimiyle “ilginç bir çağda yaşıyoruz” demekten başka bir tanım bırakmayan bir dönem. Kış uykumuzun müsebbibi, bırakıldığı anda tamamlanmamış bir proje olarak bir gök gibi üstümüzde kalan bu modern dönemdir. Nitekim modernizm, bırakıldığı andan beri âdeta “hasta bir padişah” konumuna geçmiştir; yani varlığına başkaldırı gerçekleşse veya artık onun emirlerine itaat edilmese bile yaşadığımız mekân onun buyruğuyla şekillenmiş, içinde bulunduğumuz düzen ona aittir.
Şöyle bir soru sorabiliriz: Ondan sıyrılmak, daha doğrusu bu tuhaf sıkışmışlıktan, durumdan kurtulmak mümkün mü? Bir kere radikal bir adım atılamaz; çünkü insanlığın fikrî algısı ve “melez bir estetiğe” dönüşen tefekkürü, radikal dönüşümü yaratan “ayrıcalıklı merkez”lerden bugün artık soyutlanmış haldedir. O halde geriye iki yol kalıyor; ya her ne kadar bir kalemde “bugünün değişmiş melez idrakine istinaden artık tamamlanması mümkün değil” denilse de aslında mümkün olan dargın modernizmin gereklerini tatbik edip meşakkatli sürecini tamamlayacağız, ya da “şimdiki zaman”ın şartlarıyla çatışmadan var olan “melez estetik”le yaşayarak modernizmi belirsizliğiyle beraber zamanın doğal akışına bırakacağız.
Zamanımızın edebî ızdırabını tespite çalışırken geleceğimizle aramıza örülen dört unsur çıktı karşımıza: Rüyasızlık, inançsızlık[10], sığındığımız geçmiş ve dargın modernizm… İşte bu dört sancılı unsur bizi bizzat “tespit”in ayaklarına sürüklüyor: Geçmişle şimdiki zaman arasındayız. Gelecek, belli bir zamanın geçmesiyle içine düşülen bir zaman değildir. Eğer sığ durum yine mevcutsa, içine düşülen zaman yine şimdiki zamandır. Nitekim biz “İkinci Yeni” tecrübesinden beri şimdiki zamanı yaşıyoruz. Şüphesiz geçmişle şimdiki zaman arasında sıkışmışlığımızdan kurtularak geleceğimize yürümek için ayağa kalkmamız ya da eğer tükenmişsek yepyeni bir dirilişi gerçekleştirmemiz gerekiyor.
[1] Friedrich Nietzsche, Ecce Homo, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2000, s. 8.
[2] Andrey Tarkovski, Zaman Zaman İçinde, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2011, s. 362.
[3] Kastettiğim zaman dilimi, 1980’lerin sonlarından bugüne kadar süregelen zamandır. Bu zamanlarda edebî faaliyetlerini yürüten edipleri yargılamaktan ziyade genel edebî havaya dikkati çekmek istiyorum. Diğer türlü yine bu dönemde tezahür eden Metin Kaçan, Hasan Ali Toptaş gibi geleceğe kalan, kıymetli yazarların varlığını vurgulamak isterim.
[4] Keith Jenkins, Tarihi Yeniden Düşünmek, Dost Kitabevi, Ankara, 1997, (Yeniden Düşünmek), s. 72-73.
[5] İskender Savaşır, “Çelişki ve Fark: Modernizm ve Postmodernizm Üzerine Söyleşi”, Defter, sayı 18, Ocak-Haziran 1992, s. 89.
[6] Jean-François Lyotard, Postmodern Durum, Ara Yayıncılık, İstanbul, 1990.
[7] Perry Anderson, Postmodernitenin Kökenleri, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s. 163-164.
[8] Jenkins, Yeniden Düşünmek, s. 71.
[9] Ali Akay, “Postmodern Konumdaki Filozoflar”, Defter, sayı 18, Ocak-Haziran 1992, s. 30.
[10] Edebî manada geleceğe yönelik bir inançsızlıktan söz ediyorum.