İddia odur ki günümüz toplumu bir “gözetim ve kontrol” toplumudur. Bir dogma şeklinde tekrar edilen ve esasında olumluluk algısı yaratan “şeffaflık”ın ise günümüzün gözetim ve kontrol toplumunda önceden taşıdığı olumluluk içeriğinin artık tersine çevrilmiş ve sapmış biçimde ortaya çıktığıdır. Dijital enformasyonun, hiper-iletişim olanaklarıyla çok hızlı, çok kolay ve çok sayıda elde edilmesiyle milyarlarca bakışın aynı anda birbirini delip geçebildiği bir gözetleme ve kontrol teknolojisinin durmaksızın üretildiği bir çağı deneyimlediğimiz açıktır. Kendini hiper-çözünürlükle tam olarak gözetime açan dünyanın mahremiyetinin tümüyle ihlal edildiğini ve gövdesini içi ve dışıyla ışıklandırıp her şeyiyle açarak bu renksizleştiren, camlaştıran şeffaflıkta çözülmeye, dağılmaya, anlamsal bütünlüğünü kaybetmeye uğrattığını görüyoruz. Şeffaflık teknolojisi neoliberal dijital post-kapitalizmin bir ürünü olarak doğsa da onu üreten gözetim teknolojisinin modernizmin bir ürünü olarak doğduğunu biliyoruz. Modernizmle birlikte ortaya çıkan, bir otoritenin cebri iradesiyle “işaretlenmiş bir grubun, yönetilenlerce izlenmesi/gözetlenmesi” anlamına gelen panoptikon kavramı post-modern kültürün ürettiği yeni yaşam örüntüleriyle birlikte rızaya dayalı gözetleme anlamına gelen ve sinoptikon kavramıyla tanımlanan “herkesin, işaretli bir grubu izlediği” bir duruma evrilmiş oldu. Fakat günümüzde her iki kavramın karşıladığı gözetim durumu hükmünü sürdürse de bunların bir üst evresi olarak elektroniğin, dijitalin ve internetin sunduğu olanaklarla “herkesin herkesi, her an ve her yerde izlediği/gözetlediği”, gözetleyen her bir insanın aynı zamanda gözetlenen de olduğu ve omniptikon kavramıyla karşılanan yeni bir durumun yaşandığını söyleyebiliriz. Tarihsel gelişim çizgisinde üçü arasına bir hiyerarşi ve kronolojik evre nüansı yerleştirilse de bana göre üç gözetleme/izleme rejimi de bugün varlığını omniptikon teknolojisinin olanaklarıyla sürdürüyor.
Bilgi iletişim teknolojileri ile bilginin, zaman ve mekân sınırı olmaksızın, küresel ölçekte transferinin kolaylaşması ve internet ile sosyal ağların dünya çapında yaygınlık kazanması, baştaki iki kavramın işlerliğini ortadan kaldırmadan omniptikon ile ifade edilen, herkesin herkesi, her an ve her yerde gözetlemesi ve ilaveten herkesin her şeyi her an izlemesine doğru da bir genişlemeye dönüşen bir durumun, günümüz postmodern dijital dünyasını daha iyi anlatabileceğini düşünüyorum. Bu gözetleme rejiminde, herkesin herkesi izlemesinde bir simetri olmasa da bu bağlamda asıl asimetri, insanların, insan dışı bedenleri de aşırı bir gözetim nesnesine dönüştürmeleriyle ortaya çıkar. Bu simetri her durumda iktidarlar ve kurucu özneler lehine bozulurken, küresel anlamda her bir canlı modus’un bir gözetim nesnesi olarak varlığının sürekli bir başkasının bakışına maruz bırakıldığı ve bunun da yıkıcı bir şeffaflık rejimine yol açtığı söylenebilir. Byung-Chul Han, Şeffaflık Toplumu’nda (Metis, 2020), şeffaflığın neoliberal bir aygıt olduğunu ve her şeyi enformasyona dönüştürmek amacıyla içine girmeye zorladığını söyleyerek, mevcut rejimin birey ve genel olarak insanlık için ne anlama geldiğini şöyle anlatıyor: “Şeffaflık insanı camlaştırır. Şiddeti de buradadır. Sınırsız özgürlük ve iletişim topyekûn kontrol ve gözetime dönüşüyor. Sosyal medya da giderek toplumsallığı disiplin altına alan ve sömüren dijital panoptikonlara benziyor daha çok” (s. 12).
Gözetim kültürü her ne kadar tarihsel ilerleyişte geleneksel toplum yapısından modernizme geçişin bir işareti kabul edilse de geldiğimiz aşamada gözetimin yarattığı hiper-şeffaflık hali, Orwel’in 1984’ünde tahayyül edilen distopik karanlığı da aşan bir yıkıcılık içeriyor. 1984’te birey ve toplum otoriter bir iktidar tarafından zorla gözetime tabi tutulurken ‘Büyük Birader’in ürettiği cebre dayalı gözetim ideolojisi doğal olarak bir dirençle karşılaşıyordu. Oysa günümüzün gözetleme ve gözetlenme kültürü, Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sındaki gibi bireyin gönüllülüğüne dayandığı için gözetim ideolojisine karşı bir dirençten bahsetmek mümkün olmadığı gibi birey, bizzat bu kültürün hem iradi öznesi hem de nesnesi konumunda. Nitekim Huxley’in distopyasında tabi olma, kulluk, kölelik zora değil, haz ve mutluluk üreten bir teknoloji üzerinden gönüllülüğe dayanıyordu. Günümüzün ‘cesur yeni dünya’sının oksimoronik toplumu da omniptikon gözetlemeyi kendi ruhsal ve bedensel sınırlarından, özerkliğinden ve mahremiyetlerinden vazgeçme pahasına kendi rızaları ile kabul ediyor ve bundan da haz alıyor gibi görünüyor. Bu gözetim toplumu varlığını, aşırı görünüme sunarak kendini bir başkasının bakışına sınırsız ve fütursuzca açıp şeffaflaşırken bireylerinin tüm değer dünyaları da yıkıcı bir değişime, bozulmaya, daha kötüsü hiçleşmeye maruz kalıyor. Her şeyi görme, bilme arzusunun ürettiği omniptikon boyutlu rızalı gözetim bir çeşit hedonizmden kaynaklanıyor görünse de bu histerik görünüşlerin perde arkasında saklı duran politik ve ekonomik kurucu iktidarların, bu durumun sürekli üretilmesindeki domine edici rolü gözden kaçabilir. İktidarlar bu çeşit bir şeffaflaşmadan, iktidarları lehine veri toplarken kendilerini de bu şeffaflık oyununun paydaşı göstererek şeffaflığı bir iktidar hilesi olarak kullanma maharetini gösteriyorlar. Çünkü herkesin herkesi ve her şeyi bir görünüş nesnesine indirgeyerek şeffaflaştırdığı bu düzende iktidarlar, bir biçimde “her yerde ama hiçbir yerde” illüzyonunun tanrısal pozisyonu içinde kendilerini tutup her şeyi gören ama kendisi tam olarak görülemeyen bir konumda kalmayı beceriyorlar.
Başlangıçta opak devlet yapılarının gizemli eylem ve kararlarının toplumun çıkarları aleyhine işleyebiliyor olmasının karşıtı olarak aleniyet anlamında şeffaflığın, kamu iradesini ifade etme araçlarının rasyonelleştirilmesi ve yeni bir nesnellik önerisi sunması üzerinden alınan kararların ve iş ve işleyişin meşruiyetini sağlayan olumlu bir gelişme olduğu yadsınamaz. Ancak post-modern şeffaflık ideolojisinde, enformasyon hakikatin/gerçeğin yerine ikame edildiği ve enformasyonun nihai kontrolünü de politik-ekonomik erk tekeline aldığı için devletlerin söylemi, bir çeşit şeffaflık söylemi olarak mitleşir ve alternatif/muhalif tüm enformasyonu tersine çevirir. Ayrıca devlet kendisini, özerk bir nesne olarak dayatan şeffaflığın söylemi haline getirir. Sivil toplum için bilgi edinmede anlatının isnat merkezi devlet oldukça da şeffaflık, devletin topluma dönük geliştirdiği her hikâyenin toplum kolektifinden yayılan temsillerinden oluşur. Devletler, bu noktada enformasyon mülkünün fethi, talanı ve yağmasını gerçekleştiren aktörler olarak hem şeffaflığı üretirler hem de bilginin çokluğunu ve çeşitliliğini bir zihin bulandırma, nesnel gerçekliği el maharetiyle göz önünden kaybettirme işini yürütürler.
Üst paragraflarda gözetim ve şeffaflık toplumuna ilişkin serimlediğimiz düşünceler ışığında diyebiliriz ki Baudrillard’ın dünyevi her şey için medyanın zehirli gücüyle viral, büyüleyici, farksız biçimde çoğalıyor dediği bu iletişim, enformasyon ve dijitalleşme çağında, hemen her şeyin her an sinyallerle görüntüye dönüştürüldüğü bir hiper-şeffaflaşma kültürünün sonuçlarıyla karşı karşıya olduğumuz anlaşılıyor. Kitle iletişim ağlarının yayılmasıyla, dijitalleşme teknolojisinin bütün imkânları kullanılarak dünyevi tüm bedenler, ardı arkası kesilmeyen bir devamlılıkla ve üstün bir maharetle aşırı iletkenliğin ve aşırı ışımanın şeffaflığına aktarılıyor. Dünya çapındaki enformasyonun bu ölümcül şeffaflığı, her şeyi kendi değerlerinden ve somut bedeninden bir çeşit özgürleşmeye; özgünlüğünü, özgüllüğünü ve nesnel gerçekliğini kaybetmeye sürüklerken giderek hükümsüzlüğe ya da bütünüyle “yok hükmü”ne itiyor. Herkes sürekli, bir başkasının bakışları altında yaşamasını sağlayacak şekilde aşırı gözetimi, aşırı kontrolü meşrulaştıran bir dış şiddet olgusundan korkar durumda sabitlenmiş kalıyor. Bugünün insanı, bu dijitalleştirme ve şeffaflaştırmadan dolayı, bir sınır ya da kurucu yasak olarak hareket edemeyen; yalnızca farklılığın yokluğunu, ayrılığı, gözden uzak bir yerin yokluğunu öneren “bir başkası”nın kontrolcü müdahalesine maruz kalıyor. Fakat birey ve toplum sonuçta bir nedenle her şeyi görmek, her şeyi bilmek, her şeyi kontrol etmek eğilimi içinde de olabiliyor. Bu anlamda şeffaflık, ötekiyle aramızda olmayan, aşılan veya bütünüyle kaybolan bir sınırsızlık hali olduğu gibi enformasyonun sınırsız saçılımıyla bilgi-hakikat ve olgusal gerçekliğin bu karmaşada görünmezliğe veya anlam yitimine uğradığı bir rejimdir de diyebiliriz. Gözetim ve şeffaflıktan yararlanan günümüzün post-modern sistemi, şeylerin sınırlarını ve mahremiyetini ihlal edip onları sürekli bir değişime, dönüşüme, hiper-hıza icbar edip birbirleriyle dolayımsız ilişkiye zorlayarak onların tekilliklerini, ötekiliklerini, farklılıklarını, hermetik olanaklılıklarını devre dışı bırakıyor; ayrıca anlam ağlarını kaybettirerek onları yörüngesizlikte savruluşa ve görünmezlik düzeyinde şeffaflığa sürüklüyor.
Günümüzde dijital-teknolojik araçlarla teşvik edilen ve aşırılığı dehşet verici biçimde artmış olan öznenin bu kamusal teşhiri, acı verici ve yanıltıcı sınırlara ulaşmış görünüyor. Bu, yalnız insan “modus”u için değil, insan dışı tüm canlı moduslar için de varlıklarının hiper-teşhiri varoluşsal ve semantik anlamlarına bir saldırı biçimini almış görünüyor. İnsanların insanları, hayvanları ve bütün olarak canlı cansız doğa fenomenlerini yüksek çözünürlüklü kameralarla, fotoğraf makineleriyle gözlem altında tuttukları, izledikleri ve kaydettikleri pornografik düzeyde bir alenileşme, açıkta tutma, seyir nesnesi kılma ve yıkıcı-yozlaştırıcı bir bilginin nesnesi kılma çabasının varlığı, bütün bu varlıkların var olma hallerine karşı bir saldırıya dönüşmüş görünüyor. Ayrıca bu omniptikon histeri, bedenlerin salt dış sınırlarını ihlal etmiyor, daha da ileri giderek en mahrem yerlerini, gövdenin içini gösterip uzuvlarını, eylemlerini zumlayarak bedensel ve eylemsel bütünlüğü ve mahremiyetini ihlal ederek içten de teşhir edebiliyor. Bu hiçbir şeyin tam ve yeterince iyi görülmediği, hep çok daha fazla görünürlük istenciyle sağlanan şeffaflık tüm bedenleri, olayları-olguları bir teşhir nesnesinin işlevselliğine indirgiyor.
Bu hiper-performatif çaba, dünyayı ve varlıklarını daha iyi anlama-kavrama, onlara dair bilgiyi-görgüyü arttırma arzusunu aşan bir yaklaşım olarak doğrudan bilgi nesnesinin var olma haline, anlam bulma çabasına, varoluşsal/semantik mahremiyetine bir saldırı olmakta ve onu bir ifşa-teşhir ve sergi nesnesi düzeyine indirgeyerek ucuz bir pazar malına dönüştürerek tüketime sokar. Bu hiper-sergileme çabası, teşhir edilen varlığı bu yolla işlemsele tabi tutarak onu hesaplanabilir, kontrol edilebilir, yönlendirilebilir bir sürece maruz bırakıyor. Yüksek çözünürlüklü, uzun süreli kayıt altına alma, varlığın bütün hareketlerini/var olma çabasını ve bunlara ilişkin mahremiyeti ihlal ederek bedeninin ve tüm davranışlarının bir çeşit atomizasyonla anlamsal bütünlüğünü bozarak onu paralize olmaya, dağılmaya ve giderek hiper-şeffaflık yoluyla anlamsızlaşmaya ve hiçleşmeye uğratıyor. Hiper-şeffaflıkla, görünürlüğü pornografik düzeyde alenileştirilmiş, yakınlaştırılmış nesneden, ona bakışta bulunması gereken mesafenin anlam üretici olanaklılığı da alınmış oluyor. Çünkü bu çeşit içedinme düzeyindeki mesafesizlik bir nesneyle ilişki kurarken gerekli olan dolaşım, ulaşma pratiği, gerekli düzeydeki metafor üretimi ve aşkınlaştırma çabası gibi tüm dolayım araçlarını yok edeceği için ilişki salt fiziksel bir bakışa ve dokunsal algıya indirgeniyor. Bu bağlamda bakışa gereğinden fazla ve çıplak olarak yüklenmiş görüntü nesnede oyalanma, bekleme, onda tefekkür etme pratiğini ortadan kaldırıyor, onu akışkanlığın-geçiciliğin anaforuna sürüklüyor ve gerçek anlamda nesneyi kendi özgünlüğü içinde bir zaman ve mekâna konumlandırma imkânını sekteye uğratıp onu zamansız ve mekânsız biçimde anlamsızlığın salınımında tutuyor. Byung-Chul Han bu durumu şöyle veczeder.
Teşhircilik toplumunda her özne kendi reklam nesnesidir. Her şey sergi değeriyle ölçülür. Teşhircilik toplumu pornografik bir toplumdur. Her şey dışa çevrilmiş, ifşa edilmiş, çıplaklaştırılmış, ortaya serilmiş durumdadır. Teşhir etmenin aşırılığı her şeyi “tüm sınırlarından arınmış olarak derhal tüketilmeye açık” bir meta haline getirir (s. 27, 28).
Türler arasındaki ontik-ontolojik “yarık” bütünüyle şeffaflaşmaya izin vermese de bu yüksek çözünürlüklü teşhir ve her ânını sergileme çabası, varlıkları bir çeşit düzleşmeye, pürüzsüzleşmeye; öteki ile arsındaki farkı yok etmeye, sınırı kaldırmaya dönüşüyor. Bu çeşit delip geçen bir hiper-bakış, bir diğerine bakıştaki yansımayı, yansımadan doğan anlamı ve sınırı yok ediyor. Byung-Chul Han’ın, “hiperenformasyon ve hiperiletişim” gerçeğin yokluğunu, hatta varlığın yokluğunu gösterir biçimindeki söylemi, tam da kendisi olarak var olmanın mahremiyetini ve olanağını ortadan kaldıran bir şeffaflaşma girişiminin var olduğu fikrine taşır bizi. Bu düzleştiren, hissizleştiren şeffaflığın, hiper-iletişim marifetiyle tüm bilgisel-enformatik fenomenleri sürekli yanal bir yayılım ve genleşmeye tabi kılarak yüzeyin geriliminde tuttuğunu, anlamlı bir derinleşmeye izin vermediğini söyleyebiliriz. Bu açıdan insanın, nesnenin karşıtı olan “özne” olarak konumunu kaybettiği ve bu düzleşmede herhangi bir nesneye dönüşmekte olduğu da iddia edilebilir. Kojeve’nin de bir iddiasını dile getirerek söylersek, tarihin sonunda hayvana dönüşerek varlığını koruyacak olan insanın, yazgısının halihazırdaki kronolojik durağında, onun bugün hayvana değil ama şeffaflaşmış ve Hegel’in ona kendi tarihinin bir birikimi olarak yüklediği “tin”sel ağırlığını kaybederek hafiflemiş bir “nesne”ye dönüşmekte olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim yine Hegelce söylersek, eylem (yapmanın kendisi), olumsuzlamanın da kendisi ancak özne bu yüksek şeffaflık rejiminde gerçek eylemlilikten alıkonulduğu için, bir olumsuzlamanın faili olarak var olmayacak, edilgen bir tarihsel özne olarak artık gerçek manada tarih de üretemeyecektir, diyebiliriz. Artık şey’leşmişler olarak şeyler tarafından içe alınmış, onlarda yitmiş, onlar tarafından tutulmuş ve boşluğa terk edilmiş olacaktır. Ancak öznenin dünyayla ilişkisini bu çeşit askıya alma girişimindeki gerilim, şeffaflığa tutulumundaki direnciyle açığa çıkacak, ölçülecektir.
Gerilimden bahsedince şeffaflığın işleyişini bir başka gerilim metaforu üzerinden anlatmak da mümkündür: Alenileşme/şeffaflaşma rejimi, tıpkı fiziksel gerilim fenomeninde olduğu gibi toplumda derinlerde olup biten her gelişmenin yarattığı tepkimede ortaya çıkan gerilimi, algı düzeyinde derinleşmeye-odaklanmaya imkân vermeyecek şekilde her yöne çekerek tüm bireylere dağılımını sağlayıp yüzeye taşıyacak; yüzeyde salınımda tutarak da yaratacağı kuvveti sıfıra doğru çekecektir. Siyasi-politik erk, toplumsal sorunlarda derinleşmeye, doğru algılamaya ve tavır geliştirmeye dönük fiilleri tercih etmeyeceği için bunlara ilişkin enformasyonu hiper-teşhir, hiper-yayılım vasıtasıyla yüzeyde tutmaya ve yüzeyin ince, elastikî kimyasının şeffaflığında dağıtıp bozmaya ve bu yolla da absorbe etmeye çalışır. Dijital ağların yaygın kullanımıyla da şeffaflık içeriğini, her bir bireyin algısına ve vicdanına taşır ve bireyi bu yolla tanımlanan şeffaflık bilgisine bağlar, onun içinde tutar. Dolayısıyla devletler/kurucu özneler, bu haliyle kendisini aşan ve her taraftan gelen bir şeffaflığın kavşağı haline gelmiş olur. Bu şeffaflık paradigmasında birey ve toplum, olayın hermetik derinliğinden, dramaturgisinden uzak, onun fenomenolojik gerçekliğine kayıtsız, ilgisiz veya her şeyini gördüğünü sandığı dünyaya bakarkör kalır.
Byung-Chul Han, Sartre’ın, “beden salt etin olgusallığına indirgendiğinde çıplak kalıp, müstehcenleşir” dediğini söyler (s. 47). Bu açıdan bakarsak bedenin açık olmasıyla kapalı olması arasında bir fark da kalmaz, diyebiliriz. Çünkü ikisi de etin olgusallığına indirgendiğine göre çıplak ve müstehcendir. Formlar anlatısallıktan, yönelimden, anlamdan soyulduklarında, hedef ve biçimden yoksun olarak büyüdüklerinde, amacın ötesine geçen bir hiper-ivme, hiper-aktivite, hiper-üretim ve hiper-iletişim onları şeffaf ve müstehcen yapıyor. Bu durum politik-siyasal ve hukuksal eylemler için de benzer şekilde ifade edilebilir. Bunlar da değer taşıyan anlam ve amaçlılıktan uzak, hiper-sergileniş ve edimle salt olgusallıklarına indirgenerek amacın ötesine geçen bir ivme kazanarak uygulandıklarında pornografik düzeyde şeffaflaşırlar. Uzun bir süredir siyasetin ve hukukun pornografik düzeyde şeffaf kullanımına şahit oluyoruz aslında. Hukuksal/yargısal edim ve kararların, bu kurumların kendi varlık amaç ve hedefleri aleyhine büyüyüp taşması, olgusallığına indirgenip aşırı çıplak görünürlükle teşhir edilmesi, sergi değerinin öne çıkması, anlam ve değerden soyutlanıp düzleşmesi onları pornografik düzeyde işlevsel kılıyor. Çünkü hukuksal ve yargısal süreçler, ontik değerini erk’in kullanımına, tüketimine sunduğu, bedenini korunmasız bir şeffaflıkla açtığı, kendi mahremiyetini sakınmasız sergilediği için pornografik bir eylemin teşhir nesnesi oluyor. Dolayısıyla temsil değerini kaybedip salt sergilenişe konu olan hukuksal iş ve işleyiş bir çeşit boş veya namevcut bedene indirgenerek özellikle kült değer temsilinden ve anlamlı görülmelerden soyutlanıp sadece kaba olgusallığına indirgenerek hiper-şeffaflaşıyor. Bu çeşit teşhir zorlaması da siyaset ve hukukun değer ve anlam aurasını tümüyle yok ediyor. Sonuç olarak bu şeffaflık rejiminin bütün yaşamsal süreçleri anlamdan soyutlayıp salt çıplak, pornografik olgusallığına mahkûm kılarak, isnadı olmayan veya yönelmemiş bir eylem parantezinde tutarak anlamlı bir anlatısallıktan mahrum bırakmaya çalıştığı bir düzeni tarif ettiğini söyleyebiliriz. Bu düzende bilgi ve enformasyon hedeften yoksun olarak büyür, yığılır ve amacının ötesine geçerek kendi semantiğinden taşar. Boudrillard’ın yaklaşımıyla ifade edersek de amacının ötesine geçen, anlamından taşan bilgi ve enformasyon hareketi hiper-ivme kazanarak salt harekete dönüşür ve bu hızın kendisinde kaybolur, çözülür, dağılır.
Hukukun, yasaların temel ilkeleri, değerleri, kuralları da küstahça bir rahatlık, kayıtsızlık ve keyfiyet içinde bütünüyle pornografik düzeyde şeffaflaştırılarak/çıplaklaştırılarak çiğnendiğinde benzer bir etki altında çözülür, dağılır. Nitekim şeffaflık, yöneticilerin davranışlarının yasallığını ve meşruluğunu, “hukukun üstünlüğü” yönünden devleti yönetenlerin kanunlara tabiliğini denetleme imkânı sağlamakla belli bir “aksiyolojik tarafsızlığa” dayanması gerekirken devlet ve araçsallaştırılmış yargı erki, şeffaflık ürünü olarak sundukları içerik üzerinde mutlak denetim sağlayıp anlamı dikte ederek şeffaflığı geriye dönük bir harekete dönüştürürler. Halkın, kamu makamları üzerinde daha etkin kontrolünü mümkün kılan şeffaflığa, bizzat şeffaflığın devlet ve ürettiği hukuk arasındaki boşlukta değerlendirilmesinden dolayı ulaşılamaz olur. Burada düşündüğümüz anlamda “gizli olanın herkesin yararı için herkesin bilgisine sunulması” türünde olumlu bir şeffaflaştırmanın işlemediğini, yeni şeffaflık paradigması yoluyla bir çeşit tersine çevirmenin gerçekleştiğini anlamış oluyoruz. Esasında devletin şeffaflık sunumu, kamu eylemi karşısında olumlu anlamda kendi gücünün sınırlarını göstermek ve edimlerindeki meşruiyeti güçlendirmektir. Ancak yeni şeffaflık düzeninde devlet erkinin edimlerinin doğru okunmasının bir prizması olacak olan şeffaflık, yeni bir siyaset üretme rejimi olarak aleni olan üzerinde pilotaj kurarak gerçekliği ve hakikati belirleme yetkisine ve rolüne evriliyor. Bu yetki, devleti üretimin ve özellikle de bilginin yayılmasının desteği olarak kullanan meşrulaştırıcı yapıya geçiyor. Bu noktada “hakikat” bizzat şeffaflık eliyle görünmezliğe terk ediliyor; daha ötesi yüksek şeffaflıkla kitlelerin üzerine boca edilen enformatik bilgi hakikatin yerine ikame ediliyor. Byung-Chul Han bu nedenle şöyle diyor:
Şeffaflık ile hakikat özdeş değildir. Hakikat, diğer her şeyi yanlış ilan ederek kendini ortaya koyar ve kabul ettirir. Daha fazla enformasyon ya da enformasyon yığınından ortaya hakikat çıkmaz. Bunlarda yön, yani anlam eksiktir. Tam da hakiki olanın barındırdığı olumsuzluğun eksikliğinden ötürü olumlunun urlaşması, yığınlaşması söz konusudur. Aşırı enformasyon ve aşırı iletişim hakikat eksikliğinin, dahası varlık eksikliğinin belirtisidir. Daha fazla enformasyon, daha fazla iletişim bütünün temel belirsizliğini ortadan kaldırmaz. Hatta daha da arttırır (s. 23).
Günümüzün hırsızlık, yolsuzluk, hukuksuzluk ve fiziksel şiddetinin topluma yönelik işlenişinde yüksek derecedeki aleniyeti, pornografik düzeyde sergilenişi/teşhiri, bu biçimde uygulanan şeffaflık, şeffaflık gereği bilgi talebinde bulunanlarda olumlu anlamda bir farkındalık, olumsuzluk karşıtı tutum takınma gibi artı değer taşıyan eylemler de geliştirmiyor, daha çok bu fenomenlerin aşırı düzeyde çıplak sergilenişleri, ortalığa saçılışındaki sakınmasız kayıtsızlık, keyfilik faillerinin onu teşhire açık tutmaları olgunun anlamsal değerini, gücünü yok ederek sıradanlaştırıyor ve pornografik bir beden gibi salt olgusallığında takılı kılıyor, etik değer alanından uzaklaştırıyor. Şeffaflık içeriği, eylemi ve olguyu bakışa bu denli fazla sunmanın, yakın tutmanın yarattığı körlüğün kadrajına yerleşiyor ve doğası gereği yapması gerektiği halde, gizli olanı aşikâr etmiyor, hız ve geçiciliğin insafına terk ediyor. Bununla birlikte yönetici erk bilinçli olarak, siyasi tartışmaları, toplumsal ilişkilerin yıkıcı şiddetinin aleni, şeffaf etkisine maruz bırakıyor. Bu pornografik düzeydeki şiddet, baskı ve türlü kötülük nümayişleri bırakın totaliter sistemleri, sözde demokratik veya neoliberal rejimlerin yönetişim mekanizmaları tarafından dahi ustalıkla maskeleniyor. Yönetici erk eşitsizlik, zorlama ya da tahakküm fenomenlerini gerek "sembolik" (dilde) açığa çıksın gerek fiziksel bir dayatma olsun, bunları kamusal sahneye tüm çıplaklığıyla yerleştirerek şeffaf biçimde görünür kılıyor. Bu hiper-görünürlük, görünürlük nesnesini ontik-ontolojik ve semantik alanından uzaklaştırıyor, kontrollü kaos üreticilerinin yarattıkları bulanıklıkta yitime terk ediyor. Diğer taraftan şeffaflık, devletin sivil toplum tarafından temsil edilmesini istediği talepleri yine onlara enjekte etmenin aracı oluyor. Buna ilaveten şeffaflık rejiminde eylemlerin, fenomenlerin bu derecede “görünür kılınması”nda murat edilenlerden biri de hukuksal, toplumsal, siyasal, sınıfsal çatışma ve çelişkilerin ortaya çıkışında yönetici elitin kendisini, bir “sahneleme otoritesi” olarak konumlandırmak istemesi gibi gizli bir niyettir. Erk, bu konumlamada kendisini çıplak bir ses veya dolaysız zorunluluğun saf bir tepkisi ya da basit bir yıkıcı olumlama olarak olumlamayı amaçlıyor. Bu yolla şeffaflıkta sergilenmesine izin verdiği bütün olumsuzlukların kendisinde olumlandığı bir saflığı doğrudan elde etmeyi arzuluyor. Bu noktada son olarak Jean-François Kerleo’nun devlet ve şeffaflık ilişkisini ele aldığı bir metninde mealen söylediği sözleri hatırlatmak yararlı olur: Şeffaflık, giderek kendisini, onu meşrulaştırmak için gerekli hale gelen devleti rasyonalize etmenin bir aracı olarak sundu. O zaman şeffaflık bir temel olarak, yani kamu gücünü meşrulaştırmanın bir aracı olarak kendini dayattı. Sonuç olarak, gücünü haklı çıkarmak için şeffaflık söylemini inşa eden devlet istilacı hale gelen bir şeffaflığın ifade aracı haline geldi.
Yeni omniptikon şeffaflık paradigmasında alenileştirilmiş bilgi/enformasyon, ona tabi olanlar/maruz kalanlar üzerinde kanı-algı dikte eden bir baskıya, davranışlarını, düşüncelerini, yazılarını değiştirmeye icbar eden bir tazyike, preslemeye de dönüşüyor. Tümüyle şeffaflaştırılmış bir yaşamsal alanda her an görüntülendiğini, izlendiğini; yazma, konuşma ve davranışların denetlendiğini bilmek; baskı, şiddet ve otorite araçlarının da bu şeffaflık rejiminde pervasızca alenileştirilmesi, görünürlüğünün yüksek derecede ve yaygın olarak çoğaltılması kapalı, diktatöryel rejimlerdekini aşan virtüel bir korku, anksiyete ve paranoya hissine yol açıyor. Şeffaflığın doğrudan, açık, kaba ve cüretkâr gücü kapalı, simgesel yapının dolayımlı eziciliğinden daha korkutucu ve dehşetli hissedilebiliyor. Bu düzeydeki şeffaflık, devlet ve erk söyleminin üretilmesine, yayılmasına, muhkem hale gelmesine ve mutlaklaşmasına katkıda bulunuyor. Şeffaflık bu noktada, Foucault tarafından kabul edildiği şekliyle panoptikon kavramına yakın dursa da birbirinden ayrı bireyselliklerin birbirlerinin duruşlarını ve alınan kararların içeriğini bozmasına katkıda bulunan karşılıklı bir gözetim sistemi olarak omniptikon rejimine daha uygun duruyor. Sonuçta bu bilinçli ve sürekli görünürlük durumunda birey, ötekinin bakışıyla yabancılaşıyor ve salt bir bilgi kaynağı haline gelerek varlığının şeffaflaşmasına izin veriyor. Bireyin bu mutlak şeffaflık potansiyeli, gözetim düzeninin, aynı anda hem üst gözetleyicileri tarafından hem de eş konumdaki gözetleyiciler tarafından denetimini, her bir jestinin ifadelendirilmesini, alt metinlerinin içselleştirmelerini gerektiriyor. Her yandan ve özellikle en tepeden bir gözün kendisine baktığını bilen kişi, onların varsayılmış gücünün kısıtlamalarını da üstleniyor; o gücü kendiliğinden kendi üzerinde uygulayarak boyun eğmelerinin ilkelerini kendisine dikte ediyor.
Sonuç olarak omniptikon şeffaflık, birey ve toplum tarafından talep gören, rıza gösterilen bir sistemi işaret etse de şeffaflık, mutlaka pilotaj gerektirdiği için, şeffaflık bilgisinin ele alınmasında, üretilmesinde, yayılmasında kolektifin çıkarlarının ortak temsilinden çok, iktidarları gözeten bir gizli elin varlığıyla işlemiş oluyor. Post-modern iktidarlar, şeffaflığı, kendilerini temsil eden bir imge olarak eski meşrulaştırıcı dinî, ideolojik aşkınlıkların ikamesi olarak kullansalar da dijital enformasyonun hiper-iletişim olanaklarıyla enformasyonun çoğalması ve çeşitlenmesiyle daha bireyci anlatıların imkân verdiği çoklu hikâyelerin hâkimiyeti ve meşruluğu kendiliğinden başlamış oluyor. Gerçi bu çoklu hikâyeler bir ötekilik, farklılık, özgünlük içermezler, Baudrillard’ın “orji sonrası” dediği birbirlerini kopyalayan hiper-benzeşim örnekleri olarak sonsuzca çoğalırlar. Bu benzeşimin kendisi de bizzat en derin şeffaflaşma biçimi olarak görülecek her şeyi “bir”de düzleştirerek artık görecek bir şeyin olmadığı bir konuma taşır. Bu bağlamda sözün sonunu yine Baudrillard’ın veczettiği bir yargıyla getirelim isterim: “Hiçbir şey […] artık sona ererek ya da ölümle yok olmaz; her şey çoğalma, kirlenme, doygunluk ve şeffaflık yoluyla yok olur.”