Galatasaray taraftarları efsanevi oyuncuları Cevat Prekazi'ye çok büyük saygı duyuyorlar. Prekazi denince akla hemen 1989’da Monaco'ya attığı gol geliyor. O gol sayesinde Galatasaray Şampiyon Kulüpler Kupası’nda (günümüz Şampiyonlar Ligi muadili) yarı finale çıktı. Monaco’ya bu golü atan Yugoslav topçu Prekazi'nin “Topun canı vardır, isterse girer kaleye" minvalinde, futbolseverlerce, iyi bilinen bir deyişi var. Mesela bu coğrafyada oynan maçların hemen ardından umduğunu bulamamış bir oyuncu veya teknik direktör basın mensuplarına “top bizi sevmedi” gibi beylik laflar sarf edebiliyor. Tüm bunlar, Futbol Düşünürken Aslında Ne Düşünürüz?[i] adlı kitabınızın “Top Olmak Nasıl Bir Şey?” başlıklı bölümüyle ilişkilendirilebilir mi? Çünkü siz orada “Her şey canlı gibi. Top bile canlı sanki. Kendine can veriyor, bir aklı ve farkındalığı var âdeta. Öznel içerimlerle dolu bir nesnemsi, canlı ile cansız arasında salınıyor” diyorsunuz.
[Youtube’da Prekazi’nin golünü izledikten sonra]. Evet, dikkate şayan bir gol ve bu golde topun kendine ait bir yaşamı varmış gibi görünüyor. Yani, söylediklerine katılıyorum. Benim bu kitaptaki amacım, futbol temaşa edilirken animistik bir evrene, her şeyin insanlar kadar canlı olduğu bir dünyaya dahil olduğumuza işaret etmek. Tüm bu olup bitende arkaik ve dinî bir şey var. Ben futbolu bir spordan çok adanmışlık, dinî bir uygulama telakki ediyorum. Ve sen de, gayri ihtiyari, Galatasaray'a tapıyorsun.
Kitapta, belirli aralıklarla değişen-dönüşen sınır durumları ve eşik momentlerine dikkat çekiyorsunu. Bilhassa “her şeyin askıya aldındığı bir şimdi” ifadeniz son derece çarpıcı ve nefes kesici. “Her şeyin askıya aldındığı bir şimdi” kavramı ve Derridavari düşünce arasında bir bağ var mı? Mesela, yapısökümcü momentler, uzam-zamansallığın oyuncul mevcudiyeti veya différance ile bir ilişki kurabilir miyiz?
Sanmıyorum. Kesinlikle aklımda öyle bir yaklaşım yoktu. Ama Derrida'yı çok iyi tanıyordum ve onunla futbol bile konuşmuşluğumuz var. Sanırım Fransa'nın 1998 Dünya Kupası’nı kazandığı dönemdi. Hemşehrisi Zidane'ın dünya tarihine mal olmuş bir kişilik olduğunu ona açıklamaya çalıştım. Derrida Cezayir'de kalecilik yapmıştı. Gelgelelim artık futbol maçı izlemediğini söyledi.
Kitabın "Futbolu Öznesizleştirmek" kısmında “oyun, oyunun bilincinde olmaktan önce gelir. Başka bir deyişle oyun özel yönelimle, beyindeki hallerle ya da biyolojik işlevlerle açıklanamaz, keza uçsuz bucaksız istatistikler ve verilerle de açıklanamaz (...) oyuncu iyi oynuyorsa ‘aklından’ pek de bir şey geçmez, mesele tam da bundan ibarettir: oyunun bilincinde olmak değil, oyunun kendisi”[ii] diyorsunuz. Bu açıklamaya, yani öznesiz futbola ilişkin bize fikir verebilecek bir takım veya ekole işaret etmek mümkün mü? Mesela Brezilya?
Mesele şu ki, futbol Latour'un “orta krallık” dediği yerde, kişiler ve şeyler arasında ve bunlarının her ikisinin de yaşam bulduğu bir zeminde cereyan eder. Burada söz konusu olan şey, maç esnasında sahada cereyan eden -kafamızda yaşanan bir ilişki şekli değil de- oyunun yaşanmış dinamiklerini düşünmek meselesidir.
Antonio Negri, Fransa’daki sürgün günlerinde futboldan mahrum bırakılmıştı. Kendisi bir keresinde “Paris-VIII Üniversitesi'nde ders verdiğim sıralarda Olympique Marseille'in veya Paris Saint-Germain'in durumunu bölüm sekreteri Helene dışında kimseyle tartışamıyordum, öteki hocaların hiç ipledikleri yoktu”[iii] demişti. Görünüşe göre futbol, Negri’nin tutuklanıp hapis yatma pahasına, İtalya’ya dönme sebeplerinden bir tanesi. Negri’nin yaşadığı futbol mahremiyeti ve senin ABD’deki yaşamın arasında bir denklik kurmak mümkün mü? Mesele futbol olunca Amerika’da muhatap bulmakta sıkıntı yaşıyor musun?
Evet, bu hususta Negri’yi kendimle hemhal buluyorum. Futbol sevgimi ve bilhassa derinlere kök salmış Liverpool (LFC) tutkumu uzun yıllar boyunca gizlemek zorunda kaldım. Doktora tezimi Kenny Dalglish'e adamak istediğimde bundan alıkonulmuştum. Son yirmi yılda futbolun dile getirilme ve yazılma biçimlerinde göze çarpan bir değişikliğin tezahür ettiğini düşünüyorum ve bu da beni bir hayli mutlu ediyor. Amerika adına konuşamam ama New York'ta neredeyse tüm LFC maçlarımı izliyorum ve orada gerçekten de sofistike bir hayran kültürü var. Kendimi bildim bileli LFC taraftarlarıyla tanışırım. Ayrıca meyvelerimi tutkulu bir Galatasaray fanatiği olan bir manavdan alırdım. Ezcümle, New York'ta makul bir şekilde futbol konuşmak mümkün. New York, ABD değildir.
Bildiğin gibi EURO 2020’nin eli kulağında. Covid-19 futbolla ilişkimizi biraz değiştirse de birçoğumuz turnuvayı iple çekiyor. İngiltere'nin EURO 2020'deki şansını nasıl görüyorsun? İngiltere haricinde bilhassa izlemek istediğin başka bir takım var mı?
İngiliz milli takımına karşı hislerim sadece müphem ve İngiltere taraftarlarının sergiledikleri davranışlarını gerici ve utanç verici buluyorum. Liverpool, İngiltere’de olsa da, İngiltere değildir. İşte tam da yüzden Liverpool’u uluslararası ve bir Avrupalılık bağlamında tahayyül ederiz. Avrupa Şampiyonası’nı yakından takip edeceğim. Türkiye nereye kadar gidecek merak ediyorum. Umarım turnuvada epeyce ilerlerler. Ben bu turnuvayı Fransa'nın kazanacağını düşünüyorum. Çünkü en iyi oyunculara sahipler. İngiltere umurumda bile değil.
[i] Critchley, Simon. (2018). Futbol Düşünürken Aslında Ne Düşünürüz?, çev. Oğuz Tecimen, İstanbul: Metis, s. 57.
[ii] A.g.e., s. 51.
[iii] Negri, Antonio. (1998). “Milan, Kesinlikle!”, çev. Ulus Baker, https://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=7,59,0,0,1,0