Leyla Zana, Tribünler ve Toplumsal Barış

Bir yılı aşkın süredir Kürt meselesi bağlamında silahların tamamen devre dışı kalacağı bir gelecek ihtimalini konuşmaya başladık. Kırk yıldır süren çatışmanın yarattığı toplumsal ve siyasal tahribat düşünüldüğünde hafife alınamayacak bir gelişmeden söz ediyoruz. Ancak hepimizin taktir edeceği üzere barış yalnızca silahların susmasıyla sınırlandırılabilecek bir mesele değil; buna mukabil gündelik yaşamın her alanında, toplumsal ilişkilerin her düzeyinde büyük bir çabayla inşa edilmesi gereken bir süreç.

Elbette bahsettiğim bu merhaleye on yılları bulacak bir çabanın sonucunda ulaşacağız fakat bu sürecin dışında kaldığını düşünen kesimler -burada çözüm sürecini ilkesel düzeyde destekleyenleri kastediyorum- bu sürecin pratik adımlarını görmeyi beklerken aksi yönde uygulamalarla karşılaşınca eleştirilerini yüksek sesle ifade etmeye başladı. Birçok kişi çözüm sürecinin sadece nedenini değil, muhtevasını, samimiyetini, hatta böyle bir sürecin var olup olmadığını sorguluyor. Bu süreçte aktif rol alanlar ise bir taraftan toplumu sürecin selameti için sabırlı olmaya bir taraftan da geçmişte olduğu gibi sürecin zehirlenebileceğini belirterek herkesi sorumlu bir dil takınmaya çağırıyor. 

Çözüm süreci bağlamında heyecanın düşük ihtiyatın yüksek olduğu son günlerde Bursaspor–Somaspor maçında gerçekleşenler bu sürecin toplumsal ayağını ihmal etmenin ne kadar kritik olduğunu bir kez daha, üstelik oldukça sert bir biçimde işaret ediyor. Bursaspor tribünlerinde Leyla Zana'nın cinsiyetçi küfürlerle hedef alınması ve yakın geçmişte aynı tribünlerde "Beyaz Toros"lar ile "Yeşil" kod adlı Mahmut Yıldırım'ı çağrıştıran pankartların açılması, çözüm sürecini yalnızca siyasal değil, aynı zamanda derin bir toplumsal mesele olarak kavramamız ve buna uygun adımları ivedilikle atmamız gerektiğini gösteriyor.

Silahların susmasının konuşulduğu bir atmosferde, tribünlerde kullanılan bu dil, barışın toplumsal zeminine dair ciddi bir kırılganlığı da açığa çıkarıyor. Diğer bir değişle, siyasal elitler arasında çözüm süreci müzakere edilirken tribünlerde, sokaklarda, dijital mecralarda yeniden ve yeniden üretilen düşmanlık dili, müzakerenin olmazsa olmaz toplumsal ayağını eşzamanlı olarak aşındırmaya devam ediyor.

Silahların Susması: Vazgeçilmez Ama Yeterli Değil

Önce şu noktanın altını çizmek isterim: Silahların susması, hiçbir koşula bağlanamayacak kadar hayati bir mesele. Silahlı çatışmanın sürdüğü bir ortamda demokratikleşmeden, hukukun üstünlüğünden ya da toplumsal barıştan söz etmek mümkün değil. Yaşam hakkının güvence altına alınması, tüm siyasal tartışmaların önünde olmalı ve bu nedenle son dönemde çözüm süreci etrafında atılan adımlar, her türlü eleştirinin ve kaygının ötesinde büyük bir önem taşıyor.

Ancak unutmamak gerekir ki çözüm süreci hatta silahsızlanma bile tek başına teknik bir güvenlik meselesi değil. Bunların başarısı; aynı zamanda karşılıklı güvenin, asgari bir ortak yaşam fikrinin ve birlikte var olabilme ihtimalinin inşa edilmesini gerektiriyor. Sürecin kırılganlığı da tam olarak burada beliriyor: Şayet silahlar susarken toplumun farklı alanlarında düşmanlaştırıcı ve aşağılayıcı pratikler devam ediyorsa, bunlar yaşanırken toplumun büyük bir kısmı sessizliğe gömülebiliyorsa barış sürecinde bir şeyleri eksik bıraktığımızı görmemiz gerekiyor. Silahların devre dışı kalması, geçilmesi gereken önemli bir eşik ancak kimlikler aşağılanmaya devam ettiği sürece gerçek bir toplumsal barışa ulaşma ihtimalimiz zayıflıyor.

İnkâr Sürdükçe Barış Askıda Kalıyor

Toplumsal çatışma literatürünün uzun süredir işaret ettiği temel bir gerçek var: Bir grubun varlığı, kimliği ve yaşadığı acılar tanınmadığı sürece kalıcı barış mümkün değil. Sürekli aşağılanan, yok sayılan ya da suçla özdeşleştirilen, diğer bir değişle "damgalanan" kimliklerde derin bir yaralanma oluşuyor ve bu yaralanma onarılmadığında, fiziksel şiddet sona ermiş görünse bile çatışmanın kökleri toplumsal dokuda yaşamaya devam ediyor. İşte tam da bu nedenle gündelik hayatta üretilen nefret dili, barışın en büyük düşmanlarından biri.

Beyaz Toros sembolü bu açıdan son derece tehlikeli. 1990'ların karanlığında işlenen, büyük ölçüde aydınlatılmamış cinayetlerin hafızasıyla yüklü bu araçlar, tribünlerde sergilendiğinde yalnızca bir "siyasi görüş"ü ifade etmiyor. Bunların tehdit niyeti taşımadığını varsaysak bile "acılarınızı umursamıyorum, geçmişinizi yok sayıyorum" diyen sembolik bir şiddet taşıyor. Günümüzde fiziksel şiddetin yerini alan bu dil, barışın toplumsal zemini açısından en yıkıcı pratiklerden biri ve tam da bu nedenle “beyaz Toros”, geçmişin değil, bugün hâlâ süren bir yok sayma rejiminin sembolü olarak karşımızda duruyor.

Leyla Zana'ya yönelen küfürler de bu bağlamdan bağımsız değerlendirilemez. Bu saldırılar, Kürtlerin siyasal temsiline yönelik tarihsel baskının, dışlamanın ve kriminalizasyonun gündelik hayattaki yansımalarından biri. Kürt siyasetçilerin dün olduğu gibi bugün de cezaevlerinde olmasının "olağan" kabul edildiği bir ülkede, tribünlerdeki küfürler bir istisna değil, sürekliliğin parçası. Bu küfürler, yalnızca bir kadına yönelik cinsiyetçi saldırılar değil, aynı zamanda bir kimliğin siyasal temsilcilerine, dolayısıyla onların kendisine yönelen toplumsal bir reddin ifadesi.

Sıradan Anlarda Üretilen Şiddet

Bu tür pratiklerin en tehlikeli yanı, çoğu zaman "olağan" kabul edilmeleri. Tribünde söylenen küfürler, sosyal medyada dolaşıma sokulan nefret dili, medyada üretilen damgalayıcı içerikler; dezavantajlı gruplarla ilişkili olduğunda hayatın sıradan unsurlarıymış gibi sunuluyor. Ve tam da bu sıradanlık, bu "normalleştirme" tavrı, kriz anlarında ortaya çıkan şiddetin altyapısını oluşturuyor. Şiddetin en kalıcı biçimi, bağırarak, silah zoruyla değil, bu tür davranışları normalleştirerek, gündelik rutinin parçası haline getirerek işliyor.

Türkiye'de uzun süredir gözlemlenen durum şu: Kendini ülkenin "asıl sahibi" olarak gören kesimlerin kullandığı nefret dili önemli konumlarda olanlar tarafından "halkın tepkisi", "holiganizm" ya da "ifade özgürlüğü" başlıkları altında olağanlaştırılıyor. Bu gruplara yönelik hakaretler tribünde, sokakta ya da dijital mecralarda sürekli yeniden üretilirken, çoğu zaman görmezden geliniyor ya da cezasız bırakılıyor ve bu cezasızlık hali, yalnızca nefret söylemini değil, onun doğuracağı daha ağır şiddet biçimlerini de cesaretlendirebiliyor. Unutmamak gerekir ki bu ülkede sıradan bir vatandaşın kapı komşusunu kimliği-inancı nedeniyle katledebildiği birçok felaket yaşandı. Linç girişimlerine ve pogromlara giden yol, tam da bu sıradanlaştırma pratikleriyle döşeniyor.

Bu olaylar yalnızca bireysel tutumlarla değil, kurumsal sessizlikle de besleniyor. Tribünlerde açılan pankartlara ve edilen küfürlere etkili bir müdahalenin yapılmaması, bu dilin kabul edilebilir olduğu mesajını güçlendiriyor ve bu müsamaha, çözüm sürecinin toplumsal karşılığını aşındırıyor. Leyla Zana'ya yönelik saldırıların ardından gelen "büyük tepkiler"e bakıldığında, aslında tepkilerin son derece sınırlı olduğu görülüyor. Daha da çarpıcı olan, bazı siyasi aktörlerin bu nefret söylemini eleştirenlere yönelmesi ya da meseleyi önemsizleştirmeye çalışması. Bu tutum, sorunun derinliğini açıkça ortaya koyuyor; diğer bir değişle, inkâr o kadar içselleşmiş ki onun eleştirilmesi bile rahatsızlık yaratıyor.

Barışın Toplumsal İnşası

Çözüm süreci yalnızca müzakere masalarında yürütülen bir süreç değil. O masanın toplumsal bir karşılığı olmak zorunda ve bu karşılık, gündelik pratiklerde, dilde, sembollerde, kamusal alanda inşa ediliyor ya da yıkılıyor. Bir kimliğin kabulü, yalnızca fiziksel varlığının tanınmasıyla sınırlı değil; o kimliğe iliştirilmiş damganın -"terörist", "bölücü", "güvenilmez"- gündelik hayatta yeniden üretilmesine izin vermemekle mümkün. Barış, hukuki düzenlemeler kadar, hatta belki onlardan da evvel gündelik pratikler üzerinden inşa edilirse dayanıklı olur.

Bu nedenle futbol sahaları, medya dili ve kamusal alanlar barışın sınandığı yerler. Bursaspor maçında yaşananlar, bu sınavın henüz verilmediğini, hatta sınavın varlığından bile haberdar olunmadığını gösteriyor. Barış ihtimalinin konuşulduğu bir dönemde, tribünlerin bir dışlama ve aşağılama mekânına dönüşmesi, toplumsal dönüşümün ne kadar sınırlı kaldığını ortaya koyuyor.

Bu noktada hem devletin hem de toplumun sorumluluğu açık. Tribünlerdeki nefret söylemlerine, sokaktaki ayrımcı pratiklere ve medyadaki damgalayıcı dile karşı net bir tutum alınmadıkça, barış süreci toplumsal olarak kırılgan kalmaya devam edecek. Bu tutum, ifade özgürlüğünü sınırlamak değil; tam tersine, herkes için özgürce var olabilmenin koşullarını korumak anlamına geliyor. Çünkü nefret söylemi, muhataplarının yaşam alanını daraltan, onları kamusal alandan iten, sessizleştiren bir şiddet biçimi ve bu şiddet toplumsal barışın en büyük engellerinden biri.

Neden Leyla Zana?

Leyla Zana'nın hedef alınmasının bir tesadüf olmadığını düşünüyorum. Zana, 1991'de Meclis'te Kürtçe konuşmasıyla gündeme gelmiş, 1994 yılında milletvekili dokunulmazlığı kaldırılıp meclisten alınarak cezaevine atılmış bir siyasetçi. On yıl cezaevinde kalan Zana çıktıktan sonra da sivil siyaseti ve barışçıl çözümü en çok dillendiren kişilerden olmuştur. Bu nedenle Leyla Zana Kürtler arasında kolektif acıların, mücadelenin ve barış iradesinin sembol kişilerinden biri olarak oldukça saygın bir yere sahip.

Böylesi bir kişinin cinsiyetçi ve aşağılayıcı bir dille hedef alınması, barış iradesini görünmez kılmayı ve toplumsal öfkeyi yeniden çatışma ekseninde taşımayı amaçlıyor. Bir süredir çözüm sürecine dair somut adımların sınırlı kalmasının, Selahattin Demirtaş ve diğer siyasi tutukluların durumunun belirsizliği gibi meselelerin, Kürt toplumunda sürece yönelik güvensizliği artırdığını biliyoruz. Tribünlerde üretilen bu dil, tam da bu güvensizliği derinleştirmeyi, barışa olan inancı sarsmayı hedefliyor. Bunu hedeflemese bile bu sonuca hizmet ediyor.

Son olarak, kalıcı barış için iki eşzamanlı adım zorunlu: Silahların susması ve hayatın her alanında barış dilini güçlendirecek pratiklerin inşa edilmesi. Barış yalnızca silahların susmasıyla değil, birbirimize nasıl davrandığımızla, birbirimiz hakkında nasıl konuştuğumuzla da ilgili. Silahların bırakılması bir başlangıç, evet en hayati başlangıç; ancak karşılıklı tanınma, saygı ve haysiyet bir arada yaşamımızın mahiyetini belirleyecek değerler.

Unutmamak gerekir ki çözüm sürecinin başarısı veya başarısızlığı aynı zamanda tribünlerde, sokakta, sosyal medyada ve meydanlarda inşa ediliyor. Toplumsal barışın kaderi, büyük müzakere masaları kadar, belki onlardan da fazla, gündelik hayatın bu sıradan ama belirleyici alanlarında şekilleniyor. Bir aradalığın zemini, tam da en "önemsiz" görünen anlarda kuruluyor ya da yıkılıyor ve işte tam da bu nedenle, Bursaspor tribünlerinde yaşananlar, çözüm sürecinin geleceği açısından hiç de "küçük" bir olay değil.