Afgan grafitti sanatçısı Shamsia Hassani 22 Eylül’de Twitter’da “migration / Homeless” isimli eserini paylaştı. Bu eserde bir şehrin üzerinde ipte yürüyen bir kadın vardı ve bu kadın eteğinde evler (bence evini de), rüzgârda uçuşan saçlarında ise fotoğraf filmleri (bence anılarını da) taşıyordu. Kadın yalınayaktı, âdeta evinde gibi, ancak evde değildi, incecik bir ipin üstünde, âdeta bir sınır hattında, düştü düşecek bir halde ayakta kalmaya çalışıyordu. Düşse yaralanacak ve fakat zaten çoktan yaralanmış, taaaa içeriden, en başından tüm hikâyenin. Geçenlerde de evinden koparılmış belki, koparılmadan koparılmış ya da üzerine burka geçirilmek, tüm hakları alınmak suretiyle yaralanmış, tekrar tekrar, hunharca…
Shamsia’nın kadınları homelesslar, yani evsizler ve de yurtsuzlar, yersizyurtsuzlar. Bu sayfalarda daha evvel de yazdığım gibi ((B)irikim tam da budur belki); dünya onlara sırt çevirdi, hunharca… Yüzleriyse bize dönük kaldı, davetkâr bir halde, çığlık çığlığa, bizi, hayatlarımızı “tepe taklak etme” cüretiyle… Buraya geleceğim yine.
Dünya sırt çevirme dünyası şimdilerde. Arabesk bir ifade değil sadece bu, pek çok kişinin paylaştığı naçizane bir gözlem. Her an yaralanabiliriz ve sıkça denk geldiğimiz ve gelmemiz gerektiği gibi bazıları daha çok yaralanır ve yaralanabilir. Zira aynı dünya bir de ipler/sınırlar dünyası. Çizginin öbür tarafında veya ipin üstünde duran “sası”lar var, diğerlerinin selameti için elzem “sası”lar, prekarya, parya. Her şeyin bir taraftan neo olduğu bu biyo ve hatta nekropolitik çağda, artık adım başı prekaryaya, prekarlaştırılana rastlamak mümkün. Bu prekarlaştırma, evsiz, yersiz kılma için de illa ki ve esasen savaşa, göçe hacet yok. Bilakis bizzat kapitalizm ve onun neo versiyonu hepimizi prekarlaştırmada ziyadesiyle mahir.
İlk bakışta iş hayatımızda karşımıza çıkan güvencesizleştirme, istikrarsızlaştırma bugün hayatımızın her alanına tesir ediyor. Elimizde ne işimizi, ne evimizi, ne de refah içinde bir yaşam sürmek bir tarafa, yaşam sürmeye dair şeylerimizi bile tutamıyoruz, tutturmuyorlar. Her an mülteci, kayıtsız/kâğıtsız olabilir veyahut her an kendi ülkemizde evsiz kalabiliriz. İşsizlik, sosyal güvencesizlik zaten ezber edildi, ettirildi. Hükümetlerin aşırı güvenlik söylemleri ve de tedbirleri, siyasi-ekonomik istikrarı dillerine pelesenk ettikleri böylesi bir dönemde tam da büyük ve gittikçe artan bir çoğunluğun hayatında istikrar, güvence ve bu bahisle hak namına pek bir şey kalmadı. Neoliberal özne ve onun hayat tarzını diğerlerinden ayıran, her şeyden evvel kırılgan, arızi, risklere açık ve sürekli değişebilir olması. Bauman’ın “akışkan modern insanlık durumu” dediği şeyden makbul olmayana, sası olana düşen pay gittikçe daha fazla yoksunluk ve yoksulluk, evsizlik, işsizlik, yersizyurtsuzluk. Bir de o kutsal “özgürlük” kaldı tabii elimizde, sonra “hak”lar var bolca, hukuk var ve onun önündeki “eşitlik”... Esnek çalışma erdemi (!) var bir de.
Nihayetinde Benjamin’in Anatole France’dan aktardığı gibi “köprü altında sabahlamak, yoksullara ve zenginlere aynı oranda yasaklanmıştır”.[1] Ben bu sözü küçük bir değişiklikle tekrar etmek istiyorum: “Parklarda sabahlamak, yoksullara ve zenginlere aynı oranda yasaklanmıştır.” Ancak birilerinin köprü altında veya parkta sabahlamak zorunda kalması an meselesiyken, diğerleri için bu akıllara bile gelmez. O kutsal “güvenlik”, yani “yasak” da zaten bu ikiliği, sınır hattını perçinlemek ve sınırın öte tarafını kollamak, güvenceye almak için orada hazır bekler. Neoliberal güvenlik anlayışı, her şeyin akışkanlaştığı bu ortamda bu sınırları akışkanlaştırmak, yüzer-gezer hale getirmek suretiyle katılaştırmakta, daha tesirli ve zalim kılmakta. Wacquant tam da bu çerçevede neoliberal devletin özgürlükçü falan değil, “cezai devlet”e dönüştüğünü, çift başlı Janus gibi çift sureti olan bu devletin sosyal-ekonomik hiyerarşik düzlemde üstte olana bütün güler yüzünü gösterirken, alttakilerin canına okuyan bir zorba olduğunu ortaya serer.[2] “Cezai devlet” üç ayrım etrafında iç düşman tanımlar: “Vatandaşa karşı yabancı, üretken vatandaşa karşı sosyal yardıma muhtaç vatandaş ve yasalara sadık vatandaşa karşı suçlular.”[3] Ve bu iç düşmanlara karşı en tesirli “güvenlik tedbirleri” her an alınmalıdır, alınacaktır.
Öğrencilere yeterli yurt, ne vatandaşı ne ülkesine sığınan mülteciler için asgari yaşama koşullarını bile temin edemeyen/etmeyen muktedir(ler) bugün her tarafa kampüs tipi devasa hapishane kompleksleri, devasa adliyeler ve elbette devasa AVM’ler dikebiliyorlar. İşte şimdi güvenli, rahat, huzur içinde bir uyku çekebilir, en az üç çocuk yapabilir, umutla geleceğe bakabiliriz. Aynı muktedir hem parkta sabahlamak, hem de “barınamıyorum/z” demek suretiyle büyük “suç” işlemiş, “yasa”yı çiğnemiş olan bir grup genci, güvenlik ağlarıyla çevrili ve fakat güvencesiz yaşayan, evsizlikten/yurtsuzluktan kazandığı okulu okuyamayan, adına o “yaşamak” denilen şekilde yaşayamayan, “barınamayan” bir grup genci, dünyanın “sası”larını, paryalarını gözaltına almak için hazır bekliyor. Nitekim bu hem protestocu, hatta “kesin terörist” olan “sosyal döküntüler”i etkisizleştirmek için harekete geçiyor, kelepçeliyor ve hatta işkenceye, kötü muameleye maruz bırakıyor. İşte şimdi güvenli, rahat, huzur içinde bir uyku çekebilir, en az üç çocuk yapabilir, umutla geleceğe bakabiliriz.
Yine de ve umutsuzca, uykusuz ve huzursuz da olsa geleceğe bakabiliriz, bakıyoruz. Neticede evsiziz, yersizyurtsuzuz, ancak bir de evsiziz, yersizyurtsuzuz. En noksan, yaralanabilir, yoksul, parya olduğumuz yerden bir aradayız. Shamsia’nın çizimindeki Afgan kadını düştü düşecek bir pozisyonda ipin üstünde duruyor ve bir homeless olarak eğreti bir hayatı yaşıyor (adına yaşamak denirse!). Bu kadının elinde hiçbir şeyi kalmamış, bir nevi hiçbir şey ve fakat her şey olan, arkasından sarıldığı o klavyesinden başka… İşte sımsıkı sarıldığımız, hatta belki sıvazladığımız klavyeden ve onun çıkardığı ses hasebiyle bir aradayız. “Devletimize” ve “milletimize” bağlı olduğumuz gibi, anayasalarda yazdığı gibi değil, tam da o ipin üzerinde, vatandaş-düşman, kayıtlı-kayıtsız, barınabilen-barınamayan, yerliyurtlu-yersizyurtsuz arasındaki sınır hattında, öbür/beri tarafta bir aradayız.
Burada ister istemez Deleuze ve Guattari’nin Kafka’sı ve onun “eser”lerinde çıkardığı, karakterlerine çıkarttırdığı o müzikal ses düşüyor aklıma. Bu iki yersizyurtsuz filozof belki de Kafka’da yersizyurtsuzluğu tartıştıkları kitaplarında,[4] o kucakta ve fakat ipin üstünde düştü düşecek gibi dururken tutulan klavyeden de bahsediyorlardı. Zira Yahudilerin, Kafka’nın babasının nasıl yersizyurtsuzlaştırılırken yerliyurtlulaştırıldığını anlatırken, o yersizyurtsuzlaşmanın öbür taraftan müzikal bir sese, coşkun bir gürültü patırtıya, âdeta bir çığlığa tekabül edebileceğini anlatıyorlardı. Söz konusu olan nizama çekilebilen/çeken değil, bilakis “tepetaklak eden” bir müzikal ses. Âdeta yeryurt bakımından kardeşimiz olmayan birine, Ermeni bile değilken belki o “biz”, tabutunun arkasından “kardeşimsin (Hrant)” diye seslenirken çıkardığımız o temayüz etmeyen ses gibi… Fransa’da 68 1 Mayıs’ında ya da 2013 Haziran’ında Gezi Parkı’nda, tekil öyküsüyle gelen, uzak ve de yakın bir yabancıyla, zaten sevilen biriymişçesine ilişki kurarak (ve kurmayarak) çıkarılan sesler gibi… Bir kez daha parkta sabahlayan “yurtsuz”a, “evsiz”e bir tas çorba götürmek… Afgan kadının kucağında sımsıkı tuttuğu klavyesi ve onun eşsiz sesi/çığlığı/şarkısı gibi yasal değil, “seyyar model”de bir arada olabilmek… Hülasa yersizyurtsuz ve fakat esasen her yerde her yurtta, yolda olabilmek, akmak barajsız, katılaşmadan, beraberce…
Gittikçe yersiz ve de yurtsuzlaştı(rıldı)ğımız şu dünyada başka çare var mı? Bunca barınamazken, barınamayanların sesiyle buluşmaktan, tepetaklak olmaktan başka çare var mı?
[1] Walter Benjamin, “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”, çev. Ece Göztepe, Şiddetin Eleştirisi Üzerine, Haz. Aykut Çelebi, Metis, İstanbul, 2010, s. 37.
[2] Bkz. Loïc Wacquant, Punishing the Poor: The Neoliberal Government of Social Insecurity, Duke University Press, Londra, 2009.
[3] Loïc Wacquant ve Aksu Akçaoğlu, “Kentsel Marjinallik ve Devletin Sağ Eli”, idealkent, İstanbul, 2019, s. 15.
[4] Bkz. Gilles Deleuze ve Félix Guattari, Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin, çev. Özgür Uçkan ve Işık Ergüden, YKY, İstanbul, 2000.