Ezel Akay’ın 2005 yapımlı Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü? adlı filmi, konusu ve kurgusu bakımından bir ölüm anlatısı içermektedir. Filme göre, bu kahramanlarla beraber Anadolu’da ölen bir takım kültürel ve sosyal öğeler de vardır. Beylikler dönemi ve Osmanlı’nın kuruluş yıllarında geçen hikâye, farklı dinsel ve kültürel yaşamların beraberliğinin, nasıl ve neden birinin lehine, diğerlerinin aleyhine geliştiğini ve giderek tek bir kültürel grubun ayakta kaldığını, diğerlerinin silinmeye yüz tuttuğunu anlatır. Diğer yandan Türkiye’de kültürel ve dolayısıyla siyasal bir kopukluğu yansıtan merkez-çevre kopukluğunu anlatırken Ş. Mardin’in kullandığı bir metafor olarak Hacivat Karagöz hiç ölmedi. Çeşitli dil oyunları yoluyla, kültürel olarak bir birinden kopuk iki dünyayı temsil eden tiplerin sürtüşmesini mizahi bir tarzda anlatan geleneksel gölge oyunundaki bu iki tipten karagöz, çevrenin kültürünü, Hacivat ise merkezin kültürünü temsil etmektedir. Esnaf-yeniçeri-taşra uleması’nda görülen karagöz kültürü, bürokrat sınıfında ve merkez ulemasında görülen Hacivat kültürü ile hep bir kavga içindedir. Şerif Mardin’in “süreklilik” adını verdiği, merkezle çevre arasındaki bu gerilim, modern Türkiye’de de siyasetten ekonomiye; sanatlardan gündelik hayata kadar izleyebileceğimiz bir oyundur. Karagözün, Hacivat’ın ince ve alaylı dili tarafından sürekli aşağılanması, hor görülmesi karşısında, Karagözün Hacivat’a kafa atarak perdeyi kapatması gibi, Türkiye’de çevre siyasetinin darbelerin ve muhtıraların sonucunda hep güçlenerek çıkmasını da aynı oyunun ‘replikası’ olarak görebiliriz. Bu oyunda her ne kadar aktörlerin sosyal ekonomik pozisyonları ile beraber, bu ikiliğin sınırları ve mahiyeti değişse de, söz konusu kültürel kopukluğu belirleyen dil ve ideoloji siyasal işlevini yerine getirmeye devam etmektedir. Devam ediyor olmasının en önemli nedeni, Türkiye’de siyasal rekabette yarışanların partiler değil, sınırları kültürel anlamlar tarafından çizilmiş yaşam dünyaları olduğu gerçeğidir.
Bu bakımdan AKP’nin gücünün arka planını anlamak için AKP’yi bir siyasi parti olmanın ötesinde, söz konusu kültürel anlamların ağırlık merkezlerinden birinin siyaseten yapılaştığı bir toplumsal hareket olarak görmek, ve bu hareketin devinimini sağlayan ideolojiyi, siyasi aktörlerle seçmenler arasında paylaşılan anlamlar ekseninde değerlendirmek gerekmektedir. Zira AKP’nin dilinin etkili olan asıl yönü Mardin’in “zımni anlama” ve “ifade edilmeyen ama paylaşılan anlamlar” şeklinde ifade ettiği türden bir ideoloji ve onun iletimi ile ilgilidir. Şerif Mardin’in tüm çalışmaları, esasında bir yönüyle AKP’yi yaratan tarihsel sosyolojik arka planın dilini ve ideolojisini analiz etmektedir denebilir. Bu sosyolojik analiz gücü yüksek metinlere topluca bakıldığında, Anadolu coğrafyasında tüm modernleşme süreci boyunca bu süreçten etkilenen ve de ona girdiler sunan dinsel ve kültürel öğelerin, çok etkili bir iletişim şebekesinden ve paylaşımdan beslendiklerini görmek mümkündür. Dinsel ve geleneksel olan bu paylaşım ve iletişim ağının etkinliği, bu ağın içinde dolaşıma sokulan ideolojinin temel bir özelliği bilinmeksizin anlaşılamaz. Mardin bu türden bir ideolojiyi, programatik, doktriner ve resmi olan ideolojilerden farklı olarak tanımlar. Yani Manheim’cı anlamda Ütopya’dan (toplumsal yapıyı dönüştürme amacı taşıyan) farklı olarak bu ideoloji, Mardin’in ifadesiyle yumuşak ( toplumsal yapıyı devam ettirici) ideolojidir.[1] Bu tanım başka bir yazısında karşımıza “zımni anlayışlar” ve “ifade edilmeyen ama paylaşılan anlamlar”[2]olarak çıkar. Bu ideoloji, toplumun kültürel bagajında hazır olarak bulunan ve üyelerin yaşamlarında kendileri için kılavuz işlevi gören, bir konuda anlaşmak için konuşmanın bile pek gerekmediği “sözelleşmemiş bilgi depoları”dır. Kısaca Tayyib Erdoğan’ın balkon konuşmasında “aziz milletim” derken, dinleyenin “evet benden bahsediyor” diyebileceği türden bir zımni anlama durumu. Başbakanın hitabındaki “milletim” kelimesini kullanan diğer siyasi liderlerin telaffuzundan farklı olarak, bu kelimenin başbakanın ağzından çıkan halinin anlam ve iletim gücünün daha geniş ve yoğun olmasına bakılarak da bu durum anlaşılabilir. Kelime aracılığıyla, mesajın ileticisi ve alıcıları arasında kurulan semiyotik ve duygusal bağ, mesajın lafzından çok içeriğinin yani paylaşılan “zımni anlamların, ifade edilmeyen ama paylaşılan anlamların” siyasal iletişimde ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Söz konusu anlam(a)lar ve ifade edilmeden paylaşılan dil, bunların sırrına vakıf olamayan ‘endişeli modernlerin’, söz gelimi “ananı da al git” sözünde okuyamadıkları bir zımni bir işlevi (karagöz hissiyatı) yerine getirirler. Zira pek çok analistin “gaf”, “küfür”, “kabalık” olarak değerlendirmesine tezat olarak başbakanın bu çıkışına, tanıdığım insanlardan bazılarından; “ben de böyle yapardım”, “bu adamla aynı dili konuşuyoruz”, “başbakan geçip gitmek yerine bu adamı muhatap aldı”… türünden tepkiler işittiğimi hatırlıyorum. Gerçekten de bu hakaret sözü, önünde yazar kasa fırlatılırken dönüp bakmadan geçen Bülent Ecevit’in kayıtsızlığı ile temsil edilen bir halkçılıktan daha farklı olarak, sıradan insanla tam da onun duygu ve düşünce dünyasıyla kontak kurabilme türünden bir ‘halkçılığın’ örneğidir. Başka bir ifadeyle halktan olmakla, halkçı olmak arasındaki farkı belirleyen şey, tam da bu zımni anlamalar ve ifade edilmeyen ama paylaşılan dilin ve ideolojinin siyasal iletişimde de işlev gören çekicilik özelliğidir.
Burada süreklilik konusu olarak ele alacağımız ideoloji, ‘Karagöz hissiyatı’ diyebileceğimiz toplumsal ve kültürel tahayyül dünyasının dili ve ideolojisidir. Özellikle konu AKP’nin seçim başarıları olduğunda bu türden bir ideolojiye odaklanmak mağduriyet olgusundan çok daha açıklayıcı olacaktır. Zira bahsettiğimiz bu ideoloji, modern siyasal ideolojilerin nerdeyse herhangi bir toplumsal tabana dayanmadığı bir ülkede, gerçek bir toplumsal hareketin, gerçek bir siyasal işlev yerine getiren ideolojisi olarak çok önemlidir. “Karagöz hissiyatı” bu ideolojiyi tanımlamak için eksik görülebilir. Kaldı ki, Türkiye’deki genelleştirilmiş bir öteki olarak Karagözün izini bir çok siyasal akımda bulmak mümkündür. Bu durumda cevap bekleyen bir dizi soru kendisini gösterecektir. Sayısız mağduriyet örneğinin yaşandığı Türk siyasi tarihinde neden sadece Karagöz’ün daha fazla taraftar topladığı ve bu tahayyül biçiminin siyasal semeresini neden AKP’nin daha fazla elde edebildiği; Daha önemlisi, 2002 genel seçimlerinden sonra “biz bu ülkenin WASP’larıyız[3] diyen Abdullah Gül’ün böylelikle Hacivat rolüne talip olmasına rağmen, kendisini köşke taşıyan halk iradesinin köşkte Karagöz’ü görmekte ısrar etmesi ve cumhurbaşkanlığı ile beraber AKP’nin üçüncü seçim galibiyetinde de bu oyunun örüntüsünün ve rollerinin neden değişmediğidir.
Bu sorulara verilecek cevap, mağduriyet olgusundaki bir anlam kaymasını gidererek başlatılmalıdır. Sorun hiçbir zaman Erdoğan’ın ya da AKP’nin mağduriyetine pirim veren seçmenlerin empatisi ile açıklanamaz. Çünkü empati ya da ötekinin yanında olma hissiyatının varlığı için önce bir ötekinin olması gerekir. AKP’nin bir sosyal hareket olması, seçmenle siyasi aktörler arasında bir temsil değil, tekabüliyet hissi yaratmakta bu da öteki olarak karagöz kavramını anlamsızlaştırmaktadır. Başka bir ifadeyle seçmenin Erdoğan’ı Karagöz olarak benimsemekte ısrar etmesi, Erdoğan’ı değil kendisini Karagöz olarak algılaması ve Erdoğan’dan bu duygunun tatmini için gereken rolü oynamasını istemesinden ileri gelmektedir. Ancak AKP’nin Karagöz olmaktan hayli uzak kalması yanında, seçmenlerinin de Hacivat (WASP) olmanın sosyo-ekonomik koşullarına bu denli kavuştuğu Türkiye’de, Karagöz söylemine tekabül eden bir çeşit “halk iradesi” söylemi neden hala belirleyici olmaya devam etmekte? Günümüz Türkiye’sinin kültürel ve simgesel sisteminde yeri değişmemekle birlikte artık, tüccar, banker, akademisyen, siyaset uzmanı vs. olan bu sosyal grup, kendisini Karagöz olarak algılamakta neden ısrar etmektedir?
Bunu anlayabilmek için bilinmesi gereken bir konu, gerçeklik ile ideoloji arasında var olduğu düşünülen ayrımın yanlışlığıdır. Yaygın anlayışa göre ideoloji, “gerçekliğin mistifikasyonu”, “yanlış bilinç” olarak gerçeklikten ayrı tutulmalıdır. Oysa çağdaş sosyal bilim bulgularından biliyoruz ki, ideoloji sadece kendi gerçekliğinin sınırlarında kalmaz aynı zamanda kendisi toplumsal yaşamımızda bir gerçeklik şeklinde tezahür eder. Yani ideolojik olan gerçektir. Bu durumda Karagöz hissiyatının gerçekliğini ve önemini test etmek için “bugünün Türkiye’sinde böyle bir madun ve mağdur sosyal grup kaldı mı? ” sorusunu sormak anlamsızdır. Önemli olan böyle bir grubun varlığı değil, bu hissiyatın bir gerçeklik algısına dönüşmesi ve belirleyici olabilmesidir. Bu hissiyatın önemini bilenler tarafından sahnelenen yeni bir Hacivat Karagöz ‘replikası’ olarak 2007 genel seçimlerinden hemen önce gelen “e-muhtıra” gibi, 2011 seçimlerinde de tam zamanında yardıma koşan The Economist’in Türk seçmenine yönelik “oyunuzu CHP’ye verin” şeklindeki repliğini, “hey gidi The Economist” diyerek söze başlayan Erdoğan’ın ‘kafa atarak’ sonuçlandırması, bu örüntünün sürekliliğine işarettir. Ayrıca bu türden bir “yaralı bilinç” refleksinin popülerleşmesi ve siyasal alanda oldukça geniş bir şebekeye ulaşarak belli bir kullanım değerine ulaşması Türk siyasi kültüründe özgün bir fenomendir.
Bu davranış örüntüsü, şu ya da bu şekilde siyasal bir ideoloji ile direkt olarak ilişkili değilken, siyasal tablonun şekillenmesinde neden ve nasıl bu kadar etkili olabilmektedir? Cevap, kadim bir mesele olan merkez-çevre meselesini karagöz hissiyatı ile düşünerek verilebilir. Merkez ve çevre kavramları siyasal söylemde çoğu kez yanlış kullanılan kavramlardır. Merkez, yönetici elitlerin yer aldıkları uzam/yer değildir. Çevre de yönetime tabi olanların yer aldıkları uzam/yer değildir. Çünkü bu kavramlar, bir sosyal ya da siyasal grubu ifade etmek için kullanılmazlar. Edward Shils'e göre, merkez, toplumun inanç ve değerler dünyasının ağırlık merkezidir.[4] Yönetici elitleri merkeze taşıyan şey olsa olsa bu değerler ağının söylemine bağlı oluşlarıdır. Cumhuriyet devrimleri ve söylemi, kendisiyle ilişkilendirdiğimiz –laik, batıcı-fikirleri ve değerleri merkeze oturtma denemesi olmakla beraber, toplumsal ve kültürel merkezi tayin eden duyuş, düşünüş ve tahayyül biçimleri merkezi önemini ve belirleyiciliğini hiçbir zaman kaybetmedi. Esasında siyasal olmaktan çok sosyolojik bir terim olan merkez olgusunda yeni olan şey, bu merkezi değerlerin son elli yıl boyunca aşamalı olarak siyasal bir güce de erişmiş olmasıdır. Bu durum Türkiye’de artık “merkez ile çevre kavramlarının sınırlarının aşındığı”, “çevrenin merkezi istila ettiği” gibi değerlendirmeleri sorunlu kılar. Çünkü kelimenin sosyolojik anlamında merkez, kültürel olarak hep hegomonik bir güce sahipti. İronik bir şekilde modernleşme süreci boyunca “öğretmenin (Hacivat) imama (Karagöz) yenilmesi” olarak sunulan durumun oluşması için, esasında imamın hep yenik görünmesi gerekmiştir. Nitekim bugün bile AKP’ye yakın teorisyenlerin özgürlük ve demokrasi söyleminin, neredeyse sadece antidemokratik bir “öğretmen” eleştirisinden ve madun bir “imam” söyleminden ibaret olduğunu görmekteyiz. Bu eleştirilerin sunduğu basma kalıp tabloya göre bir tarafta jakoben, darbeci, tepeden inmeci, baskıcı, halk iradesine saygısı olmayan seçkinci bir grup; diğer tarafta halk iradesini, sivil iradeyi esas alan temsilciler vardır. Böylece formel bir mantığa dayandırılan demokrasi adına, siyaset kurumunun bu ikincisinin önünü açan bir kıvama getirilmelidir. Bunun için de öncelikle bu ikinci grubun asla Hacivat olarak algılanmaması, ikincisi, halk iradesi ve milli irade kavramlarındaki ‘iradenin’ yer yer ne kadar boğucu ve hegomonik olabildiğinin gizlenmesi gerekmektedir. Mesela, “halk denize donla girince vatandaş rahatsız oluyor” gafında içkin olan ‘halkı adam yerine koymama’ durumunu eleştirirken, “halka açık yerde içki içerek halkı rahatsız eden” vatandaşı halktan saymamak çelişkisi es geçilmelidir.
Özetle, Karagöz hissiyatı gibi tamamen sosyal ve kültürel bir algının kendisini sandıkta bu denli güçlü hissettirmesinin sebebi, bu hissiyat ve bilincin, kimlik olgusundan ya da siyasal bir ideolojiden bile daha fazla bağlayıcı olabilmesidir. Sözgelimi, kamuda iyi bir pozisyonda memur olmak için sadece mütedeyyin bir dindar olmak yetmeyebilirken, bu kimliğin bedelini 28 Şubat’ta ödemiş olmak oldukça iş bitirici bir duygudaşlık yaratabilmektedir. Anayasayı kimin yazacağı, cumhurbaşkanının kim olacağı, gibi ‘majör’ konular yanında, kamu sektöründeki “önemsiz”, minör ‘oynamalarda’ bile geçmişin kazandırdığı bu türden Karagöz payeleri, en temel meşruiyet kaynağı olabilmektedir. Bu meşruluğun canlı kalabilmesi için son zamanlarda kullanılan “dindar elit” teriminin ya da WASP benzetmelerinin bu kesim tarafından reddedilmesi gerekir. Çünkü popülist bir hareket içinde bu türden seçkinci oluşumun yarattığı çelişki kaldırılabilir değildir. Karagöz hissiyatı yoluyla edinilen seçkinlik çelişkisinin maskelenebilmesi için Hacivat Karagöz oyununun replikaları yoluyla bu türden manipülasyonların devamı gerekmektedir. Kısaca, Türkiye’de yapılacak siyasal analizler, partiler, tüzükler, seçim beyannameleri, örgüt şeması, parti içi demokrasi vs. üzerinden yapılıp bu siyasal toplumsallaşma olgusunun mekanizması ihmal edildiğinde “sürpriz” kelimesini daha çok kullanacağımız kesindir.
[1] Bkz. Şerif MARDİN,(1997), İdeoloji, İletişim Yayınları, İstanbul
[2] Bkz. Şerif MARDİN,(2005), “Operasyonel Kodlarda Süreklilik, Kırılma ve Yeniden İnşa: Dün ve Bugün Türk İslami İstacılığı”, Doğu-Batı, Nisan, sayı, 31
[3] WASP (White, Anglo-Sakson, Protestan), Amerika’da egemen sosyal grubu ifade etmek için kullanılır.
[4] Edward Shils, “Merkez-Çevre” Çev. Y. Ziya Çelikkaya, Türkiye Günlüğü, Sayı. 70