Sezen Ünlüönen’in “Tolstoylar ve Dostoyevskiler” başlıklı yazısını okurken aklıma Suç ve Ceza’nın cinayet sonrası yatağından çıkamayan Raskolnikov’u ile Anna Karanina’nın her zamanki gibi arabacı Ivan’a kızacağı, her zamanki gibi tartışacağı, yerli yersiz düşüncelerini söyleyeceği Levin’i düşüyor hemen. Yazı insanın kara düşlerden uyanma, düzlüğe çıkma, yaşamaya devam etme uğraşına değiniyor. Dostoyevski’den Tolstoyluğa geçişinin süreci yani. Bu karşılaştırma dikkat çekici çünkü Dostoyevski de, Tolstoy da Türkçe edebiyat için önemli yazarlar. Pek çok düşünce ve fikirleri -belki bugün hâlâ- kuram kitapları, felsefe metinleri yerine romanlardan devşirerek kendi hikâyelerimize eklemişiz/ekliyoruz. Cemal Süreya bir röportajında “1944 yılında Dostoyevski’yi okudum, o gün bugün huzurum yoktur,” diyor. Yalnız bireysel yabancılaşmalar değil, siyasi bilinçlenmeler de pek çok kuşak için önce çocuklukta, ergenlikte edebiyatçılar ve eserleri ile başlıyor.
Sanatçılar için söylenen sözler vardır, hepimizin hoşuna gider. Onlara deli demeyi çok severiz. Delirdiği için böyle yazıyor, delirdiğinden böyle çiziyor, sıkıcı gündelik hayat onu boğmuş da bu hale getirmiş. Bu deliliğin yalnız sanatçılar hakkında söylenen, onlara atfedilen kutsal bir özellik olmasında beni düşündüren bir şey var.
Bedenimizin hacmi var burada ve yer kaplıyor, ruhumuzun yeri yok. Ruh kımıldayınca beden hareket ediyor. His, algı, düşünce bunlar dil ile harekete geçiyor ve ruh sekülerleşiyor. Sanatçılar için de bu dili kullanmasını becerebilendir dersek eğer, kolayca sanatçıya atfedilen delilik dediğimiz şeyin bugün bir tartışmaya girmeyi, feleğin çemberinden geçmeyi, krizle baş etmeyi ve bu sayede düşüncelerini ilan edebilmeyi de içerdiğini söyleyebiliriz.
Hegel’in düşüncesinin temel ilkelerinden biri diyor, Charles Taylor, “Öznenin ve onun bütün işlevlerinin, her ne kadar ‘tinsel’ olsalar da aynı zamanda kaçınılmaz bir şekilde cisimleşmiş olması, insanın dışavurumsal bir varlık olması”dır.[1]
Sosyal hayatlarımızda bu varoluşa aykırı yaygın bir anlayış var: Sükûnet, ağırbaşlılık, efendilik kavramlarının yüceltilişi. Ortamı bozmaya, huzursuzluk çıkarmaya ne lüzum var? Patrona onu söyleyince ne değişecek ki? Hatta bazen şimdi kendimi açıklamaya ne gerek var? Öte yandan bütün hayatın toplumsal bir sarmalanmışlık ve bütünlük hissiyle geçebilmesi, her gün fikri ortak dostlarca çevrelenmesi mümkün değil. Böyle bir uyum, hiçleşen insan ilişkilerine göz yumarak, mecburi ilişkiler ile beraber üreyen idareten suni çözümlere ayak uydurarak kurulabilir herhalde ancak. Bizi bu yeni modern kapitalist hayatın getirdiği onca bölünmenin, çatışmanın içerisinde bir kalmaya zorlayan, insanlar ve onlarla kurduğumuz bağlardır. Nasıl sokakta, çalıştığımız yerde, okulda, aile içinde uyumsuz parçalar halindeysek düşünen özneler olarak da girift haldeyiz ve bu hali de ancak kullandığımız çeşitli diller ile ifade edebiliyoruz. Aranan bu dilin, birliğin de üzeri sessizlikle örtülmüş bir karanlık içinde dolanırken elde edilmesi zordur.
“Masalın da Yırtılıverdiği Yer” diyor Bilge Karasu. Gerçek hayat masalının düşlerle yırtılıvermesi yahut düşler masalının gerçek hayat ile yırtılıvermesini de kastederek.
Nurdan Gürbilek aktarıyor onun hakkında: “‘Gerçekliğin bir noktada yırtılıverişinden’, bu yırtılmanın yazara sağladığı imkândan söz ediyordu. Bulanık, ‘kirli’ düşler, unutulmuş, unutturulmuş yönelişler kımıldıyordu bu sızıntının içinde. Masallar hem bu yırtığın salıverdiklerini tanıma süreci olmuştur onun için (…)”[2]
Bilge Karasu da Dostoyevski gibi bu bulanık düşlerle, bilinçaltı ve hayal gücü imgelerini kullanarak çocukluğun sahnelerini yazdı sayfalarca, sevginin yollarından bahsetti. Ama sonra hemen, Bilge Karasu’nun gizli bir davetinden şöyle bahsediyor Nurdan Gürbilek:
Masalsı içeriklerle uğraşmıştır uğraşmasına ama kendi emeğini, yani yazma sürecini masallaştırdığı bulanık ya da karanlık bir bölgeye yerleştirdiği söylenemez pek. Yazmaktan söz ederken “hayatın alışılmış dokusu” dediği şeyin terimleriyle konuşur daha çok. Yazmayı bir kol emeği, bir el becerisi olarak, yani öğrenilebilecek ve öğretilebilecek bir şey olarak anlatır. (…) masaldan yeniden hayata dönmeye çalışan, burada ve şimdi yaşanan hayat için sonuçlar çıkarmaya çalışan, tutku kadar dengeyi de gözeten (…)[3]
Öyleyse hayatın alışılmış dokusu üzerinden, kol emeği, el becerisi olarak öğrenilebilecek ve öğretilebilecek bir şeydir kirli düşlerden uyanmak, Tolstoy’un bahçesine çıkmak, mücadele etmek, umut etmek, var etmek.
Gelecek kaygısıyla kıvrandığımız, şanslı azınlıktan olup çalışıyorsak yorgunluktan başka şey düşünemediğimiz, her alanda güvencesiz yaşamaya zorlandığımız bu düzende öte beriye savrulan bilinçler olarak istekleri, hayalleri, öfkeyi dönüştürmeye ve onun sözcüsü olmaya ancak bu kara düşlerden uyanarak, konuşarak varabileceğimize inancımdan bu davetim.
Her gün var etme imkânlarımızın daraldığı, nefretin hırsın yıkıcı güce kolayca nasıl dönüştüğünü görüyoruz. Alay etme, yaftalama, sindirme gibi anlık başa çıkma yöntemlerinden ya da huzur bozuculuktan çekinme gibi korunma mekanizmalarından sıyrılabiliriz, değişmez insanlık kaderi anlayışının yarattığı kaçışın yerine başka bir şey koyabiliriz demek istiyorum. Yerel problemlere çare olmayı denemek, en yakında görülen bir direnişi güçlendirmek, gündem olan her kıyametin arka planına bakmak, felaketlerin her gün kendine akacak yeni bir yatak bulan pratiklerle meşrulaştırılmalarına yeni yanıtlar üreterek mücadele etmek belki.
Azra Haytaoğlu’nun öldürüldüğü gün Kadıköy’deki eylemde Fidan Ataselim şöyle diyordu: “Sonuçla karşılaştığımızda tepki göstermemiz çok önemli ama o sonuçla yüzleşmeden önce mücadele etmemiz şart!”
Yine bu değişim isteğini şarkı sözleri ile anlatan punk müzik grubu Padme’nin dediği gibi:
“Last time I was singing about tragedies, but I realized I still have a lot to come.”
[1] Charles Taylor, Hegel ve Modern Toplum, Kolektif Kitap, İstanbul, 2021, s. 41.
[2] Nurdan Gürbilek, Ev Ödevi, Metis Yayınları, İstanbul, 2019, s. 80.
[3] A.g.e., s. 84.
Görsel: La Haine (1995).