Türkiye, 24 Haziran 2018 seçimleri ile birlikte “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilen yeni bir sisteme geçti ve parlamentoya dayalı güçler ayrılığı sistemine son verdi. Bu yeni sistemde tüm yetkiler cumhurbaşkanında. Bakanlar Kurulu kaldırıldı. Cumhurbaşkanı sadece bakanları değil, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay üyeleri, Hakimler ve Savcılar Kurulu, Valiler ve Merkez Bankası başkanı gibi üst düzey kamu görevlilerinin neredeyse tamamını atama yetkisine sahip. Meclisin, Bakanlar Kurulu’nu onaylamak, gensoru, bakanlar hakkında güvensizlik oyu vermek gibi yetkileri yok. Yeni seçim kararı verebilmesi için bile 5’te 3 çoğunluk şart. Parlamentonun ve partilerin tüm etkisini yitirdiği, yasama, yürütme ve yargının tüm yetkilerinin tek elde toplandığı bu sistemi, bazı siyaset bilimcileri “rekabetçi otoriter sistem” olarak adlandırıyor.[1] Düz deyişle kurulan bir Tek Adam rejimidir. Veya benim tanımımla İkinci Cumhuriyet.
Birinci Cumhuriyet Mustafa Kemal tarafından 1923’de kurulmuştu. Ve bu da Tek Adam rejimi idi. Bu sistemde de yasama, yürütme ve yargı birliği esas alınmış, tüm yetkiler yürütmenin başı olan ve “Ebedi Şef” olarak adlandırılan Mustafa Kemal’in elinde toplanmıştı. Ana iddiam, Birinci ve İkinci Cumhuriyet arasındaki benzerliklerin tesadüfi olmadığıdır. Her iki lider de kendilerinden önce hem toplum hem de kurumlar düzeyinde kısmen mevcut çoğulculuğu yıkarak toplumsal homojenliği esas alan tek adama bağlı otoriter bir rejim kurma iddiasındaydılar ve esas olarak bunu gerçekleştirdiler.
Birinci Cumhuriyet kurulurken, zaten büyük bir bölümü ya imha edilmiş ya da sürülmüş olan Hıristiyan vatandaşlar tamamıyla dışlandı; seçimlere katılmalarına bile izin verilmedi. Yeni rejime karşı oluşan yeni muhalefet, önce Birinci Meclis 1923’te dağıtılarak ve daha sonra Şubat 1925 Kürt isyanı vesilesiyle Mart 1925’te çıkartılan Takrir-i Sükun (huzurun sağlanması) kanunu ve İstiklal Mahkemeleri’yle ortadan kaldırıldı. 1926’da İzmir’de M. Kemal’e başarısız suikast girişimi bu süreçte büyük bir fırsat olarak değerlendirildi, basını susturmak ve kalan muhalefeti tamamıyla yok etmek için bilinçli olarak kullanıldı.
Tayyip Erdoğan’ın özellikle 15 Temmuz 2016’dan sonra yaptıkları esas olarak öncülünün yaptıklarından farklı değildi. 17 Haziran 1926’da İzmir Suikast girişimi sonrası İnönü’nün, Mustafa Kemal’e çektiği ve “suikast meselesinin siyaseten iyi kullanılması gerektiğini” bildiren telgrafı[2] ileTayyip Erdoğan’ın Temmuz darbesini “Allahın lütfu” olarak değerlendirmesi[3] arasındaki benzerlik çok önemlidir. Erdoğan’ın, İkinci Cumhuriyet’i kurarken Birinci Cumhuriyet dönemini çok iyi çalıştığını ve M. Kemal’in ayak izlerini, sadece muhalefeti ezme noktasında değil, daha birçok başka hususta da takip ettiğini iddia ediyorum.
Semboller önemlidir
Anadolu Ajansı 18 Nisan 1920 günü yaptığı bir açıklama ile yeni Meclis’in Ankara’da 21 Nisan’da açılacağını duyurur. Ama 21 Nisan Çarşamba’ya geliyordu. M. Kemal bir emirle açılışı 23 Nisan’a alır ve Anadolu’nun her tarafındaki askerî ve mülkî erkâna bir emir göndererek, Meclis’in açılış gününün mübarek Cuma’ya alındığını bildirir. Açılıştan önce Hacı Bayram Camii’nde Cuma namazı kılınacak, “Kuran’ın nurlarından ve salâttan feyz” alınacak; “Buhârî-i Şerîf (Kuran’dan sonra gelen en önemli Hadis kitabının birinci cildi) okutularak” hatimler indirilecektir. M. Kemal, Anadolu’nun her köşesinde de aynı gün törenlerin yapılmasını, namaz öncesi “hutbede halifemiz padişahımız efendimizin (Sultan Vahideddin’in) isminin zikredilerek padişahın ve teb’anın bir an önce kurtulup saadete ermesi” için dua edilmesini ister.[4] Zaten 16 Nisan 1919 günü, İslâm halifesini kurtarmak amacıyla şeriat savaşının başladığı bir fetva ile ilan edilmiş bulunuyordu.[5]
Tayyip Erdoğan 9 Temmuz 2018’de Meclis’in ilk açılış gününde yemin ederek cumhurbaşkanı oldu. Ama o gün bir Pazartesi idi, bu nedenle 13 Temmuz 2018 Cuma günü ayrı bir tören daha düzenlendi. Hacı Bayram Camii’nde kılınan bir öğlen namazı sonrası eski Meclis binasına gidildi ve Erdoğan, İlk Meclis’in açılışının cuma gününe denk getirildiğini hatırlattıktan sonra, “kabinemizin bu ilk toplantısını... tıpkı bundan 98 yıl önce olduğu gibi yapalım istedik. Duyguluyum; zira bu çatının altında böyle bir başlangıç yapmak çok şeyler hatırlatıyor bize... Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü... rahmetle yad ediyorum... Birinci Meclis başlangıçtı... Şimdi ise bizler de... devamını yapıyoruz... Tıpkı 98 yıl önce olduğu gibi bugün de milli iradenin üzerinde hiçbir fâni güç tanımadığımızı belirterek sözlerime başlıyorum. Türkiye'yi muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkaracağız,” diyerek hem M. Kemal’e ve onun düstur olmuş sözlerine hem de dönemine doğrudan gönderme yapıyordu.[6] Her şey, tüm ayrıntılarıyla düşünülmüş bir gösteridir.
Oysa gerek Türkiye’de gerekse Batı ülkelerinde bugünkü Türkiye hakkında çizilen tablo çok farklıdır. 27 Ağustos 2018’de Fransa’nın yeni dış politika öncelikleri üzerine bir konuşma yapan Macron, “Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Türkiye'si, Cumhurbaşkanı Atatürk döneminin Türkiye’si değil,” diyerek, M. Kemal’i “seküler ve Avrupa yanlısı” olarak tanımlarken, Erdoğan’ı ise “pan-İslâmist” ve “Batı düşmanı” olarak tanımlıyordu.[7] Macron’un muhtemel Mustafa Kemal’in de 1920’lerin başında, “İslâm halifesini kurtarmak amacıyla şeriat savaşını başlattığını” ilan ettiğinden ve Avrupa tarafından “Batı düşmanı” sayıldığından haberi olmadığını düşünsek bile, Batı’da, “İslâmcı-gerici ve Batı düşmanı Erdoğan ile seküler, modern ve Batı yanlısı M. Kemal” imajının çok kuvvetli olduğu tartışma götürmez. Özellikle Suriye iç savaşı boyunca, Batı basınında Erdoğan’ın Suriye’de IŞİD’in bir numaralı destekçisi olduğu ve Ortadoğu’da halifeliği yeniden ihya etmek istediği yolunda bolca propaganda yapıldığı hatırlardadır.
Benzeri anlayış Türkiye’de de çok yaygın ve kuvvetlidir. M. Kemal Batı’yı, sekülerizmi, Aydınlanma’yı ve modernleşmeyi temsil eder. Bunun karşısındaki kitle ise İslâmcı, şeriatçı ve gericidir. Ve bu kesimler, ülkenin modernleşmesine karşı, İslâm dini temelinde bir devlet ve toplum kurmayı amaçlamaktadırlar.
“Kulturkampf” ve Osmanlı-Türk yarihinin iki ana gövdesi
Türkiye’nin bugünkü sorunlarının, Almanca’dan ödünç alacağım “Kulturkampf”[8] (Kültür Kavgası) olarak ele alınması ve açıklanması aslında yanlış bir açıklama sayılmamalıdır. 19. yüzyıldan bu yana, Osmanlı-Türk kültürel ve siyasi hareketi, bir tarafta “Batıcı, ilerici, aydınlanmacı ve modernleşmeciler”, diğer tarafta ise “İslâmcı ve muhafazakârlar” olarak tanımlanabilecek iki büyük bloğun/gövdenin kavgası etrafında şekillenmiştir. Bu iki blok, 150 yılı aşan bir dönem boyunca, Türkiye’nin hangi “kültür dünyasına” dahil olması gerektiği üzerine yoğun bir kimlik kavgası vermişler, hâlâ da vermektedirler. Ve hatta iddia edilebilir ki, özellikle “hayat tarzları” konusunda farklılık olarak yaşanan bu kültür çatışması bugün Türkiye’nin çok önemli kırılma noktalarından, önemli fay hatlarından bir tanesidir.[9]
Fakat kültür, kolektif kimlik ve yaşam tarzı konularında aralarındaki tüm ayrılıklara rağmen bu iki büyük blok, özellikle siyasi temsilcileri itibarıyla birbirlerine çok benzerler. Deyim yerindeyse biri diğerinin aynadaki görüntüsünden ibarettir; otoriter rejim özlemcisidirler, demokratik hak ve özgürlükler ve insan haklarına saygı gibi kaygılardan son derece uzaktırlar. Ve aralarındaki bazı nüanslara rağmen tarihte yaşanmış büyük kitlesel katliamların üstünü örtmek konusunda da anlaşırlar. Yüzleşme gibi bir konu bu iki bloğa ve siyasi temsilcilerine çok uzaktır.
Osmanlı’nın çöküşü sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyeti bu iki ana gövdenin ortak eseridir. 1918-1923 Türk Kurtuluş Savaşı’nın esas olarak İslâmi motiflerle ve İstanbul’da esir bulunan İslâm halifesini kurtarma amacıyla yürütüldüğü bilinen bir gerçektir. Fakat, “Batıcı, seküler ve modernist” kesimin radikal temsilcisi M. Kemal, 3 Mart 1924 yılıyla birlikte Halifeliği kaldırarak, “İslâmi-muhafazakâr” yol arkadaşlarından ayrılmış ve bu kesimleri baskı altına alarak kendi otoriter Tek Adam rejimini kurmuştu. 1938’de M. Kemal’in ölümü ve özellikle de İkinci Dünya Savaşı sonrası bu rejim, “vesayetçi demokrasi” (askerin, sivil siyaset üzerinde doğrudan veya dolaylı denetim kurduğu bir sistem) olarak yeniden düzenlenmiş ve rejimin rayından çıkma tehlikesi görüldüğü her seferinde, düzenli askerî darbe yapılarak rejim yeniden rayına sokulmaya çalışılmıştır. 1960, 1971, 1980 ve 1997 darbelerinin esas nedeni budur.
AKP’nin 2002 yılında işbaşına gelmesi, tüm Cumhuriyet dönemi boyunca dışlandığı ve ezildiğine inanan İslâmi-muhafazakâr bloğun intikamı olarak da okunabilir. Ve AKP’nin ilk iş olarak “vesayet demokrasisini” ortadan kaldıracak uygulamaları gündeme sokması şaşırtıcı olmadı. Bunun için, burada detayına giremeyeceğim, popüler mobilizasyon (Kürt açılımı, Alevi açılımı vb.) ve cezai soruşturmalar gibi değişik mekanizmalar kullanıldı.[10] Bu dönem boyunca liberal demokrasi ile çoğunlukçu demokrasi arasında gidilip gelindi ve ama sonuçta, “rekabetçi otoriterlik”te karar kılındı. Benzeri sistem, erken Cumhuriyet döneminde zaten kurulmuştu. Şimdi bunun tekrarını yaşıyor gibiyiz.
AKP niçin otoriter bir rejimde karar kıldı? İki önemli hususun belirleyici olduğunu düşünüyorum: Birincisi, Ortadoğu’daki politik gelişmelerdir. Osmanlı-Türk siyasi tarihinin son iki yüz yılına baktığımızda, büyük iç altüst oluşların esas olarak uluslararası gelişmelere bağlı olduğu görülür. Gerek rejimin demokratikleşmesi doğrultusunda yapılan reform girişimleri, gerekse otoriter seçeneklere yönelme ve/veya ulus-din gruplarına yönelik kitlesel katliamlar, Osmanlı-Türk yönetici elitlerinin dış gelişmeleri anlama ve yorumlama tarzları ile doğrudan bağlantılıdır.
Bugün de farklı olmamaktadır. Türk yönetici elitleri Ortadoğu’da yaşananları, Birinci Dünya Savaşı çıkışındaki koşullara benzetmekte ve “İkinci Kurtuluş Savaşı” vermekte olduklarına inanmaktadırlar. Burada, 2011’de başlayan ve en son tepe noktasını 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüssünün oluşturduğu bir dizi iç ve dış olayın, Türkiye’nin varlığına ve ulusal güvenliğine yönelik tehdit olarak algılanması önemli bir rol oynamıştır.
Türk yönetici elitleri, ABD’nin Ortadoğu stratejisini, geçmişte İngiltere ve Fransa’nın izlediği stratejiye benzetmekte ve bu stratejinin bölge sınırlarını Türkiye aleyhine değiştirmek gibi opsiyona sahip olduğuna inanmaktadırlar. Mustafa Kemal’in, İngiliz ve Fransızlara karşı Lenin’in Rusya’sına yaklaşması ile Erdoğan’ın, Amerika’ya ve kısmen de Avrupa’ya karşı Putin’in Rusya’sına yaklaşması arasında yapısal benzerlikler vardır. Geçmişte olduğu gibi, bugün de ülkeyi kuşatan “iç ve dış düşmanlara” karşı bir var oluş savaşı verilmek gerektiğine inanılmaktadır. Bu savaş ise, ancak daha önce M. Kemal ve arkadaşlarının yaptığı gibi, yürütmenin gücü artırılarak ve “düşman” telakki edilen iç muhalefet susturularak yürütülebilir.
İkinci neden, 1945 sonrası kurulan çok-partili demokratik sistemin zayıflığıdır. Oluşturulan sistem, zaten güçler ayrılığına dayalı gerçek bir hukuk devleti değildi. Sivil ve askerî bürokrasinin rejim üzerindeki vesayetini garanti altına almak ana hedefti. Bu nedenle, oluşturulan demokratik kurumlar, onları hayata geçiren kişilerce bile ciddiye alınmadı. Ve belki daha da önemlisi, bu süreçte toplumda bu kurumların içini dolduracak siyasi bir kültür oluşmamıştı.
Antik Yunan döneminden, Aristo ve Eflatun’dan bu yana, toplumları bir arada tutan ya da parçalanmalarına yol açan faktörlerin ne olduğuna kafa yoran bir geleneğin iddiasının doğru olduğunu kabul etmek gerekir. Bu geleneğe göre, toplumların istikrara sahip olabilmesi için, nesnel olarak var olan kurumlar ile toplum üyelerinin bu kurumlara yönelik tutumları arasında bir uyum olması gerekir.[11] Eğer bu uyum yoksa, demokratik kurumlar ile topluma egemen normlar arasında bir uçurum ortaya çıkar, sistem kırılganlaşır ve yıkılması çok kolay olur. Belki buraya bir üçüncü faktör daha eklemek gerekir. Belirli koşullarda insanlar demokratik hukuk devleti ve özgürlükleri değil, bu kurumların yokluğu veya yıkılması pahasına güvenlik ve istikrarı tercih ederler.
Bu nedenlerden dolayı, AKP’nin, Birinci Cumhuriyet benzeri otoriter bir sisteme geçmesi, kısmi bir direniş ile karşılaşmış olsa bile, kolay oldu. 2011-2012 yıllarını bu yeni sisteme geçişin başlangıç yılları olarak kabul etmek yanlış olmayacaktır. AKP, ilk defa 30 Eylül 2012 Parti Kongre’sinde “Yeni Türkiye Vizyonu” sloganı ile birlikte, Başkanlık Sistemi’ni bir siyasi bir program olarak formule etti.[12] 16 Nisan 2017 Referandumu ve “Allah’ın büyük bir lütfu” saydığı 15 Temmuz 2016 askerî darbe girişimi ile Başkanlık Sistemi’ni, yani İkinci Cumhuriyet’i pratik olarak inşa etmeye başladı. AKP ileri gelenleri, yeni devlet kurmakta olduklarını ve yeni devletin kurucu liderinin Tayyip Erdoğan olduğunu açık olarak dillendirdiler.[13] M. Kemal’e ve dönemine, daha önce örneği görülmemiş biçimde övgüler düzülerek sahiplenilmeye başlanması da bu yeniden inşanın başladığı 2016 sonrasına denk düşer.
Şu anda ortaya çıkan tabloyu, Birinci Cumhuriyet’i birlikte kuran eski ortakların yeni koşul ve şartlarda yeniden bir araya gelmeleri olarak okumak mümkün. Bu sefer egemen konumda olan “İslâmi-muhafazakâr” blok. Getirilen Başkanlık Sistemi ile “Batıcı, seküler ve modernist” kesim iktidara ortak edilmiş ama onların tek başına iktidara gelmelerinin önü kapatılmıştır. “İslâmi-muhafazakâr” blokun bir başka iddiası daha vardı: “Biz daha iyisini yaparız”.
“Atatürk'ü sadece anmakla kalmamalı, anlamaya da çalışmalıyız,”[14] diyen Erdoğan, kendi yaptıklarını ve yapacaklarını M. Kemal dönemi ile kıyaslayarak anlatmayı tercih etmesi bu nedenledir. “İslami-muhafazakâr” blok, vaktiyle kendilerini iktidardan uzaklaştıran yeni müttefiklerine sanki, “yaşananlar sizlerin beceriksizlikleriyle oldu, şimdi biz daha iyisini yapacağız, yapacağınız tek şey bize destek olmaktır”, der gibidirler.
İşte bu eski ittifak güçlerinin yeniden buluşması nedeniyledir ki, Türkiye’nin bugünkü sorunlarının, Erdoğan rejimine karşı, “Batıcı, seküler ve modernist” Mustafa Kemal’e sahip çıkılarak çözülebileceğini zannetmek ciddi bir yanılsamadır. Bu iki ana blok, 1920’lerde olduğu gibi bugün yeniden buluşmuşlardır. M. Kemal’i ve onun Birinci Cumhuriyet’ini esas alarak, Erdoğan rejimine muhalefet etmenin imkânı yoktur.
Altı nokta etrafında iki rejimin benzerlikleri
Bugün Erdoğan rejimine yöneltilebilecek temel siyasi eleştirileri, birbirleri ile bağlantılı altı ana noktada toplamak mümkündür.[15]
a) Demokratik hukuk sistemi: ya da kuvvetler (yasama yürütme ve yargının) ayrılığı ilkesi,
b) Temel hak ve özgürlükler: fikir özgürlükleri, özgür basın, toplantı ve yürüyüş hakkı, siyasi örgütlenme hakkı ve seçimlerin özgür koşullarda yapılması vb. gibi temel özgürlükler ve insan haklarını ilgilendiren hususlar,
c) Birlikte yaşama: ulus, din ve kültür gruplarına yönelik politikalar; başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere toplumu oluşturan Hıristiyanlar ve Yahudiler gibi tüm farklı grup ve çevrelerin eşit ve eşdeğer koşullarda birlikte yaşamlarının nasıl sağlanacağı ya da bir başka deyişle, toplumsal hayata kimlerin dahil edilip kimlerin dışlanacağına ilişkin hususlar,
d) Cinsel ayrımcılık: kadınların sadece hukuk alanında değil, toplumun her boyutunda cinsel ayrımcılığa tabi tutulmayarak, eşit katılımlarının nasıl sağlanacağı hususu,
e) Uluslararası ilişkiler: “Doğu-Batı geriliminde” Türkiye’nin yeri ve Ortadoğu’ya yönelik politikaların ne olması gerektiği konusu,
f) Tarihle yüzleşmeni zorunluluğu: ya da bilinçli yaratılan toplumsal hafızasızlığın uydurmalarla doldurulması ve tarihte yaşanmış kitlesel katliamlarla açık ve dürüst bir yüzleşme yerine bunların inkâr edilmesi ile ilgili hususlar.
Elbette bu noktalar artırılabilir. Ama ana iddiam Erdoğan rejiminin ve geçmişteki Tek Parti döneminin (ve Mustafa Kemal’in) bu konulara verdikleri cevapların esas olarak aynı olduğu ve Erdoğan’ın bugünkü sorunları esas olarak Kemalist dönemin tepkilerini vererek çözmeye çalıştığıdır.
Burada sadece kuvvetler ayrılığı, Suriye politikaları ve tarihle yüzleşme itibarıyla rejimler arasındaki benzerlikleri göstereceğim.
Kuvvetler ayrılığı ilkesi
Bugün Türkiye’nin en temel sorunu, kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılmış olmasıdır. Özgür seçim mümkün değildir, özgür basın susturulmuştur ve temel hak ve özgürlükler sınırlanmıştır. Devlet kaynakları esas olarak iktidar partisine aktarılmaktadır. Bu nedenle Erdoğan’a yasama, yürütme ve yargının tüm yetkilerini elinde toplayarak bürokrasiyi yıktığı ve devlet geleneğini ortadan kaldırdığı, partisi ile devlet arasındaki sınırları yok ederek ve devlet kurumlarını partizanca partisinin şubeleri haline getirdiği eleştirileri yapılmaktadır.[16] Oysa Erdoğan kuvvetler birliğini (yürütmenin kesin kontrol ve denetimini) hayata geçirirken aslında M. Kemal’in izinden gitmektedir. M. Kemal’e göre de kuvvetler birliği esastır ve bunun içinde yürütme kesin belirleyicidir. M. Kemal bu ilkeyi, sadece savaş yıllarına ilişkin zorunlu bir tercihi olarak değil, doğru hükümet modeli olarak ölümüne kadar savunmaya devam etmiştir.
Burada sadece birkaç örnek vermek gerekirse:
1921 yılında Meclis’te yaptığı konuşmasında, “Efendiler! Tabiatta kuvvetler ayrılığı yoktur... Milli irade, milli hakimiyet denilen kuvvet taksim edilemez ve ayrılamaz,” diyerek açıktan kuvvetler birliğini savunmuştur.[17]
1923 İzmir İktisat Kongresi’nde, Kuran-ı Kerim’den ayetler okuyarak kuvvetler birliği ilkesini savunur. Konuşmasında, Batı’da birçok hükümet şeklinin “dayandığı esas kuvvetler ayrılığı, kuvvetler dengesidir” dedikten sonra, “TBMM Hükümeti bu hükümet şekillerine benzemez... bizim hükümetimiz kuvvetler birliği esasına göre kurulmuş bir hükümettir,” diye ekler.[18] Kuvvetler ayrılığını ise “irtica” olarak tanımlar.[19]
1927 yılında uzun Nutuk’unda ve aynı yıl Meclis’in yasama yılını açış konuşmasında bu ilkeyi tekrar eder ve “Hükümet teşekkülünde esas, kuvvetler birliği nazariyesidir,” der.[20]
1931 yılında üvey kızı Afet İnan’a ilk ve orta okullarda okutulmak üzere yazdırdığı Medeni Bilgiler kitabında, “Kuvvetler ayrılığı nazariyesi bizim için esas değildir... Türk Milletinin idare şekli kuvvetler birliğidir,” ifadelerine yer verir.[21]
1934 yılında CHP Üçüncü Kurultayı’nda, parti programına “kuvvetler birliği” ilkesi eklenir.[22] Bu ilke 1935 Parti Kurultayı’nda tekrar edilir. M. Kemal, kuvvetler birliği ilkesini bir adım daha ileri götürür ve 1935 Kurultayı’nda parti ve devlet birlikteliğini ilan eder.
18 Haziran 1936’da alınan bir kararla, içişleri bakanı aynı zamanda CHP genel başkanı, her ilin valisi de, CHP il başkanı olmuştur.[23]
1 Kasım 1937’de, ölümünden bir yıl kadar önce, Meclis’in yasama yılının açılış konuşmasında, “Bizim devlet idaresinde ana programımız Cumhuriyet Halk Partisi programıdır,” diyerek parti ile devletin birleştirilmesini, valilerin CHP il başkanı yapılmasını kuvvetler birliği ilkesinin gelişmesi olarak tanımlar.[24]
M. Kemal’in kurduğu bu “Parti-Devlet birlikteliği” sistemi, “Şef sistemi” olarak tanımlandı ve 1938’den itibaren okullarda ders kitabı olarak okutulmaya başlandı. Kitaba göre, “Şef sistemi Büyük Dâhi’nin bir buluşudur. Mussolini ve Hitler ondan öğrenmişler, fakat ölçüyü kaçırmışlardır.” [25] Bu sisteme göre, “Şef ile ihtilafa düşen, Şefin kudretini sınırlayacak veya ona rakip olacak kuvvetler ortadan silinmelidir veya ona tâbi olmalıdır.”[26]
Özetle, gerek M. Kemal gerek Erdoğan (birincisi açıktan savunarak, diğeri açıkça söylemese bile pratikte gerçekleştirerek) kuvvetler birliği sağlayarak, devletin organları üzerinde kurdukları kontrol ile yeni bir toplum ve insan tipi yaratmak amacıyla otoriter bir rejim inşa etmişlerdir.
Bu bilginin bize gösterdiği gerçek, eğer kuvvetler ayrılığını esas alan, çoğulcu demokratik bir sistem savunulmak isteniyorsa, bu Kemalizm’in eleştirisini de içermek zorundadır. M. Kemal’in siyasi ve felsefi olarak oturttuğu sistem eleştirilmeden, Erdoğan’ın tek adam rejimine karşı çıkmanın imkânı yoktur. Bugün muhalefet kesimlerinin en büyük açmazı budur.
Mustafa Kemal ve Suriye politikaları
Batı’da son yıllarda özellikle Suriye politikaları nedeniyle Erdoğan çok yoğun bir eleştiriye tabi tutulmuş ve hâlâ da tutulmaktadır. Buna göre, Erdoğan Mustafa Kemal’in Batı ile dostluk siyasetinde vazgeçmekte ve Batı’dan uzaklaşarak Doğu’ya (özellikle Rusya’ya) yakınlaşmaktadır. Ayrıca, Suriye’de başta IŞİD olmak üzere İslâmi terör örgütlerini desteklemekte ve bölgedeki diğer fundemantalist İslâmi akımlarla birlikte şeriat devleti kurmayı amaçlamaktadır. Bu iddiaların, Türkiye’nin ABD’nin bölge politikalarını desteklemediği için bilinçli olarak üretilen bir “savaş propagandası” olduğu ileri sürülebilse de, bir başka nedeni de bölgedeki gelişmelerin ve daha da önemlisi özellikle M. Kemal’in 1918-1924 döneminde izlediği Suriye politikalarının bilinmiyor olmasıdır, diyebiliriz.
Buradaki ana iddiam, Erdoğan hükümetinin izlediği Suriye politikası ile 1918-1923 döneminde izlenen politikaların benzerlikler gösterdiğidir. M. Kemal’in kendi koşullarını okuması, sorunları tanımlaması ve ileri sürdüğü çözüm önerileri ile Erdoğan yönetiminin koşulları okuma, sorun tanımlama ve çözüm önerileri de birbirine benzemektedir.
Her iki Cumhuriyet de esas olarak, yıkılan bir İmparatorluğun üzerinde, Türklerin neyi ve nasıl inşa etmeleri gerektiği sorusuyla uğraştı ve uğraşıyor. İkinci Cumhuriyet, birincinin verdiği cevapları yetersiz ve eksik bulsa bile, gerek Erdoğan’ın gerekse M. Kemal’in verdiği cevaplar, bölgede büyük bir güç olma arzusu ve ama aynı zamanda bölünme ve parçalanma korkusu cenderesine sıkışmanın ürünüdür. Büyük, güçlü bir devlet olma ile dağılma korkusunun yarattığı bu gerilimi her iki liderin siyaset yapma tarzlarının her alanında gözlemek mümkündür.
Bilindiği gibi, Türk Kurtuluş Savaşı’nın köşe taşları sayılan Temmuz ve Eylül 1919’da toplanan Erzurum ve Sivas kongrelerinde ve daha sonra Ocak 1920’de İstanbul’da Meclis-i Mebusan’da, Osmanlı’dan kalan toprakların nasıl savunulacağına ilişkin olarak, Misak-i Milli adı verilen bir yemin kabul edilmişti. Bu yeminde olası devletin sınırları açık ve net tanımlanmamıştı ama bugünkü Suriye ve Irak’ın önemli bir kısmını da içermekteydi. Bu sınırların nereden geçtiği konusunda yapılan Meclis tartışmaları sırasında Mustafa Kemal, “Menfaatlerimize azami uygun çizdirebileceğimiz sınır hangisi ise, işte o milli sınırımız olacaktır... kuvvet ve kudretimizle tespit edeceğimiz hat, sınır hattı olacaktır,” der.[27] Yani, M. Kemal’e göre, yeni Türk devletinin sınırları silahla ulaşılabileceği yere kadar gidilerek çizilecektir. Meclis’teki çeşitli konuşmalarında Mustafa Kemal, bu sınırların Halep’i de kısmen içerecek şekilde, Deyri-Zor ve Musul’u kapsadığını dile getirir.[28]
M. Kemal bu sözleri, Fransızlarla 20 Ekim 1921’de imzalanan ilk sınır antlaşmasından, yani sözü edilen bölgeler Fransız mandasına bırakıldıktan sonra söylemektedir. Nitekim 1924 yılında TBMM, yayımladığı özel bir haritada Fransa-Türkiye antlaşması ile belirlenen sınırları dikkate almamış ve Türkiye’nin sınırları, “Halep'in güneyinden Rakka ve Deyr-i Zor’u içine alacak şekilde doğuya doğru uzanarak ve Deyr-i Zor’un doğusundan güneye kıvrılarak Kerkük ve Musul’u” kapsayacak şekilde çizilmiştir.[29]
M. Kemal’in Suriye ve Irak’a yönelik politikaları, onlarla bir federasyon veya konfederasyon biçiminde birleşmek biçiminde idi.[30] 20 Şubat 1920’de, Talat Paşa’ya gönderdiği bir mektupta, Mustafa Kemal bu politikayı şöyle açıklar:
“Suriye ve Iraklılarla... münasebet tesis etmiş ve kendileri İngiliz ve Fransızlar aleyhine teşebbüslere geçirilmiştir. Daha ciddi esaslar dahilinde harekât birliği için nezdimize gelmiş olan salahiyettar Arap delegeleri ile kararlar alınmıştır. Araplara karşı başından beri ifade ettiğimiz siyasi formül şudur: Her millet kendi dahilinde bağımsızlığını kurduktan sonra konfederasyon halinde birleşmek. Bu esas Araplarca memnuniyetle kabul edilmiştir.”[31]
Benzeri görüşleri 24 Nisan 1920 tarihli Meclis’in gizli oturumunda tekrar eder ve oturum gizli olduğu için Suriye ve Irak başta, Pan-İslâmist politikalar izlendiğini açık olarak itiraf eder. “Yabancıların en çok korktukları, fevkalade ürktükleri İslamiye siyasetinin” açıktan dillendirmediğini ama “bütün cihan ve Hıristiyan aleminin... Haçlı muhaberesine karşı” elbette İslâm âlemi ile ilişkiye geçilmiş olduğunu söyler.[32] Nitekim, Suriye ve Irak’ta bir gizli örgütlenmeler yapılmış ve kurulan örgütler, Suriye Filistin Kuvayı Osmaniye Heyeti örgütünün genel yönetimi altında faaliyet göstermişlerdir.[33]
İngiliz istihbaratı da M. Kemal’in Pan-İslâmist politikalarından haberdardır ve bölgeden düzenli raporlar gönderilmektedir. 28 Aralık 1919 tarihli bir rapora göre, M. Kemal her fırsattan yararlanarak Halep, Şam ve diğer şehirlerde bildiriler dağıttırmakta, Müslümanların aralarındaki anlaşmazlıkları ortadan kaldırarak birleşmeleri ve silahlarını Fransızlara karşı çevirmeleri çağrısında bulunmaktadır. Türk savaşçılarının “yakında Arap kardeşlerinin ziyaretine geleceklerini, düşmanı [birlikte] defedeceklerini ve ... din kardeşi olarak yaşamak” gerektiğini söylemektedir.[34] 17 Ocak 1921 tarihli bir başka rapor Kemal’in, “[Türk] ordusunun başarılarından... Halep ve Şam halkları ile birleşerek Suriye'nin güneyine doğru ilerlemekten” bahsettiğini aktarmaktadır.[35] Eklemek gereksizdir ki, tüm bu dönem boyunca Mustafa Kemal hakkında, onun İttihatçı olduğu ve Pan-İslâmist politikalar yürüttüğü konusunda Batı basınında bolca yayın da yapılmıştır.[36]
Görüldüğü gibi, Türkiye’nin gerek geçmişte gerekse bugün bölgede izlediği politikalar ve de Batı’nın geçmişte ve bugün gösterdiği tepkiler arasında büyük farklar yoktur. Ve bu siyaset, “silahın gücünün yettiği kadar sınırları genişletmek” olarak formüle edilebilir. Ortadoğu’da şu anda yaşanan koşulların büyük ölçüde Birinci Cihan Harbi sonrası dönemi andırıyor olması, bu benzerliğin önemli bir nedenidir. Bilindiği gibi, bölge sınırları, bu harbin sonunda bir tarafını Türkler ve Bolşeviklerin, diğer tarafını İngiliz ve Fransızların oluşturduğu iki blokun çatışması ile belirlenmişti. Sovyetlerin çökmesi, ABD’nin Irak’a müdahalesi ve Suriye iç savaşı ile birlikte bölgede sınırlar yeniden açık ve sorgulanır hale geldi. Ve bugün yine bir tarafta Türkiye ve Rusya, diğer tarafta Batı blokunun olması tesadüf değildir.
Erdoğan, kurmakta olduğu devletin sınırlarını, M. Kemal’in izinden giderek ve onun deyişiyle, “kuvvet ve kudretle tespit edilecek” kadar geniş tutmaya çalışarak çizmeye çalışmaktadır ama aralarında bir farktan da bahsetmek gerekir. Türkiye bugün geçmişine göre çok daha kuvvetlidir ve 1920 Misakı Milli sınırlarına kısmen ulaşma şansına daha fazla sahiptir. Tayyip Erdoğan bu nedenle Misak-i Milli yeminini ve Lozan Antlaşması’nı bilerek tartışmaya açmıştır. 2016 Ekim’inde söylediği şu sözler çok anlamlıdır:
“Maalesef [Lozan’da] hem batı hem de güney sınırlarımızda Misak-ı Milli hedeflerimizi koruyamadık. Dönemin şartları itibarıyla bu durumu mazur görenler, göstermeye çalışanlar olabilir. Bu yaklaşımı bir yere kadar mazur görmek mümkündür. Asıl vahimi, zorunluluklardan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. Bu anlayışı reddediyoruz.”[37]
Erdoğan, Lozan’ın “zafer diye yutturulmaya” çalışılmasına karşı çıkar.[38] Ona göre, “Ülkemizin güney sınırında [Suriye sınırında] yaşanan güvenlik sorunlarının sebebi Misak-ı Milli'den taviz verilmesidir”.[39] İşin özeti şudur ki, “İslâmi-muhafazakâr” blok, “Batıcı, laik ve modern” bloka, Misak-ı Milli konusunda “sizin yapamadığınızı biz yapacağız” der gibidir.
Erdoğan’a yönelik, yüzünü Batı yerine Doğu’ya çevirdiği eleştirilerini ayrıca ele almaya gerek yok. Türk yönetici elitlerinin Batı ve NATO tercihi esas olarak İkinci Dünya Savaşı koşullarında verilmiş pragmatist bir karardı. Birinci Cumhuriyet’in kuruluş koşullarında tercih açık olarak “Doğu’dan yana” yapılmıştı zaten. Mustafa Kemal’in, “güneşin Doğu’dan yükseldiğine” ilişkin onlarca sözünü bulmak mümkündür. “Doğu ihtilali artık bir masal değildir... Doğu ihtilali namını verdiğimiz Asya ve Doğu Avrupa milletlerinin Batı Emperyalistlerine karşı tasavvur ettikleri isyan çoktan beri bir tasavvur olmaktan çıkmış, faaliyet sahasına intikal etmiştir....”
Ayrıca, daha çok jeostratejik çıkarlara bağlı olarak Türkiye’nin uluslararası düzeyde kendisini hangi güçlerin yanında konumlandıracağına ilişkin bir tartışmayı, günümüzde çok anlamı olmayan “Doğu-Batı” gibi kültürel kategorilerle izah etmenin çok anlamlı olmadığını görmek gerekiyor. Esas olan, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrası oluşmuş uluslararası sistemin çökmüş olduğudur ve “Doğu’su ve Batı’sı” ile tüm küresel güçler yeni müttefik arayışına girmişlerdir. Türkiye de bu arayıştan payını almaktadır.
Tarihle yüzleşme
Önce iki olay: HDP İstanbul Milletvekili Garo Paylan Paylan, 14 Ocak 2017 tarihinde Meclis’te yaptığı bir basın toplantısında “Ermeni halkı başına ne geldiğini çok iyi biliyor. Ben bunun adına soykırım diyorum,” sözlerini kullandı. Bu nedenle hakkında, Türk Ceza Kanunu’nun 301’inci maddesi uyarınca, “Türk milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini Alenen Aşağılama ve Cumhurbaşkanına Hakaret” suçlarından soruşturma açıldı. İlgili ceza maddesinden dava açabilmek için Adalet Bakanlığının izni gerekiyordu ve bakanlık bu izni 7 Aralık 2017 tarihinde verdi.
Yine Garo Paylan, 6-7 Eylül 1955’de Rum, Ermeni ve Yahudilere yönelik gerçekleştirilen İstanbul pogromunun yıldönümünde, “faillerin ortaya çıkarılması, yaşanan can ve mal kayıplarının tespit edilmesi, mağdur olan kişilerin maddi ve manevi kayıplarının tazmin edilmesi, bu sayede geçmişle yüzleşme adına bir adım atılması amacıyla” Meclis Araştırması açılması teklifinde bulundu.[40] 4 Ekim 2018 tarihinde Meclis Başkanlığı önergeyi “kaba ve yaralayıcı sözler” bulunduğu gerekçesi ile işleme bile koymadı.[41]
Bu iki olayın gösterdiği gerçek çok basit. Türkiye’de tarihle yüzleşmeye çağrı yapmak hâlâ bir suç telakki edilmekte ve konuyu gündeme getirenler hakkında soruşturma açılabilmektedir. 2004 yılından itibaren Hrant Dink hakkında “Türklüğe hakaret” maddesinden soruşturmalar açıldığı, soruşturmanın büyük bir linç kampanyasına dönüştürüldüğü ve Dink’in 19 Ocak 2007’de öldürüldüğü hâlâ hatırlardadır.
Erdoğan döneminde gündeme gelen bu uygulamalar aslında tarihî bir geleneğin devamından ibarettir. 1920 ve 30’lu yıllarda, M. Kemal döneminde de, “Türklüğe hakaret” suçlamalarıyla gayrimüslim vatandaşlar sindirilmeye çalışılıyordu. 1926 ile 1942 yılları arasında toplam 554 “Türklüğe hakaret” davası açılmıştı ve bunların %60’dan fazlası, nüfusun %2’sini oluşturan gayrimüslimlere yönelikti.[42] Ortada, M. Kemal’den Tayyip Erdoğan’a uzanan bir süreklilik vardır.
Tarihle yüzleşmenin suç olarak telakki edilmesi meselesi bir tek fikir özgürlükleriyle sınırlı değildir. Yüzleşmeyi başaramamanın daha başka ciddi sonuçları var. Türkiye bugün eğer demokrasi, insan hakları ve özellikle de Kürtlerin temel hak ve özgürlüklerine ilişkin ciddi sorunlar yaşıyorsa; komşuları ile barış, istikrar ve güvenlik içinde yaşama gibi ciddi bir probleme sahipse bunun temel nedeni tarihiyle yüzleşemiyor olmasıdır.
Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi büyük katliamlar, sürgünler ve bunların yarattığı acıların tarihidir. Cumhuriyet öncesi yaşananlardan bazıları şunlardır: 1894-1897 ve 1904 Abdülhamit dönemi Ermeni katliamları, 1909 Adana Ermeni katliamı, 1913-1914 Rumlara yönelik etnik temizlikler, 1915-1918 Ermeni ve Süryani soykırımı, 1921 Pontus-Rum soykırımı ve 1924 zorunlu nüfus değişimi. Bu imha ve sürgünlerle 19. yüzyıl sonlarında Anadolu Osmanlı nüfusunun %30’unu oluşturan Hıristiyan nüfus %2 civarına indirilmiştir.[43]
Aynı uygulamalar, Cumhuriyet döneminde de, bu sefer Kürtleri de içerecek biçimde devam etmiştir; 1927 sonrası Ermenilerin zorunlu Suriye veya İstanbul’a sürgünleri, 1934 Trakya Yahudi pogromu, 1938 Dersim Soykırımı, 1942 Varlık Vergisi uygulaması ve 6-7 Eylül 1955 Ermeni, Rum ve Yahudilere yönelik pogrom, 1964 Rum sürgünü, 1980 Askerî Darbesi sonrası binlerce gencin idam ve işkence ile imha edilmeleri, 1990 yılı boyunca binlerce sivil Kürt vatandaşının faili meçhul cinayetlere kurban gitmesi sadece bazılarıdır.[44]
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından bugüne kadar, tüm bu katliam ve insan hakları ihlalleri üzerine hiçbir açık konuşma, yüzleşme yapılmadı. Olayların hemen hepsi yok sayıldı, inkâr edildi. AKP’nin 2011’de sınırlı bir biçimde gündeme getirdiği 1938 Dersim soykırımını saymazsak -ki buradaki amaç da yüzleşme değil, katliamın organizatörü CHP’ye karşı puan toplamaktı- bu olaylar siyasetin hiçbir biçimde gündeminde yer almadı. Bilinçli bir hafıza boşluğu yaratıldı; ve bu hafıza uydurmalarla dolduruldu ve yalana dayalı bir tarih yaratıldı.
Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, siyasetin ana zeminini bu yalan ve yok saymalar oluşturdu. Oysa bilinen kural çok basittir: Acılarla dolu bir tarih yok sayılır, bu acıları yaratan koşullar ve zihniyet üzerine konuşulmaz ise üstü örtülen ve inkâr edilen her kıyım/yok etme, yeni kıyımların tekrarının zeminini yaratır. İşlenmiş cinayetleri ve onun acılarını hatırlatmamak, üstünü örtmeye çalışmak veya bunları hatırlatanların üzerinde baskı uygulamak aynı suçların tekrar edilebileceği anlamına gelir. Bireyler ve topluluklar arası yaşanmışlar üzerine konuşmamak ve yok saymak güvensizlik duygusunun temelini oluşturur. Bu nedenle, bölge halk ve devletleri, Türkiye’ye karşı büyük bir güvensizlik duygusuna sahiptirler ve Türkiye’nin geçmişini inkâr etmesini, aynı suçu tekrar işleyebileceği biçiminde yorumlamaktadırlar ki bunda da çok haksız sayılmazlar.
Osmanlı-Türk tarihinde yaşanan yıkım ve katliamların yok sayılması ve inkâr edilmesi siyasetinin temelleri, Talat Paşa tarafından 1916 yılında İttihat ve Terakki Partisi Kongresi’nde, daha Ermenilerin imhaları devam ederken atılmıştır. Talat Paşa ilgili konuşmasında, başta Ermeniler, Hıristiyanların yabancı devletlerin ülke içindeki uzantıları oldukları, onlar tarafından kışkırtıldıkları ve savaş sırasında Osmanlı ordusunu arkadan vurduklarını iddia eder ve ordunun cephe gerisi güvenliği için Ermenilerin bulundukları yerlerden başka bir yere göç ettirildiklerini söyler. Paşa’ya göre, göç sırasında “bazı taşkın hareketler” de olmuştur; ama olayları soruşturmak amacıyla bölgelere teftiş heyetleri gönderilmiş ve ayrıca Ermenilerin mal varlıkları, yağma tehlikesine karşı güvence altına alınmıştır.
Talat Paşa aynı görüşleri İttihat ve Terakk’nin 1918 tarihindeki son parti kongresinde de tekrar etmiş ve fakat “meydana gelen hadiselerin mesuliyeti(nin) her şeyden önce onlara sebebiyet veren” Hıristiyanlara ait olduğunu söylemiştir.[45] Talat Paşa’nın sözleri 1919-1922 döneminde Mustafa Kemal tarafından da sıkça tekrar edilmiştir.[46] Örneğin 1919 Aralık’ında Ankara’nın ileri gelenlerine yaptığı bir konuşmada, “Memleketimizde yaşayan anasır-ı gayrimüslimenin başına ne gelmiş ise, kendilerinin ecnebi entrikalarına kapılarak ve imtiyazlarını suiistimal ederek vahşi şekilde takip ettikleri ayrılıkçı siyasetin neticesidir,” der.[47]
1922 Lozan Barış görüşmelerinin ilk gününde, Türk Delegasyonu Başkanı İsmet İnönü, Talat Paşa ve M. Kemal tarafından çeşitli vesilelerle gündeme getirilen görüşleri geliştiren tarihî bir açılış konuşması yapar. İsmet Paşa’nın ileri sürdüğü tezler, bugün de Hıristiyanlara yönelik katliamların yok sayılması ve inkâr edilmesinin temelini oluşturur. Cumhuriyet dönemi boyunca, konuya ilişkin yapılan tüm yayınlar, bu konuşmadaki ana fikirlerin tekrarından ibarettir.
Cumhuriyet tarihi dönemi boyunca inkâr edilen sadece katliam ve imhalar değildir. 1931 yılında Mustafa Kemal’in önderliğinde yazılan 611 sayfalık Türk Tarihinin Ana Hatları kitabı ve bunu esas alarak hazırlanan ve okullarda ders kitabı olarak kullanılan dört ciltlik Türk Tarihinin Ana Hatları kitapları ile, bu toprakların kadim halklarının varlıkları tarih kitaplarından neredeyse çıkartılmakla kalmamış, gayrimüslimler yaşanmış tüm felaketlerin de sorumlusu olarak gösterilmiş ve “iç düşman” olarak tanımlanmışlardır. Üstelik bu fikri kuvvetlendirme amacıyla, M. Kemal’in Nutuk’undan çok uzun alıntılar yapılmıştır. Özetle, tüm bir Cumhuriyet tarihi boyunca ders kitaplarında gayrimüslimlerin ve kısmen Kürtlerin “iç düşman” olarak tanımlanması ilk defa 1930’lu yıllarda dile getirilmiştir.[48]
Bu zihniyete bağlı olarak, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca, Hıristiyanlar ve Yahudilerin özgür ve eşit vatandaşlar olarak yaşamalarının önünde hukuki, siyasi ve kültürel engeller çıkartılarak, onlar için hayat yaşanmaz bir hale sokulmuştur. Hıristiyan ve Yahudilerden istenen, ülkeyi “gönüllü” olarak terk etmeleriydi. Zaman zaman zorunlu sürgün olarak da uygulanan bu dışlama politikalarıyla, 1927’de nüfusun %2,8’ini oluşturan Hıristiyan ve Yahudiler bugün yok denecek kadar azdır.
Bu politikanın temellerinin de Mustafa Kemal tarafından atıldığını söyleyebiliriz. 1923 yılında Mustafa Kemal Adana esnafına bir konuşma yapar ve konuşmasında şunları söyler:
“Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir vaziyet almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türktü, o halde Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşıyacaktır... Ermeniler vesairenin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir.” [49]
Bu sözler ve bunu takip eden uygulamalar, Hıristiyan ve Yahudi nüfusunun bugün niçin yok sayılma düzeyine indiğini bize anlatır.
Eğer bugün, tarihle yüzleşmenin şart olduğuna, yüzleşme olmadan insan haklarına saygılı demokratik bir devlet ve toplum kurulamayacağına ve komşu halk ve devletlerle barış ve istikrar içinde yaşamanın mümkün olamayacağına inanıyorsak, Talat Paşa’dan Mustafa Kemal’e ve oradan Tayyip Erdoğan’a kadar devam eden bir inkâr çizgisiyle hesaplaşmak gerektiği görülmek zorundadır. Erdoğan, sadece köşe taşları 1920 ve 30’larda döşenmiş bir siyaseti devam ettirmektedir, o kadar.
Sonsöz yerine
“Biz Bugün Reis’e Adam Diyoruz; Yarın Torunlarımız Atam Diyecek” sloganı, sosyal medyada çok sık dolaşıma sokulan bir slogan. Türkiye nüfusunun önemli bir kesiminin Tayyip Erdoğan’da Mustafa Kemal gördükleri ve belki ondan daha da çok sevdikleri bir gerçek.
Önümüzdeki dönem, M. Kemal ile Erdoğan kıyaslamaları gittikçe artan bir biçimde yapılmaya devam edecek ve ülkedeki kültürel yarılmanın hangi bloğunda yer alıyorsak, buna bağlı olarak ya Erdoğan’ı, ya da M. Kemal’i ötekine tercih edeceğiz. Ve galiba Türkiye’nin temel problemi bu “tercih tartışması”nda yatıyor. Çünkü bu tercih tartışmasının demokratik bir gelecek kurma arzusu ile çok fazla bir ilgisi yok, hatta onun önündeki en önemli engellerden birisi. Konuyu, Türk siyasal hayatının yetiştirdiği iki devlet adamı arasında kıyaslamaya indirgeyenler, sadece mevcut kültür bloklarının daha da derinleşmesine hizmet etmiyorlar, aynı zamanda tercih ettikleri tarafa karşı daha anlayışla ve hoşgörü ile yaklaşıyorlar. Ve belki de en önemlisi, o dönemin mağdurlarını anlamayı merkezlerine koymuyorlar.
Dahil olduğu kültür grubu ve onun önderine karşı anlayış ve hoşgörülü bakışın en büyük kaybedenleri, her iki dönemin mağdurlarıdır. Tayyip Erdoğan’a muhalefet eden ve karşı çıkanlar, aslında mağdur oldukları için karşı çıkıyorlar. Onların bugün mağdur durumda olmaları, Erdoğan’a itirazlarının ana nedeni… Belki de bu mağduriyet onları oldukça öfkeli de kılıyor. Benzeri durum Tayyip Erdoğan taraftarları için de geçerli. Onlar da, gerek M. Kemal gerekse CHP dönemine karşı çıkarken kendilerini o dönemin mağdurları olarak görüyorlar.
Fakat bu iki taraf da, kendi tercih ettikleri dönemin mağdurlarına aynı tarzda çok uzaklar. M. Kemal’i tercih edenler, o dönemi dönemin mağdurlarının gözüyle değerlendirmiyorlar. “O dönemin koşulları…”; “karşılaştıkları sorunlarla kıyaslayınca…”; “o zaman bu devrimci bir adımdı…”; “bazı şeyler katlanılması gereken zorunlu şeylerdi…” gibi tezlerle mağdurlara, “siz acı çektiniz ama bir nedeni vardı” der gibiler. Döneme yöneticilerin gözüyle bakıp, yapılanlara daha anlayışla yaklaşıyorlar. Erdoğan’ı tercih edenler de, Erdoğan döneminin mağdurlarından uzaklar. Soruna Erdoğan’dan bakıp yapılanları daha anlayışla karşılıyorlar. Onların da kendilerine göre “ama”ları var.
Oysa Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu şey, hangi dönem olursa olsun, mağdurları esas alan bir bakış açısıdır. Dönemin mağdurlarının penceresinden her iki dönemi okumak şarttır. Bunu başaramazsak demokratik bir gelecek kuramayız. Buna tarihyazımında “mağdur perspektifi” diyoruz.
Özetle, M. Kemal’i savunarak, tercih ederek Erdoğan rejimine karşı çıkılamaz. Demokratik bir Türkiye ancak ve ancak hem tarihindeki hem de bugünkü Tek Adam rejimlerini eleştirerek kurulabilir.
[1] Berk Esen ve Sebnem Gumuscu, “Rising competitive authoritarianism in Turkey”, Third World Quarterly, 37, 9, (2016): 1581-1606.
[2] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 18, (Ankara: Kaynak Yayınları, 2006), s. 226
[3] T. Erdoğan’ın 16 Temmuz 2016’daki ilgili demeci: https://www.youtube.com/watch?v=BrSomYhjtyY
[4] Atatürk’ün ilgili emrinin orijinali ve Murat Bardakçı tarafından çevirisi için bakınız: https://www.haberturk.com/gundem/haber/1229203-mustafa-kemal-meclisin-namazlarla-dualarla-acilmasini-emretmisti
[5] Fetvanın tam metni için bkz. Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, (İstanbul: Türkiye Yayınevi, 1960), s. 638-639.
[6] https://www.tccb.gov.tr/konusmalar/353/95917/cumhurbaskanligi-kabinesi-birinci-toplantisi-acilis-toreni-nde-yaptiklari-konusma (toplantı şu anda müze olan 1920 İlk Meclis binasında teknik nedenlerle yapılamadı ve 1924 İkinci Meclis binasında yapıldı. Giriş: 12 Ekim 2018)
[7] http://www.hurriyetdailynews.com/opinion/taha-akyol/macron-is-doing-wrong-136286(Giriş: 17 Eylül 2018)
[8] Kavram, 19. yüzyıl sonunda Bismark yönetimindeki Alman Devleti ile Katolik Kilisesi arasında evlilik, eğitim gibi kurumların kimin tarafından kontrol edileceği konusunda verilen kavgayı tanımlamak için kullanılmaya başlandı.
[9] Türkiye’de üç büyük fay hattından, kırılma noktasından söz etmek yanlış olmaz. Türk-Kürt ile Alevi-Sünni Müslüman ayırımları, “Yaşam Tarzı” etrafındaki fay hattına eklenebilecek diğer iki fay hattıdır.
[10] Konu hakkında ayrıntılı bir analiz için bkz. Berk Esen ve Sebnem Gumuscu, “Rising competitive authoritarianism in Turkey”.
[11] Gesine Schwan, Politik und Schuld, die zerstörische Macht des Schweigens, (Frankfurt a.M.: Fisher, 1999), s. 164
[12] 30 Eylül 2012 Parti Kongresi‘nde tanıtılan “AK Parti 2023 Siyasi Vizyonu, Siyaset, Toplum, Devlet” başlıklı seçim beyannamesindeki ifade şöyledir: “Partili Cumhurbaşkanı, yarı başkanlık veya başkanlık sistemleri bu çerçevede tartışılmalıdır.” Eklemek gerekir ki, başkanlık sistemi Türkiye politik hayatının değişmez bir konusu olmuştur. Konu ilk defa 1969 yılında İslami-muhafazakâr geleneğin ilk siyasi temsilcisi Milli Nizam Partisi tarafından siyasi bir hedef olarak formüle edilmiştir. Daha sonra, değişik siyasetçiler, değişik dönemlerde bu konuyu dile getirmişlerdir. (https://www.timeturk.com/baskanlik-sistemi-ni-gecmiste-kimler-istedi/haber-156153, giriş: 7 Ekim 2018).
[13] Bkz. https://www.youtube.com/watch?v=6Ih6j0iRDMU (giriş: 7 Ekim 2018).
[14] http://www.milliyet.com.tr/cumhurbaskani-erdogan-ataturk-u-siyaset-2552667/ (giriş 7 Ekim 2018).
[15] Başta yolsuzluk ve nepotizm olmak üzere, iktisadi alanda yapılacak eleştirileri burada ele almıyorum.
[16] Aslında Erdoğan, yasama, yürütme ve yargı organlarının birliğini hiçbir zaman açıktan savunmadı. Sadece alanlar arasındaki yetki kargaşasından şikâyet etti. Kendisine göre en büyük sorun, sivil-asker bürokrasisinin, özellikle yargıyı kullanarak yürütmenin faaliyetlerine engel olması idi. Son anayasa değişiklikleri ile birlikte bu problemin ortadan kalktığını ve kuvvetler arası uyumun gündeme geldiğini söyledi. Erdoğan’ın konu hakkında çeşitli yıllarda yaptığı açıklamalara ilişkin bakınız: https://www.ntv.com.tr/turkiye/erdogan-ntvye-konustu,P900bXvceUi6ICA1UIOccw (2012); https://www.haberler.com/cumhurbaskani-erdogan-yasama-yurutme-ve-yargi-8619283-haberi/ (2016); https://www.tccb.gov.tr/haberler/410/84723/yeni-sistemle-yasama-yetkisi-tamamen-milletvekillerimizin-uhdesine-birakiliyor (2017); https://tr.sputniknews.com/turkiye/201809021035010372-cumhurbaskani-erdogan-adli-acilis-yili-mesaji/ (2018); (bu kaynaklara giriş: 8 Ekim 2018)
[17] Taha Akyol, Atatürk’ün İhtilal Hukuku, (İstanbul: Doğan Kitap, 2012), s. 42-43.
[18] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 8, (İstanbul: Kaynak Yayınları, 2002), s. 73-76.
[19] http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/taha-akyol/ataturk-te-kavramlar-27554810
[20] Taha Akyol, Atatürk’ün İhtilal Hukuku, s. 46.
[21] A.g.e.
[22] A.g.e., s. 47.
[23] Barış Mahmutoğlu, “1923-1960 Yılları Arasında CHP’nin Seçim Çalışma ve Propagandaları”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Erzurum 2015, s. 192-193.
[24] Taha Akyol, Atatürk’ün İhtilal Hukuku, s. 47, 604.
[25] Okutulan kitap: Vasfi Raşid Sevig, Türkiye Cumhuriyeti Esas Teşkilat Hukuku, (Ankara: Ulus Matbaası, 1938). Taha Akyol, “Şef Sistemi”ni bu kitaptan yaptığı alıntılarla tanıtmaktadır.
[26] A.g.e., s. 606.
[27] Mustafa Kemal, TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt II, (Ankara: Türkiye İş Bankası Yayınları, 1985) s. 355.
[28] A.g.e.
[29] Mustafa Öztürk, “TBMM’nin 1924 Yılı Yılbaşı Hatırası Misakı Milli Haritası”, Askeri Tarih Bülteni, 25, 48, (Şubat 2000): s. 29.
[30] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 5, (İstanbul: Kaynak Yayınları, 2001), s. 353-354.
[31] A.g.e., Cilt 6, s. 407-408.
[32] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 10, (İstanbul: Kaynak Yayınları, 2002), s. 79-80.
[33] Salahi R. Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, Cilt 1, (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1986), s. 189-190.
[34] A.g.e., s. 191.
[35] M. Metin Hülagü, “Türk Kurtuluş Savaşı Dönemi Türkiye-İslam Ülkeleri Münasebetleri”, http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-45/milli-mucadele-donemi-turkiye-islam-ulkeleri-munasebetleri (giriş: 30 Temmuz 2018).
[36] Batı basında çıkan haberlerin bir derlemesi için bkz. Taner Akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, İttihat ve Terakki’den Kurtuluş Savaşına, (Ankara: İmge Yayınları, 1999), s. 521-527.
[37] 19 Eylül 2016 tarihli konuşması: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/cumhurbaskani-erdogandan-misak-i-milli-mesaji-40252990, (giriş: 19 Eylül 2018).
[38] 29 Eylül 2016 tarihli konuşması: http://www.aljazeera.com.tr/haber/erdogan-birileri-lozani-zafer-diye-yutturmaya-calisti, (giriş: 19 Eylül 2018).
[39] 10 Kasım 2017 tarihli konuşması: https://www.trthaber.com/haber/gundem/cumhurbaskani-erdogan-misak-i-millimize-yeniden-sahip-cikmak-zorundayiz-340591.html, (giriş: 19 Eylül 2018).
[40] https://www.evrensel.net/haber/360754/hdp-milletvekili-garo-paylan-devlet-6-7-eylulle-yuzlesmeli, (giriş 4 Ekim 2018).
[41] https://twitter.com/garopaylan/status/1047051630418513932, (giriş: 4 Ekim 2018).
[42] Konu hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Cemil Koçak, “Ayın Karanlık Yüzü: Tek-Parti Döneminde Gayri Müslim Azınlıklar Hakkında Açılan Türklüğü Tahkir Davaları”, Tarih ve Toplum (Yeni Yaklaşımlar), 1, (Bahar 2005): s. 147-208.
[43] 1927 Nüfus sayımında, Yahudiler dahil, gayrimüslim nüfus %2,8’dir. Bkz. Fuat Dündar, Türkiye Nüfus Sayımlarında Azınlıklar, (İstanbul: Doz Yayınları, 1999), s. 138. Osmanlı döneminde nüfus sayımları konusunda çok sayıda kaynak mevcuttur. Sadece iki örnek: Kemal Karpat, Ottoman Population 1830-1914 Demographic and Social Characteristic, (Wisconsin: University of Wisconsin Press, 1985); Justin McCharthy, Population History of the Middle East and the Balkans, (İstanbul: ISIS Press, 2002).
[44] Listeye, çeşitli çatışmalardaki sivil halka karşı “açık şiddet kullanma” tarzındaki ihlaller eklenmemiştir.
[45] Y. H. Bayur, Türk İnkilap Tarihi, c. III, Kısım III (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1983), s. 44
[46] M. Kemal’in, Ermeniler konusunda tüm söylediklerini bir araya toplayan bir çalışma için bkz. İsmet Görgülü, Atatürk'ten Ermeni Konusu, (Ankara: Bilgi Yayınevi, 2006).
[47] Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, c. III, Vesikalar, (İstanbul: Devlet Matbaası, 1934), s. 257.
[48] 1930’lu yılların ders kitaplarında gayrimüslimlerin “öteki” ve “iç düşman” olarak tanımlanması için bkz. İsmet Parlak, “Türkiye’de İdeoloji-Eğitim İlişkisi: Cumhuriyet Dönemi Tarih ve Yurt Bilgisi Kitapları Üzerine Bir İnceleme”, Yayımlanmamış doktora tezi, Hacettepe Üniversitesi, Soysal Bilimler Enstitüsü, 2005, özellikle s. 299-349 arası. Tercan Yıldırım, “Tarih Ders Kitaplarında ‘Öteki’ Kurgusu: 1930’lı Yıllar Üzerine Bir Değerlendirme”, Turkish History Education Journal [Türk Tarih Eğitimi Dergisi] 3, 1, (2014): s. 62-89.
[49] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II, (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1989), s. 130.