Bizler, geçmiş fabrikalarıyız.
Gaustin, Zaman Sığınağı'ndan
Günlük hayat ne zaman tarih olur? Bu soruyu soruyor Gospodinov Zaman Sığınağı kitabında.[1] Geçmişle yüzleşme hususu üzerine hayli etkileyici bir eser. Romandaki ana karakterlerimiz, Alzheimer, demans gibi hastalıklardan mustarip insanlar için geçmiş klinikleri oluşturmaya girişiyorlar. İllaki hastalığı olması da gerekmiyor bu insanların; ''artık sadece geçmişlerinin şimdisinde yaşayan'' insanlara sesleniyor bu klinikler. Kişilerin kendileri ile yüzleşebilecekleri, hafızalarını geri çağırmaya yardımcı olabilecek tarihlerdeki mekânları oluşturarak, geçmiş kliniklerini yaratıyor roman karakterimiz Gaustin. Tabii böyle mekânları kurgulamak kolay olmuyor; o kişilerin hikâyelerini bilmek, o yıl hakkında, o gün hakkında her şeye vâkıf olmak lazım; gazetelerdeki haberlere, reklamlara, saç kesimlerinden ayakkabı modasına, sabunların nasıl koktuğundan iklimlerin karakterine, müzik listelerinin en çok tercih edilen parçalarından yılın, günün en önemli olaylarına, dedikodularına, şehir efsanelerine... İnsanlar nelerden ölüyordu mesela, akşamları yatak odalarında neler hakkında konuşuyorlardı? O gün bu kişilere, velev ki ölme ihtimalini düşündürten neydi? İnsanları geçmişi ile yüzleştirmek, ''hafıza yoksa suç da yok'' meselesini tersine döndüren bir eylemsellik elbet; hafıza varsa suç da var. Korkuların, öfkenin, nefretin geri dönüşü var...
Roman kahramanımızdan Gaustin'in, hafızayı uyandırmaktan vazgeçtiği bir vaka okuyoruz Zaman Sığınağı'nda; Auschwitz'den sağ kurtulabilmiş yaşlı bir Alzheimer hastası kadın, banyoya girmeyi reddedip duşu gördüğü anda hafif bir isteriye kapılıyor. Bu vakada geçmiş kliniğindeki hiçbir şey kadına yardımcı olmuyor. Yemekhaneden aldığı ekmek kabukları ve yemek artıklarını dolabında saklayıp biriktiriyor. Duşlar kadının gözü önünden kaldırılıyor, hemşirelerin koridorda çat çat eden ayakkabıları yumuşak terliklerle değiştiriliyor, nöbetçi ışıklar kısılıyor, kadın, yemekhanenin çatal bıçak tıngırtısından, insan yığınından uzaklaştırılıyor... Gaustin, artık hiçbir şeyin masum olamayacağını anlıyor; banyo, yemekhane, gaz sobası, iğne yapmak isteyen önlüklü doktor, aydınlatma, dışarıdaki köpek havlamaları, keskin ses tonu, bazı Almanca kelimeler... Klinikte her şeyin gizli şiddet yüklü olduğunu fark ettiriyor bu kadın. Dahası, bazı kişiler için, hafızanın uyandırılmaması gerektiğini.
Peki, o tarihe tanıklık etmemiş insanlarla, tanıklık etmiş insanlar bir araya getirilse? Geçmişin tanıklarda nasıl uyandığı birlikte deneyimlense? Bunun için ''geçmiş referandumu'' yapıyor roman karakterimiz ve insanları, olmak istedikleri geçmiş kliniklerini seçmelerini sağlıyorlar. Gospodinov'un Zaman Sığınağı romanını okurken, kitabın bu kısmına kadar, tam da bu ânın gelmesini istediğimi fark ettim. Elbette şu bağlamda; tarihte belirli bir günü, şiddet ve korku dolu, yıkım dolu hatırlayanla -aynı Auschwitz örneğinde olduğu gibi-, sıradan bir günmüş gibi, günlük telaşları ve uğraşları ile hatırlayanı -ve fakat yıkımda suç ortaklığı bulunanı-, geçmiş kliniğinde karşılaştırsak, bizler de buna tanık olsak, gündelik olanın tarihi bize çok şey anlatmaz mı?
Türkiye üzerine düşünüyorum... Tarihler içinden bir tarih, günler içinden bir gün seçiyor ve 4 Mayıs 1937'nin geçmiş kliniğine çağırıyorum sizi. Bir tanık o tarih ile Dersim'de, diğer tanık da İstanbul'da karşılaşmış olsun. Birisi devlet gücü tarafından, Türkleştirme politikaları ile ezilmiş, diğer taraf ise Türklük Sözleşmesi'ni kabul eden[2], günlük telaşında ve itaatinde bir aileye mensup olsun. İkisi de geçmiş kliniğinde, 4 Mayıs 1937 ile yüzleştirilsin, neler görürüz? Öncesinde 4 Mayıs 1937'de ne oldu, bakmakta fayda var.
4 Mayıs 1937
Nevzat Onaran'ın Devletin Dâhili Harbi başlıklı eseri, bize bu tarih ile alakalı epey yol gösteriyor. 4 Mayıs 1937, kitlesel Dersim katliamını başlatan tarih olarak da kabul edilir. Bakanlar Kurulu'nun 4 Mayıs 1937 tarihli ''Tunçeli'' harekâtı kararı şöyledir:
Son günlerde Tunçeli'de vukua gelen hadiselere dair raporlar, 4.5.1937 tarihinde Atatürk'ün ve Mareşal'in huzurları ile tetkik ve mütalaa edilerek, aşağıdaki sonuçlara varılmıştır: 1. Toplanan kuvvetlerle, Nazımiye, Keçizeken, Sin, Karaoğlan hattına kadar, şedit ve müessir bir taarruz hareketi ile varılacaktır. 2. Bu defa, isyan etmiş mıntıkadaki halk toplanıp başka yere nakil olunacaktır. Ve bu toplanma ameliyesi de köylere baskın edilerek hem silah toplanacak, hem de bu suretle elde edilenler nakledilecektir. Şimdilik 2000 kişinin nakli tertibatı hükümetçe ele alınmıştır. Mülahaza: Sadece taarruz hareketiyle ilerlemekle iktifa ettikçe, isyan ocakları daimi olarak yerinde bırakılmış olur. Bunun içindir ki, silah kullanmış olanları ve kullananları, yerinde ve sonuna kadar zarar veremeyecek hale getirmek, köyleri kâmilen tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür.[3]
Reisicumhur Atatürk'ün, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'ın katıldığı 4 Mayıs 1937 tarihli toplantıda Bakanlar Kurulu'nun aldığı kararla, 2.000 kişinin sürülmesi ve harekâta 12 Mayıs 1937'de başlanması kararlaştırılır.
4 Mayıs 1937'de Genelkurmay Başkanlığı, dördüncü umumi müfettişten Türkçe, Osmanlıca ve mahalli lisana göre, yani Zazaca, Kürtçe çoğaltılarak uçakla attırılması istenen ''Devlete itaat gerekir''le biten bildiride, yirmi dört saatte teslim olmamaları halinde, ''Cumhuriyetin kahredici orduları tarafından mahvedileceksiniz''[4] denilir. Uçakla Dersimlilerin kafalarına yağan, 4 Mayıs 1937 tarihli belgede şöyle yazar:
Cumhuriyet Hükümeti, sizi şefkat ve merhamet ile kucağına almak, sizi mesut etmek istiyor. İçinizde bunu anlamayanlar çoktur ki, ona hürmetsizlik ediyor veyahut içinizde bazıları, şahsi menfaatleri için sizi kurban vermek istiyor. Cumhuriyet Hükümeti bu gereği bildiği içindir ki, sizlere son ihtarını yapıyor. Onun size son şartı şudur; sizi ayaklandırmaya çalışan zavallıları Cumhuriyet Hükümeti'ne teslim ediniz veyahut onlar kendileri teslim olmalılar. Bu takdirde cümleniz masum kalacaksınız. Teslim edilenler veya kendiliğinden teslim olanlar dahi, Cumhuriyetin adil muamelesinden başka bir şey görmeyeceklerdir. Bu suretle siz kıymetli vatandaşlarımızdan hiçbirinin burnu kanamayacaktır. Aksi takdirde, yani dediklerimizi yapmazsanız, her tarafınızı sarmış bulunuyoruz. Cumhuriyet'in kahredici orduları tarafından mahvedileceksiniz. Cumhuriyet Hükümeti'nin bu son şefkat ve merhametini bildiren bu bildirisini 24 saat çoluk çocuğunuzla beraber okuyun, düşünün ve çabuk cevap verin. Yoksa hiç istemediğimiz halde sizi mahvedecek olan kuvvetler harekete geçeceklerdir. Devlete itaat gerektir.
4 Mayıs 1937 ile farklı yüzleşmeler...
Korkunun, hafızayı canlandırabilecek bir etmen olduğunu düşünür Zaman Sığınağı’nda Gaustin. Geçmiş kliniğinde, sadece 4 Mayıs 1937 tarihli bir gazete ile yahut suratlarına gökten çarpan 4 Mayıs 1937 tarihli resmî belge ile karşılaştırılan, zamanının iktidarı tarafından “çıban” olarak tanımlanan Dersimli, neler hatırlayacaktır? Havadaki korku bulutunu ve kan kokusunu mu, ailesinin tedirginliğini ve sırtlara yüklenmek üzere hazırlanan erzakları mı yoksa yorgan altından çıkan “kalmışsa eğer” silahları mı? Etraftaki insanların öfkesi, hüznü ve korkusundan bir yerlere sığınmıştır o gün belki, ağlamıştır. En ufak bir çıt sesinden bile feryadı basmıştır? Belki ilk defa o gün ölümü hücrelerinde hissetmiş, yaşamayı ölüm kokusunun nasıl sarabildiğini duyumsamıştır, çocuk haliyle. Belki ailesinin, sevdiklerinin katlinin, bir başına kalışının tarihidir 4 Mayıs; zorla Türkleştirilmesinin, göç ettirilişinin, dilini unutuşunun, “susmasının”, zorla evlendirilip asimile edilişinin tarihidir. Artık içinden sıyrılması mümkün olmayan travmalarının zihnini ve bedenini işgal edişinin tarihidir. Onun için de geçmiş kliniğinde olan her şey, şiddet yüklü olacaktır. Nitekim yapılan sözlü tarih çalışmalarında tam da bu husus aydınlatılır. Belleklerdeki Dersim ’38 kitabında şu ifadeler var:
… 1937-38 yıllarında ya da bu yılları izleyen ilk 5-6 yılda, her aileden en az bir iki kişinin öldürüldüğü ya da olay sonrası travma nedeniyle öldüğü anlaşılıyor. Bazı anlatılarda yaşam boyunca mutsuz, hiç gülmeyen ya da güneşi ağlayarak ağıtlarla karşılayan annelerden, bazı anlatılarda da suskunluğu yaşam tarzı haline getirmiş babalardan, amcalardan söz ediliyor. Yaşanan kayıplar, yakınlarının ölü bedenlerine gömülme izni verilmemesi, çoluk çocuk köy meydanlarında toplandıklarında ‘bizi öldürecekler’ duygusunun yaşanması, sürgüne ya da bilinmez bir yere gidiş, parçalanmış ailelerin sürgünde birbirlerini arama çabaları, kayıp çocuklar, sürgünden önce Elazığ’daki toplama veya resmi raporlardaki adıyla ‘sevkiyat’ kampında görülen tektipleştirici insanlık dışı muamele vb. bütün bunların, travmatik etkilerini deneyimleyen kuşakta ya da sonraki kuşaklarda farklı bedensel ve ruhsal hastalıklar görünümünde ortaya çıktığına ilişkin ipuçları bulunmaktadır anlatılarda.[5]
Geçmiş kliniğinde, Dersimlinin hafızasının uyandırılmasından vazgeçilecektir belki, aynı Gaustin’in tercih ettiği gibi.
Peki ya aynı ülkede, örneğin İstanbul’da Türklük Sözleşmesi'ne gönüllü riayet eden, günlük telaşın mutluluk ve hüzünleriyle hemhal olan, iktidarın şiddetini onaylayan bir ailede yetişmiş makul vatandaş, geçmiş kliniğinde 4 Mayıs 1937 tarihi ile karşılaşınca neler hatırlar? Bu tarih o kişiye ne ifade eder? Hafızasını geri çağırmak için dönemin mobilyaları, modaya uygun kıyafetler vb. araştırılıp 4 Mayıs 1937 tarihli ulusal gazeteler, dergiler taranacaktır. Aile albümleri tasarlanan odaya dizilecektir… Şunu belirtmekte fayda var; konumuz itibarıyla, Dersim'de olayların başladığı 20 Mart 1937'den Seyit Rıza ve arkadaşlarının idam edildikleri 15 Kasım 1937'ye kadar yazılı basında Dersim ile ilgili herhangi bir haber yoktur.[6] 4 Mayıs 1937 tarihli ulusal gazeteleri tarayıp, resmî ideolojinin makul vatandaşları o gün nelerle ''yüzleştirdiğine'' bakalım ve kliniği ona göre tasarlayalım. Geçmişi ona anımsatabilmemiz için, o gün yatağa girerken nelerin hayalini kurabileceğini, gün içinde hangi müzikleri dinleyebileceğini, akşam nerelerde eğlenebileceğini, havanın nasıl olduğunu, masanın üzerinde hangi kitapların olabileceğini, ailesinin neleri tartışıp sohbetlerine dahil ettiklerini, ecza dolabındaki ilaçları, olası tatil planlarını vb. bulmaya çalışalım.
Ulusal basında 4 Mayıs 1937
Tan, Cumhuriyet, Ulus, Akşam, Kurun, Türk Dili, Son Telgraf, Haber gibi gazetelerden eleyerek seçtiklerim:
Başvekil, İngiliz kralının taç giyme töreni için Londra'ya gitmiş o gün, İstanbul halkından ''haksız yere'' tahsis edilen elektrik faturalarının feshi talep edilmiş, Hükümet'ten Türk Ordusu için, 35 milyon 846 bin liralık tahsisat istenmiş. “Türk milletine nasıl bir köylü yapmalıyız?” tartışması açılmış, 6 ok şualarından şule ve ışık almayanları, Türk seciyesine uymayan bütün fenalıklardan nefret ettirmek gerektiğine kani olunmuş. Almanların, alevin yakamadığı bir nevi elbise icat ettiklerini okumuşlar o gün, öykünmüşler. ''Holivudda'' grev ilan edilmiş, yıldızlar aç kalmış… Greta Garbo müthiş kadınmış. Peki ya bir aşk romanına hangi isim yakışırmış? Hava bulutluymuş o gün... Dük dö Vindsör, doğruca Tur şehrindeki Kand şatosuna gidip, Madam Simpron'a iltihak edecekmiş. On dört komünistlik suçlusunun bir önceki gün duruşmaları varmış. Komünistlik tahkikatından Nâzım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı vs. on dört suçlunun duruşmaları, bir evvelki gün ağır cezada, kapalı celsede yapılmış; suçlulardan bir kısmı mevkuf, bir kısmı da salıverilmiş. Saray Sineması'nda Münir Nurettin'in konseri olacakmış akşam. Radyolarda o gün, plakla dans musikileri, Ömer Rıza tarafından Arapça söylev, Paris, Brüksel orkestrası konseri... General Franko ordularının Bask havalisinde şehirleri yakması, sivil ve müdafaasız halkı öldürmesi, çocukları ve kadınları tayyareden mitralyözle biçmesi, bütün cihanda fena bir tesir bırakmış. Faşist kumandan Franko, kendi kanından, kendi ırkından, kendi dininden insanları, ecnebi ülkelerin askerlerine, Müslüman Faslı nefere öldürtürken, ne Nasyonalist ne de Hıristiyan olabilirmiş. O yıl, İstanbul Festivali düzenlenecekmiş.
Değirmenciyan adında bir Ermeni vatandaş, Türk şairi Fuzuli hakkında yirmi sene çalışıp iki ciltlik eser yazmış, bu çalışmayı bir Ermeni’nin yapması tartışma konusu olmuş; maziden arta kalmış Ermeniler gibi “azlıkları” Türk kültürünün fethetmiş olması güzel imiş. Müthiş futbolcu, Şiir lakaplı Refik Osman, Gençlik Şırıngası'na ihtiyacı olmadığını söylemiş. Ciltleri Biocel cevheri ile zengin olanlar, 60 yaşında olsalar bile, genç görüneceklermiş. Krem Pertev de vazgeçilmezlerdenmiş; yaşı 60 olanın yaşını 32'ye, yaşı 45 olanınkini 19'a indirirmiş. Doktor Gasson'un kitapları tanıtılmış o gün gazetelerde; “Talih Sensin” kitabı, “Kendini Tanır Mısın?” kitabı, “Müşküllerle Mücadele Kitabı”... Hindistan'da İpi fakiriyle harp olduğunu okumuşlar, İngilizler bastırıyormuş. Yalova kaplıcaları açılmış, başta memur tabakası olmak üzere, Tokat'taki bağlara akın başlamış; temiz hava almak ve bol meyve yemek, muttarit şırıltılarla akan havuz ve şadırvan başlarının yumuşak ve yeşil çimenleri üzerinde, etraftan yükselen gramofon, ut ve keman seslerini dinleyip, günü geçirmek için. Eğer her şey sizi sabırsızlandırıyor ve titizlendiriyorsa, en ufak bir aksilik, fikirlerinizi altüst ediyorsa, eğer geceleri uyku tutmuyorsa, Bromural içiniz-miş. Nervin de varmış, sinir ağrılarına, asabi öksürüğe, uykusuzluğa falan iyi gelen. Ya da yirmi damla Kardol, hiddete, korkuya, nefes daralmasına. Günün bulmacasında, ''hıyanet etmeklik'', ''herkesin kendinde olduğunu zannettiği şey'', ''kana bulanmış'' nedir gibi sorular varmış. Kader Gişesi'nden Büyük Tayyare Piyango'su. Âdemi iktidar ve bel gevşekliğine Harmobin tabletleri…
O gün Ankara Palas'taki pavyon programında, “Kasino de Pari”nin Büyük fantezist yıldızı Ellanskaya ve Paris Operası'nın birinci dansözü Lydia Hansen olacakmış. Yirmi madde ile “Hollivutta” yaşayanların dikkat edecekleri noktalar! Soğan kokusuna bir kap içinde kaynar sirke... Gazeteler, çocuklara hediyeler dağıtıyormuş; şekerleme, çikolata, bisküvi, boyalı kalem, resim defteri... Prof. Hanımyan ve Prof. Panosyana'nın dans dersleri ilanları. Çingeneler de “ari” değilmiş; Almanya’daki çiftçi federasyonu, birkaç gün evvel, hükümete müracaat ederek, “çingenelerin” de ari ırka mensup olmadıklarını ileri sürmüş ve bunların “yahudiler” gibi, Alman hudutlarının haricine atılmasını istemişler. “Türk İstiklal Mücadele’sinin” ve yeni Türkiye tarihinin canlı hatıralarını tespit edip filme almak üzere U.F.A’nın rejisörlerinden Konstantin Darud Ankara’ya gelmiş. Peki ya İstanbul'un çöplerinin istikbali?
Sıradan faşizm
Bu karşılaştırmayı yaparken, aklıma Mihail Romm'un Sıradan Faşizm başlıklı belgeseli geldi. Belgeselde, Almanya'da ari ırktan kabul edilmeyenler, siyasal suçlu addedilenler öldürülürken ve işkenceye tabi tutulurken, bu suçu görmezden gelip hükümetin iktidarını kabul edenlerin o sıralarda neler yaşıyor oldukları, nasıl davrandıkları, neleri düşündükleri konu ediliyordu. Bir yanda katliam olurken onlar, “o sırada”, haftanın bir günü askerî bando eşliğinde birlikte çorba içiyorlar, birlikte müzik dinleyip dans ediyor, salınıyorlar, bira festivalinde eğleniyorlar, idolün sevgi ve güzellik -ve seks- olduğu tiyatro oyunları, gösteriler icra ediyorlar. Sayfiye yerinde dinleniyorlar, kafelerde gülüşüyorlar, çocuklar güneşin tadını çıkarıyor, insanlar gündelik hayatta işlerini güçlerini düşünüp sigaralarını tüttürüyorlar. Her şey günlük akışında, huzurlu ve barışçıl görünüyor. Düşünüyorlar, sevişiyorlar, seviyorlar, konuşuyorlar, yaşıyorlar... Spor müsabakaları, tatil gezileri organize ediyorlar. Aynı gün, aynı iktidar altında, bir taraf işkence görüp öldürülürken, açlığa mahkûm edilirken, bir taraf güneşin altında keyif içinde umarsızca esneyip bir sonraki gün yapacaklarının hayallerini kuruyor. Kolektif suç tam da bu işte; başkasının acısını kendine güvenlik şeridi yapıp, kendi gettonda özgür olduğuna kendini inandırmak.
Dersim'de 4 Mayıs 1937 tarihini yaşayanlar ve ezilenler ile iktidarın hâkimiyetini, biçtiği kimlik kalıbını kabul ederek Türklük Sözleşmesi'ne sığınıp özgürlük hissiyatıyla o gün plan yapanlar, yataklarına kolektif suçun bir parçası olduğunu düşünmeden huzur içinde girenler, böyle ailelere mensup olanlar, geçmiş kliniğinde evvelleri ile aynı şekilde, aynı ruh haliyle yüzleşmezler. Bu farklı yüzleşilere, keşke Gospodinov'un Zaman Sığınağı'nda gerçekleşen ''geçmiş referandumu'' ile şahit olma olanağımız bulunsaydı. Böylelikle, hâlâ parçası olduğumuz, devam ettirdiğimiz bu kolektif suçluluk ile karşı karşıya gelirdik. 1937 yılında, Türklük Sözleşmesi'ni kabul etmeyenler üzerine düşünmeyi güvenilir addetmeyen makul vatandaşlar, o gün gazetelerde çıkan komünistlerin yargılandıklarına dair haberlere de ilgisizdiler. Gazetede yargılananlar arasında adı geçen Hikmet Kıvılcımlı, 1930'larda Kemalizm'i Türklük politikaları bağlamında eleştirirken, Kürtlerin, Zazaların, Ermenilerin vb. durumlarını, Kemalizm'in baskı ve sömürü düzeni üzerinden analiz ederken, makul vatandaşlar bu tarz düşüncelere, tepkilere kendilerini kapamışlar, iktidarın kabul ettiği, uygun bulduğu kültürel kodları benimsemişlerdir. Bu kodlar üzerinden aynı şeyleri hatırlamış, aynı şeyleri unutmak üzere sözleşmişlerdir. İktidar tarafından, hatırlanması gereken şeyler üretilmiş, unutulması gereken şeyler arttıkça da bu üretim daha seri hale gelmiştir; 1937'deki aktardığım, ülke gerçekliği olan sömürü düzeni ile alakasız gazete haberleri buna örnektir. Tam da bununla alakalı, Zaman Sığınağı'nda karakterimiz Gaustin, “Kolektif Amnezi ve Aşırı Bellek Üretimi” başlıklı yazısında şunları kaleme alır: “Bir toplum ne kadar çok unutursa, birileri o kadar çok yedek bellek üretir, satar ve boşalan nişleri onunla doldurur. Hafif bellek endüstrisi. Hafif malzemelerden üretilmiş geçmiş, 3D yazıcıdan çıkmış gibi plastik bellek. İhtiyaç ve talebe göre bellek...”
Soralım, Türkiye'de bugün, Zaman Sığınağı'nda olduğu gibi bir “geçmiş referandumu” yapılsa, 4 Mayıs 1937 tarihine gidip, geçmiş kliniğinde bu iki insanın tam da o tarihi nasıl karşıladıklarına şahitlik etmeyi kabul eder misiniz?
Böyle bir referandum olsa, hangi tarihi karşılamak istersiniz geçmiş kliniğinde?
[1] Georgi Gospodinov, 2022, Zaman Sığınağı, çev. Hasine Şen Karadeniz, Metis Yayınları.
[2] Barış Ünlü, 2018, Türklük Sözleşmesi, Dipnot Yayınları.
[3] Nevzat Onaran, 2021, Devletin Dâhili Harbi, Kor Yayınları, s. 499.
[4] A.g.e., s. 500.
[5] Bülent Bilmez, Gülay Kayacan ve Şükrü Aslan, 2011, Belleklerdeki Dersim ’38, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, s. 137.
[6] Taha Baran, 2014, 1937-1938 Yılları Arasında Basında Dersim, İletişim Yayınları.