Gönüllü Riayet ve Türklük Sözleşmesi

Gönüllü riayet meselesi üzerine yazı yazmayı düşündüğüm sıralarda, Ruşen Çakır, Medyascope'ta ''AKP'den Neden Büyük Kopuşlar Olmuyor?'' başlıklı hayli önemli bir konuşma gerçekleştirdi.  Çakır, Estonya Feribotu Sendromu'ndan hareketle şöyle açıklıyor meseleyi: ''Recep Tayyip Erdoğan gemiden inene kadar o gemiden inmeyecek çok insan var, ki bu kişilerin içinde Erdoğan'ı sevenler olduğu gibi, sevse de sevmese de onunla kader birliği etmiş insanlar mevcut -batacaksa batacak, çıkacaksa çıkacak insanlar.'' Çakır, bu kişilerin çoğunlukla ''göremediklerini'' belirtiyor. Erdoğan'a hâlâ oy vermeye devam edenlerin bir kısmının ''endişeli muhafazakârlar'' olduğunu söylüyor; yani, Erdoğan sonrasında başlarına ne gelebileceğinden emin olmayanlar... Çakır, esas endişenin ''hesap sorulması'' olduğunu, edinilen haksız kazançların hesabının sorulmasından, geri alınmasından endişe edildiğini belirtiyor. ''Kimsenin kendilerini kabul etmeyeceğini'' düşünen insanlardan da bahsediyor; her devrin insanlarından. ''Gidecek yer bulamayanlar da var,'' diyor Çakır. Benim ilgimi çeken, Ruşen Çakır'ın da değindiği ''göremeyenler''. Literatürde ''göremeyenler''i karşılayan terimin, ''gönüllü riayet'' olduğunu düşünüyorum. Gönüllü riayet, ''alıştırma'' ve ''içselleştirme'' gibi kavramlar üzerinden tartışılagelir.

''Gönüllü riayet'' terimine ilk kez Etienne de La Boetie'nin, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev[1] olarak Türkçeleştirilmiş kitabında rastlanır. Belirtmek gerekir ki, bu kitabı, ''Gönüllü Riayet Üzerine Söylev'' olarak Türkçeleştirmek daha uygun olurdu, çünkü Boetie'nin fikirlerini dilimizde, kulluk teriminden ziyade riayet terimi karşılıyor. Kul yerine ise ''reaya''yı. O yüzden ben kulluk yerine riayet terimini kullanarak yazıma devam edeceğim. Tiranın, halkı özgürlük fikrinden giderek uzaklaştırdığını, haklarını derin bir şekilde unutturduğunu, iyilik yapma yeteneklerini, canlılıklarını bile kaybettirdiğini yazar Boetie; tiranlığın içinde doğanların zaten özgürlük nedir tatmadıklarını, dolayısıyla sorgulamadan, korkuyla riayet ettiklerini, ''babalarının'' mecbur kalarak kabul ettiğini onların gönüllü olarak onayladıklarını yazar. Boetie, gönüllü riayetin temel nedeni olarak ''alışkanlığı'' gösterir. Tiran tarafından onlara, zaten hep riayet etmiş oldukları, atalarının da aynı şekilde davrandığı söylenir; halk, örneklerle kendini ikna eder ve zamanla, kutsallık giyinerek tiranlık edenlerin zilyetliğini kendisi pekiştirir. Buna karşı çıkanlar, geçmiş olayları hatırlayanlardır Boetie'ye göre. Bu kişiler, alışkanlığı bozacak olan, dolayısıyla özgürlüğü geri getirecek olanlardır; denilebilir ki bunlar, iktidarın, bir tahakküm yöntemi olarak ürettiği ''yanlış bilinci'' ifşa edecek olanlardır, ki böylelikle, kanaatler sınanabilir hale gelecektir.

Elbette sadece tiranların tekelinde değildir gönüllü riayet oluşumu; ''halkın demokratik yöntemlerle seçtiği'' yönetenler ile de soluk almaya devam eder. John Keane, Yeni Despotizm kitabında[2] tam da bu konuyu sorgular ve yeni despotizmlerde yöneticilerin aldatma ve ayartma ustası olduklarını, ''seçim zaferlerini de içeren kurnazca yöntemleri bir kombinasyon içinde kullanmak suretiyle, orta sınıfların önemli tabakalarını, vasıflı, vasıfsız işçiler ve yoksullar da dahil olmak üzere yönetilenlerin rızasını'' nasıl da kazanmayı başardıklarını anlatır.

''Neden gönüllü riayet?'' sorusuna dair açıklamalarda, ''alıştırma''nın yanında, ''içselleştirme'' de önemli bir yere sahiptir. Steven Lukes, İktidar: Radikal Bir Görüş başlıklı kitabında[3] gönüllü riayet meselesine içkin içselleştirme mevzusuna yönelik, Michael Foucault'dan, Charles Taylor'dan, Pierre Bourdieu'den örnekler verir: Foucault, Hapishanenin Doğuşu adlı çalışmasında, disipline edici iktidarın içselleştirilmesiyle, her bir bireyin öz gözetim yoluyla kendi kendinin nasıl olup da müfettişi haline geldiğini anlatır; bu içselleştirmeler bireyi, iktidarın kısıtlamalarına ilişkin sorumluluk üstlenmeye sevk edecektir. Charles Taylor da benzer bir şekilde, Çokkültürcülük başlıklı eserinde, aşağılayıcı ve alçaltıcı imgelerin başkasına yansıtılmasıyla, imgelerin içselleştirmesine yarayacak kadar çarpıtma ve baskıya yol açılabileceğini yazacaktır. Bourdieu, bu meseleyi açımlamak için ''simgesel şiddet'' mefhumundan ilerlemeyi önerir ve Eril Tahakküm adlı çalışmasında, tahakküm altındakilerin, tahakküm ilişkilerine, tahakküm edenlerin bakış açısından yapılandırılmış kategorileri uyguladıklarını ve böylece tahakküm ilişkilerine doğal bir görünüm kazandırdıklarını yazar. Bourdieu'ye göre böyle bir içselleştirme, sistematik öz değersizleştirmeye, öz aşağılamaya yol açacak, tahakkümün her eyleminin ilahlaştırılmasına sebep olacaktır. Steve Biko, Siyah Bilinci’nde[4] bu meseleyi, ırkçı ideolojiyle tutuklanan ya da yakalanan birisi için, siyahların ''ateş olmayan yerden duman çıkmaz'' veya ''kendi kaşındı'' gibi söylemlerle karşılamasına benzetir. Tahakküm içselleştirilmiş, kaçınılmaz addedilmiştir. Biko'ya göre bu durum ruhsal yoksunluktur ve despotizmi yok etmedeki en büyük engeldir.

Gönüllü riayete dair alışkanlık ve içselleştirme meselesinde, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun 1958 yılında Ulus'ta çıkan ''En Dayanıklı Yaratık'' başlıklı yazısını hatırlıyorum. Demokrat Parti iktidarını hâlâ desteklemeye devam edenleri ve cemiyet iklimini yerdiği bir yazıydı bu. Şöyle diyordu Karaosmanoğlu:

... İçinde bulunduğumuz cemiyet iklimiyle siyasi rejim bana, Octave Mirbeau'un 'İşkenceler Bahçesi'ni hatırlatıyor. Altmış yıl evvel yazılmış bu eserde, eski Çinlilerin 'işkence'yi nasıl bir sanat haline soktukları tasvir edilir. İşkenceler Bahçesi'nde ruh üstüne, vücut üstüne tatbik olunan türlü türlü ceza ve azap metotları birtakım heyecan verici tablolar halinde serilip yayılır. Bunları yapanlar ve seyredenler, iddiaya göre, hiçbir dehşete kapılmazlarmış, yalnız 'sadik' bir heyecan duymakla kalırlarmış. Biz de böyle bir hale düştük mü, düşmedik mi bilemiyorum. Fakat dünyada her şey alışkanlığa bağlı olduğu ve belki dayanıklılık da alışkanlıktan geldiği için, günün birinde bu hale düşmekten ne kadar korkarsak yeridir.[5]

Ve fakat Karaosmanoğlu bu yazıda, ''Türk'ün dayanma kudretini'' sorguluyordu. Sorgulanan içselleştirme, içselleştirilmiş bir kimliğin gölgesi altında yapılıyordu. Nitekim, tam da bu yüzden, şimdiye değin ne alışkanlıklar ne de içselleştirmeler, tahakküme dair belirli kimlik edinmiş sorgulamalarla aşılabildi.

Osmanlı İmparatorluğu'nda tebaanın riayetini Etienne de La Boetie üzerinden okuyabiliriz, lakin Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte farklı bir çehre kazanan gönüllü riayete dair okumayı, Barış Ünlü'nün Türklük Sözleşmesi[6] kavramı olmadan okuyabileceğimizi düşünmüyorum. Gönüllü riayet mevzu bahis olduğunda, Osmanlı'dan bugüne devam eden bir politik kültür okuması yapabilmek için, Türklük Sözleşmesi'ni hesaba katmamız gerekli. Zira Ünlü de, politik kültür okumasını Müslümanlık Sözleşmesi'nden Türklük Sözleşmesi'ne ilerleyerek yapar. Ben, Müslümanlık Sözleşmesi'nden ziyade Türklük Sözleşmesi'ne odaklanacağım.

Ünlü, Türklük ile, farkına varılmadan yaşanan belli görme, duyma, duygulanma, algılama, bilme ve görmeme, duymama, duygulanmama, algılamama ve bilmeme hallerini, farkında olunmadan yaşanan ve normal kabul edilen imtiyazlar dünyasını anlatır. Türklüğün bu nitelikleri, Ünlü'ye göre, Türk-olmayanlara karşı, kendini Türk olarak tanımlamayanlara karşı ve de gayrimüslimlere karşı haklılık duygusu ve duyarsızlık/ilgisizlik yaratmaktadır. Türklük Sözleşmesi, ''bir içerme ve dışlama süreci olarak, devlet ve Türkleşmeyi kabul eden çeşitli Müslüman etnik gruplar arasındaki karşılıklı bir anlaşmadır''. Yazılı olmayan bu sözleşme, ''Müslüman ve Türk olmayanlara/Türkleşmeyenlere yapılanlarla ilgili herhangi bir siyaset veya bilimsel çalışma üretmenin yasak olmasını'' da içerir, yani suskunluğu, görmemeyi ve bilmemeyi. Bu suskunluk sağlandığı sürece, imtiyazlardan yararlanılabilinecektir. Ki, Ünlü'nün yazdığı gibi, Türkiye’nin son yüz yıllık tarihini şekillendiren bu genel çerçeve, kökenlerini büyük ölçüde muhafaza etmiş ve siyaseti, kurumları, sınıfsal yapıyı, sınıflar arası ittifakları, düşünceler tarihini, duygular dünyasını belirlemiştir. Bu politikalara alışılmış, içselleştirilmiş ve ''verili kimlikler''e ve ''verili sosyal statülere'' gönüllü olarak tabi olunarak, despotizm yeniden ve yeniden üretilmiştir.  

Ünlü, kendini Türk/Müslüman olarak kabul edenlerin, kendi üzerine düşünememe, kendini sorunsallaştıramama, duygularını ve düşüncelerini oluşturan faktörlerin dökümünü çıkaramama, imtiyazlarını görememe veya kabul edememe gibi çok önemli ortak paydalarda birleştiklerini savunur. Elbette bu, eleştirel bilincin, diyalektik düşünüşün askıya alınması da demek. Peki, böyle bir durumda, gönüllü riayet üzerine kurulmuş bir kimlik edinme sürecinin ve bunun içselleştirilişinin ardından, şimdiki iktidara karşı duyulan gönüllü riayetin ilgasından nasıl söz edilebilir? Ekonomik gerekçelerle Recep Tayyip Erdoğan iktidarından desteğini çekenler, ekonomik gidişat düzeldiğinde ya geri dönecekler yahut gönüllü riayetlerini devamlı kılacakları başka bir iktidara -örneğin ana muhalefete- yöneleceklerdir. Ruşen Çakır'ın ''göremeyenler'' olarak tanımladıkları da dahil, ''endişeli muhafazakârlar'', Cumhur İttifakı ve Millet İttifakı, velhasıl Türklük Sözleşmesi'ne dayananların hepsi, varoluşlarının feyzini gönüllü riayetten alırlar. Tam da bu yüzdendir ki, sivil itaatsizlik kınanır, ''sokaklar'' ayıplanır. Bu halin ilgasının yolu, Foucault'un gönüllü riayetin karşı kavramı olarak kullandığı gönüllü riayetsizliktir. Ki, Foucauult, sivil itaatsizliği tam da bu noktada yüceltmiyor muydu?[7]


[1] Etienne de La Boetie, 2015, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, çev. Ayşe Meral, Alfa Yayınları.

[2] John Keane, 2021, Yeni Despotizm, çev. İsmail Ferhat Çekem, İletişim Yayınları.

[3] Steven Lukes, 2016, İktidar: Radikal Bir Görüş, çev. Mehmet Ratip, İletişim Yayınları.

[4] Steve Biko, 2018, Siyah Bilinci, 2. Baskı, çev. Onur Eylül Kara, Dipnot Yayınları.

[5] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, ''En Dayanıklı Yaratık'', Ulus, 16 Ocak 1958.

[6] Barış Ünlü, 2018, Türklük Sözleşmesi: Oluşumu, İşleyişi ve Krizi, Dipnot Yayınları.

[7] Saul Newman, 2021, “Power, Freedom and Obedience in Foucault and La Boétie: Voluntary Servitude as the Problem of Government”, Teory, Culture & Society Journal. https://journals.sagepub.com/doi/10.1177/02632764211024333