Uzun bir süredir, Türkiye’nin kamusal ruh halini istila eden başat duygunun, hınç olduğundan bahsedebiliriz herhalde. O kadar uzun bir süre ki bu, politik kültürümüzün ayrılmaz bir parçası olarak tanımlayabiliyoruz hıncı. Cumhuriyet’in, Türklük Sözleşmesi’ne karşı çıkanlara karşı resmî politika haline getirdiği, Anayasa’da yazmasa da, her birimizin aile tarihinde bir yeri işgal eden milli hınç, bugün de AKP-MHP iktidarı tarafından muhaliflere, özellikle de Kürtlere ve HDP’ye karşı, Gezi’cilere karşı, Alevilere karşı; Ermenilere, solculara, LGBTİ’lere ve işçi sınıfına karşı, kadınlara karşı bir milli-duygusal sermaye olarak yürürlükte. Devlet nezdinde “faili meçhul” birçok cinayet[1] soruşturmasının hukuksal engele takıldığı, ağır insan hakları ihlallerinin yargı kovuşturmaları neticesinde bir türlü “cezalandırılamadığı” Türkiye’de hınç, psikopolitik açıdan tartışmamız gereken, kişisel olduğu kadar kamusal olan bir hissiyat. Tanıl Bora, Türkiye’nin Linç Rejimi kitabında hınç duymanın, linç eylemlerini başlatan temel itkilerden olduğunu yazmıştı.[2] Türkiye’nin siyasi ve mülki erkânının, linç güruhlarına karşı tarihsel “hoşgörüsü”, onlara geniş bir tahrik olma hakkı bahşetmeleri, linç olgusunun ve bu olguyu meşrulaştıran hıncın, birçok faili meçhul vakaya sebebiyet veren resmî-duygu olduğunu gösteriyor bize. Bora, “milli refleks” olarak haklılaştırılan hınç itkili reaksiyonların şiddete dökülmesinin, Türkiye’de “devlet geleneği” olduğundan bahsetmişti; Deniz Poyraz cinayetini, HDP’ye yönelik linç girişimlerini, bu “milli hınç”tan bağımsız düşünebilir miyiz? Milli hınç, Türkiye’deki siyasetin korku üretme kapasitesiyle de alakalı tabii; Kerestecioğlu’nun ifadesiyle, Türkiye’deki iktidarların içeriye aldığı ve dışarıda bıraktığı grupların tayini, çoğu zaman siyasal korkunun etrafında örgütlenen süreçler neticesinde mümkün olmakta[3] ve hınç, bu süreçlerin radyoaktif bileşeni. Peki bu bileşeni Türkiye’de diri tutan nedir? Toplumsal travmalar mı? Varsa statünün ve çıkarların, imtiyazların, gücün kaybedileceği düşüncesi mi? Yoksa da bunları kazanma isteği mi?
İlhami Yurdakul, İktidarın Ruhu kitabında[4], Osmanlı Devleti’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne devrettiği imtiyazlardan bahseder; beşik ulemalığı ve paşazade imtiyazlarının yerini, II. Meşrutiyet devrinde “rical-i gayb” denilen İttihad ve Terakki Partisi mensuplarının imtiyazları; Cumhuriyet devrinde de “beyaz Türk” ve “küçük burjuvazi” denilen yeni bir seçkinci sınıf, iktidar ve iktidarın nimetlerini kullanma ayrıcalığı almıştır. Yurdakul’a göre, siyaseten katlin yasal olarak ilgasına rağmen muhalifi ortadan kaldırma yöntemi olarak siyasi idamlar, yasaklar ile ekonomik güçten yoksun bırakma amacıyla gerçekleşen müsadereler şimdilerde kayyumlar- iktidarın ruhunun, imtiyazlar üzerinden Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devrinin göstergelerindendir. Elbette bu imtiyazlardan yararlanabilmek, daimi bir statü savaşını da beraberinde getirir. İktidarı ele geçiren, eldeki iktidarı kaybetmemek için savaşmaya, hınçlanmaya devam eder. Yurdakul’un izinden gidersek, “milli hınç” ve linç rejiminin, bize Osmanlı Devleti’nden baki kalan “iktidarın ruhu” ile alakalı olduğunu söyleyebiliriz. Post-emperyal travma[5] sonucu, postkolonyal bir tahayyül olarak Kemalizm’in[6] ortaya çıkışında ve milliyetçi Türk sağının daimi iktidar mücadelesinde, bu hıncın rolünü es geçmemek gerek. Mehmet Emin’in 1912’deki, “Mademki kincisin; demek ki pek kuvvetlisin. Öyleyse sen bu kinini keskin bir kılıç gibi sakla…” çağrısı, Türkiye’deki birçok partinin politik söylemlerinde, şu güne değin takibini yapabileceğimiz bir çağrı.
Cumhuriyet’in kurucu liderinin millete salık verdiği bir duygudur hınç. Tanıl Bora, Mehmet Emin’in bu Kin şiiri üzerine, 1923’te Mustafa Kemal’in getirdiği iki farklı yorumu paylaşır bizimle[7], ki Bora’ya göre bu ikircikli yaklaşım, imparatorluk yıkıntısı üzerine kurulan/kurtarılan ulus-devletin milli kindarlıktaki ikircimine işarettir. Aynı yıl içinde, ilkin şöyle der Mustafa Kemal: “Düşmanlarımız o kadar çok ve kalplerinde, vicdanlarında ve kafalarında aleyhimizde besledikleri hissiyat ve efkâr o kadar kavidir ki... milletlerin kalbinde hiss-i intikam olmalı.” Bu aslında Yakup Kadri’nin olumladığı, bir milli reaksiyon olarak “mutlu hınç”tır.[8] Aynı yıl, dillendirdiği diğer yorumu da şöyledir Mustafa Kemal’in: “Bir kişi kalsak bile düşmanlarımızın kalbindeki zulmü çıkaracağız ve o zaman diyeceğiz ki kalbimizde intikam kalmamıştır.” Aslında Mustafa Kemal’in nefreti, ülkenin hakiki tebaası saymadığı Türkler dışındaki unsurlara yönelir; onlar, artık Türkleşmesi gereken misafirlerdir ve bir misafire yakışmayan tavrı gösterdikleri vakit -örneğin kendi dillerini konuştuklarında-, Türk’ün nefretinin, hıncının hedefi olacaklardır. Mesela 15 Mart 1923’te, Adana Türk Ocağı’nda yaptığı konuşmaların ilkinde[9] Mustafa Kemal, Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı olmadığını, memleketin Türklerin olduğunu; Türkiye’nin tarihte de, bugün de, ebediyen de Türk olarak yaşayacağını, “Ermeniler vesairenin” burada hiçbir hakkı olmadığını beyan eder ve devamında “intikam açılımı” yapar. Bu devam konuşmasında Mustafa Kemal[10], milletlerin kalbinde hayatına, ikbaline, refahına düşman olanların mazarratlarını izaleye matuf bir intikam olması gerektiğini belirtir ve beş gün sonra gittiği Konya Türk Ocağı’nda da, intikam alınacak “düşmanların” kim olduklarını açıklar. Osmanlı İmparatorluğu dâhilindeki muhtelif kavimler hep milli akidelere sarılarak, milliyet mefkûresinin kuvvetiyle kendilerini kurtarmışlar, Türkler de onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduklarını, sopa ile içlerinden kovulunca anlamışlardır. Dolayısıyla, Türk’ün mevcudiyetine düşman olanlara, “Türküm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi” demek lazımdır.[11] Bu tavrın, yani “milli hıncın” yansıları İstiklal Mahkemeleri, Dersim Katliamı, Trakya Olayları, 6-7 Eylül Faciası gibi hadiseler oldu elbet. Türk milliyetçilerin Türk olmayanlara, asimile olmayanlara -asimile olsalar da hâlâ “gâvur”durlar gerçi-, kendilerini Türk hissetmeyenlere karşı benimsediği ve hâlâ sahip çıktığı bir tavır bu. Bora’nın da yorumuyla, Osmanlı-Türk milliyetçilerinin, “hak kuvvetlinindir” şiarını beslemeleri, beraberinde kin ve intikam izleğini takip edebileceğimiz anti-hümanizmi, barbarlığın sahiplenilmesini getirmiştir ve getirmektedir diyebiliriz. Nagehan Tokdoğan, Yeni Osmanlıcılık iddialarının ardındaki hıncı ve narsisizmi de, bu minvalde gayet yerinde tespitlerle incelemişti. Hıncın, yalnızca İslâmî muhafazakar kolektif öznenin değil, tarihsel olarak seçkinler/halk ikiliğini benimseyen/hisseden/deneyimleyen milletin, kimliği bizzat emperyal geçmişin kaybı ve unutuluşu üzerine bina edilmiş, Cumhuriyet dönemi boyunca görece konforlu bir vatandaşlık deneyimi yaşamış olan “Türk” öznesinin kuruluşunun kilit bileşeni olduğunu yazmıştı.[12]
Tokdoğan’ın izinden giderek, bu “Türk” öznesinin statüko kaybının yarattığı ontolojik hınç, AKP’nin önderlik ettiği Yeni Osmanlıcı anlatının yükselişinde kilit rol oynamış/oynamaya devam ettiğini söyleyebiliriz. Ve elbette MHP, İYİ Parti, Zafer Partisi vb. partiler de, bu tavırdan azade değil. Ülkücü hareketin bilinçaltı olan Nihal Atsız’ın[13], “milli kin’’ güzellemelerine, “kinimiz dinimizdir” çağrılarına bakalım. İYİ Parti’nin Atsız anmalarını, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun Maltepe Gezi Parkı’nın adını Nihal Atsız Parkı olarak değiştirilmesine verdiği destekleri de buraya bırakıp devam edeyim. Türk ırkının üstünlüğüne ve Türklerin kısa gelecekteki siyasal amacı olan Turancılığa inanan, oğluna mektuplarında Türklerin iç düşmanları olarak Kürtlerden, Ermenilerden, Çerkeslerden, Boşnaklardan, Gürcülerden, Lazlardan vb. bahseden, “Ülkülere kanla, kılıçla, dövüşle, milli kinle varılır… Bir millet için en büyük tehlikelerden biri barış ve dostluk afyonu yutarak uyumaktır,” diyen bir zattır Nihal Atsız. Güven Bakırezer, Atsız için şu saptamaları yapmıştı: “TC vatandaşları arasından yalnız Türklerin başa geçmesini savunur. Bazı unsurları ise vatandaş olarak dâhi düşünmez. Çingenelerin, Hindistan’a sürülmelerini ya da olmazsa Hakkari’de zorunlu ikamet ettirilerek ‘adam edilmeleri’ni önermiştir. Kürtlerin de aynı şekilde kendilerine gidecek bir yer bulmalarını, örneğin Birleşmiş Milletler’den Afrika’da bir yurtluk istemelerini, aksi halde başlarına gelebilecekleri Ermenilerden sorup öğrenmelerini tavsiye etmiştir…”[14] İktidar yahut muhalif çoğu partinin sahiplendiği Atsız, Türk ırkının Türkiye’ye göz dikenlere ne yapabileceğini, 1915’te Ermenileri, 1922’de de Rumları bu ülkede yok ederek gösterdiğini[15] söyleyen bir ırkçıdır. Kürtlerin Türk milletinin başını belaya sokmadan, kendileri de yok olmadan çekip gitmelerini de tavsiye etmiş, Türk ırkının aşırı sabırlı olduğunu fakat ayranı kabardığı zaman, “Kağan Arslan” gibi önünde durulmadığını hatırlatmış, Kürtlerin ırkdaşları Ermeniler’e sorarak, başlarına gelebileceklerini öğrenmelerini[16] salık vermiştir. Türkiye tarihinin “milli hınç” sembolü Atsız, günümüzde milli kahramanlarımızdan sayılmakta.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, geçtiğimiz şubat ayında, Tarkan’ın amcasına atıfla -Geççek şarkısını kınayarak- “davamızın iftihar burçlarından olan saygın büyüğümüz” diyerek bahsettiği Fethi Tevetoğlu’nun düşünceleri de, Nihal Atsız etkisiyle şekillenmiştir. Kendisini “mütevazı bir Türkçü, müfrit bir ırkçı” olarak tanımlar, “kan ırkçılığına” bağlı Türkçülüğü savunur. Nazmi Önen, Tevetoğlu üzerine çalışmasında,[17] Tevetoğlu’nun Türkiye içerisinde yaşayan Türk olmayan halklara karşı tutumunun ikili özellik gösterdiğini, Müslüman ama Türk olmayan vatandaşların asimilasyonunu önerirken soy, dil, tarih, gelenek, görenek ve din bakımından Türk olmayan ekalliyetlerin, toplumsal yaşamdan ve kurumlardan dışlanmaları gerektiğini düşündüğünü yazar. Tevetoğlu’nun 1940 yılında Bozkurt dergisinde yayımlanan, “Türkçülükte Milli Kin” başlıklı yazısında, Türk narsisizminin, bugün de rahatlıkla rastlayabileceğimiz göstergelerini okuruz. Tevetoğlu’na göre,[18] Türk düşmanlığının sebebi, Türk’ün her şeyiyle tarihin en büyük milleti olması ve bütün milletlerin onu kıskanmasıdır; Türk’ün tarihin en asker milleti olması -ki askerlik asla yalnız teknik demek değildir ona göre-, en çok bir ırk ve kan meselesidir ve çürük milletleri fesada sokarak çöktürmeği kahpelik addeden Türk, askerliğin hakiki manasında dövüşerek, kendine güvenen, harp etmeğe değer milletleri daima yenmiş ve çoklarını mesut hayat demek olan idaresi altına almıştır. Zafer Partisi’nin, başta mülteciler olmak üzere, dize getirecekleri insanları projelendirdikleri ülkücü, Türkçü “Anadolu Kalesi” projesinin de, pek farklı bir dil kullandığını söyleyemeyiz.
Burada ihtiyacımız olan psiko-politik bir analiz. Şunu sormalı; linç rejimlerini ve milli hıncı ortaya çıkartan psikolojik faktör nedir? Murat Paker, bu soruya şöyle bir açılım getirmişti[19]:
Var olan düzenin, statükonun alışıldığı gibi gitmeme ihtimalinin artması, düzensizlik ihtimali, bu düzenden politik veya ekonomik çıkarları olanlar açısından bir tehdit olarak algılanır ve bu tehdit, çeşitli toplumsal denetim mekanizmaları ile bertaraf edilmeye çalışılır. Toplumsal denetimi sağlamak için gerekli yasaların olmadığı ya da bir şekilde yetersiz geldiği düşünülürse, tehdit algısından mustarip kişiler için linç gibi yasal olmayan şiddet yöntemlerinin kullanılma ihtimali artar. Kitle, paranoid hezeyanlı bir konuma geldiğinde, saldırganlık potansiyeli yükselir ve bu potansiyelin eyleme geçmesi için uygun bir lidere, paranoid ve manipülatif bir liderliğe ihtiyaç duyulur.[20].
Aslında Zafer Yılmaz’ın belirttiği gibidir: “Tanınma yoksunluğuna, beklenti ve hırslar ile imkânlar arasındaki açığı telafi etme isteğine ve iktidarsızlık hissine yanıt olarak üretilen hınç, meydan okuduğu, haset ettiği ve kendini ona karşı örgütlemeye giriştiği tarafın sembolik üstünlüğü tarafında daha en başından belirlenmiştir.”[21] Dolayısıyla taraflar, kendilerinin “milli hıncını” birbirlerini referans alarak tekrar tekrar üretecektirler. Anlaşıldığı üzere, “milli linç” denilen şey statükonun kaybının, ezilmişliğin, güçsüzleşmenin tetiklediği toplumsal hıncın, kaybın nedeni olarak görülen hedefe yönlendirilmesiyle ortaya çıkıyor. Niyazi Kızılyürek, Kıbrıs’ta statü kavgasını ve etnik çatışmayı, hınç ve şiddet tarihi üzerinden incelediği eserinde; siyasi eşitlikle toplumsal eşitsizliğin, maddi varlıkla siyasal güçsüzlüğün hüküm sürdüğü ortamlarda, hıncın ortaya çıkışının kaçınılmaz olduğunu yazmıştı.[22] Kızılyürek’e göre, beklenti ve hırsların imkânlardan daha ileride olduğu durumlarda hınç duygusu güçlenir; “tıkanmış” ve “engellenmiş olma” inancı, “içine sürüklenen durumdan çıkılamayacağı” duygusu, hınç hissiyatını tetikler. Philippe Burrin, Balkan Savaşlarından sonra Jön Türklerin “intikam, intikam, intikam” diye haykırdıklarını, Rumeli’den kovulmuş olmanın yarattığı hınç duygusunun, Anadolu’yu etnik temizliğe tabi tutmaya karar veren elitlerin baskın duygusu olduğunu yazar mesela.[23] Ümit Kıvanç da benzer bir şekilde, Selim Koru’nun “Nietzsche Türkiye’yi nasıl açıklar?”[24] yazısından hareketle kaleme aldığı metinde,[25] “başka insanların varlığına karşı duyulan hınç” meselini, Türkiye açısından irdeliyordu. Irkçılığı, toplumun bir kısmını basbayağı ortadan kaldırmaya vardırmış, bunu defalarca denemiş, yapmış devletin resmî güvenlik kuvvetlerini parti işaretleri ve sloganları kullanır hale getirmiş milliyetçilerle, ırkçılığı kategorik olarak reddetmesi gereken İslâmcıların tam da “başka insanların varlığına karşı duyulan hınç” sayesinde, ırktan da dinden de daha derindeki bu ortak paydada kolayca birbirlerini anlayabildiklerini, hissiyat paylaşabildiklerini ve biraraya gelebildiklerini düşünüyordu Kıvanç. Hepimizin içinde yer alan bir tümörden bahsediyordu; paylaştığımız bu tümör hukuksuzluğun, adalet kavramının yokluğunun, adaletten muradın ne olduğunun kimse tarafından bir türlü kavranamayışının izahı ona göre; hastalığı normalleştirip bünyemizdeki “kıskanma, aşağılanma duygusu ve güçsüzlük karışımı”nı tahripkâr kudrete dönüştürme peşindekine meşruiyet sağlayan bir illet.
Türkiye’de hıncın, korporatist ideolojiyle yıllardır yeşertilen bir zeminde hayat bulduğunu da eklemek gerek. Erbatur Çavuşoğlu, AKP ile birlikte, bu kadim ideolojinin ne şekilde kullanıldığını gayet yerinde anlatmıştı.[26] Türkiye’de başından beri iktidarın temel politikalarından olan etnik, inançsal, sınıfsal farklılıkları belirsizleştiren ve onları “ulusal çıkarlar” adına önemsizleştiren, özgürlüklere duyarlı olmayan korporatizmin, AKP ile yeni bir boyuta taşındığını yazmıştı Çavuşoğlu. Ona göre, AKP döneminde korporatizm, beslendiği milliyetçilik kaynağına İslâmı da eklemiş, 1980 sonrası neoliberal ikliminde bozulan sınıfsal dengelere iktidardaki sağ politika, imar hakları aracılığı ile mekânı yeniden dağıtarak çare olmayı seçmiştir. Siyasal İslâm, İslâmın eşitlik ve kardeşliğe dayalı bir inanç, zenginliğin ve israfın günah olduğunu söyleyerek, aslında sınıfsal çelişkileri açıklamak üzere ruhani-manevi söylemi geri çağırmıştır. Çavuşoğlu’na göre, korporatizme hem milliyetçi hem de İslâmcı söylem tarafından sahip çıkılmış ve böylelikle, hak temelli hareketlerin panzehiri dinç tutulmuştur. Fakat bu panzehir, sınıfsal farklılıkların var olduğu ve bu farklılıkların toplumsal/sınıfsal hınç ürettiği gerçeğinin üzerini örtemiyor. Gezi olaylarında polisin eylemcilere orantısız güç kullanımını, bu sınıfsal hınç ile açıklamıştı Tanıl Bora: “Polis nazarında isyan eden öğrenci-genç, yükseköğrenim görme imtiyazının kıymetini bilmeden nankörce, sorumsuzca isyankârlık eden, ana baba parası yiyen, tuzu kuru orta sınıf veledidir, ‘kolej bebesi’dir. Yoksulluktan gelmenin, aşağıda olmanın, mesleki prekarizasyonla da birleşerek biriktirdiği sınıfsal hınç, protestocuya patlamıştır; ‘güvenlik mühendisliği’ dedikleri, biraz da bu hıncın mühendisliği olsa gerektir."[27] Artık sınıfsal hıncın birçok örneğini günlük karşılaşmalarımızdaki hınç pratiklerinde dahi saptayabilmemiz mümkün. Korporatist ideolojinin yarattığı sınıfsal hıncı, korporatist “geçiştirme” söylemleriyle bertaraf etmeye çalışan ve neredeyse günümüzde yazılmışçasına “güncel” bir metin ile örnekleyerek devam edeyim. Reşat Şemsettin Sirer’in 1944 yılı Ulus gazetesinde[28] kaleme aldığı, “Hayal Olan ve Gerçekleşebilen Eşitlik” başlıklı yazısına ve hınç yorumuna bakalım:
Bendini yıkarak vadiye taşan sular; toprağın arızaları üzerinde bu arızaları örten bir düzlük meydana getirirler. Fakat toprağın meyli ve emici nassası, suları çekip akıtır. Çekilen suların yerinde gene girinti ve çıkıntılar belirir. Eşitlik isteyen insan ile eşitlik kabul etmeyen, eşitliği bozan tabiat arasında da bunu andıran münasebetler vardır. Bentlerin arkasında toplanan sular gibi fictiv kıymetlerden örülmüş duvarların arkasında hınç birikir. Bu hınç vakit vakit cemiyetin duvarlarını yıkar ve bir an için insanlar arasında farksızlık ve eşitlik kuruluyormuş gibi olur. Fakat tabiat kuvvetlidir. Hükmünü yürütür ve farksızlık, eşitlik isteyen kalabalığın arasından üstünler ve başlar sivriltir… Bir kombinada vakit geçiren işçilere nutuk söyleyen bir parti adamının, Avrupa’dan havalanıp San Francisco’ya inerek kutbu ilk defa uçakla aşmanın şerefini vatanına kazandıran tayyareci kadar şerefe hakkı olmasında imkân yoktur…
Hınç rejimine maruz kalmış mağdurların öfkesi, helalleşmeyle bertaraf edilebilir mi peki? Hınç ve linç rejimlerinin faillerinin, eylemleriyle yüzleşmeyi reddetmeleri, mağdurlarda yoğun bir “karşı-hınç”a sebebiyet verirler. Yani hınç, toplumun her hücresine sirayet edip kanserleştirir. Jean Amery’nin hınç üzerine yazdıklarını hatırlayalım. Nazi cürmünden kurtulup hayatta kalabilmiş fakat Alman toplumunun sahte, “göstermelik” yüzleşmesini, savaştan sonra hayatın “normal” devam edebilmesini, hatta Almanların parçalanmış ülkelerinden dolayı mağdur olarak kendilerini konumlandırmalarını kabullenemeyen Amery için varoluşsal bir başat haline gelen hınç duygusu, bu tarihsel sürecin ürünüdür. Alman halkı Yahudilere cömert bir tazminat politikası güdüyordur, daha ne olsundur ki? Ama Amery için, Almanya’nın Hitler’le geçirdiği on iki yılı, inatla karşılarına çıkartmak mühimdir; hıncını, yeni Avrupa’nın endüstriyel cennetine ve Batı’nın görkemli salonlarına taşımayı tercih eder ve tabii “göze batar”. Amery de kabul eder; hınç, herkesi yıkılmış bir geçmişin çarmıhına gerer, gelin ileriye, daha iyi, ortak bir geleceğe bakalım önermeleri çok uzakta kalır. Nedenini şöyle açıklar Amery:
Beni kamçıyla cezalandıran o heriflerin yoluyla benimkini yan yana koyan bir koşutluğu kabul etmem mümkün değil. Ben işkencecilerimin suç ortağı olmak istemiyorum, tersine onların kendilerini inkâr etmelerini ve bu inkârın bilinciyle benimle işbirliği yapmalarını bekliyorum. Aramızda yatan ceset yığınlarını, benim görüşüme göre, bir içselleştirme süreciyle değil, tam tersine güncelleştirerek, daha keskin bir ifadeyle, çözümlenmemiş çatışmaları tarihsel etkinlik alanına taşıyarak kaldırabiliriz.[29]
90’larda Diyarbakır’da devlet şiddetinin katlettiği babasının ölümüne şahit olan kişinin şu söylemine bakalım:
Onlarla hiç yüz yüze gelmek istemem… O kadar ki içimde kin olmuştu onlara karşı, çünkü bu vahşilikti, başka bir şey değildi… Yani onun için onlara karşı hiçbir insani gözle bakamıyorum onlara… Yani ben bilmiyorum, ama onu yapan adam zaten insani duyguları yok diye düşünüyorum… Asla bağışlamam. Bir de inanmıyorum onların bu emir kulu, çocuk değil… asla hakkımı helal etmem.[30]
Türkiye’nin milli hıncına maruz kalmış bu insanın öfkesi, helalleşme ile bertaraf edilebilir mi? Önce Cumhuriyet’in kurucu “mutlu hıncı” ile yüzleşmemiz gerek…
Belli ki, Türkiye’nin “tümörlerinden” temizlenebilmesi için, “hınç rejimi istemiyoruz” diyen siyasi partilere, bu minvaldeki çağrılara daha çok ihtiyaç var. Ve tabii ki tarihsel hıncımızla, hakikat komisyonlarında yüzleşmeye de. Rakel Dink’in sözleriyle bitirelim:
“Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan, hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim…”
[1] Bkz. https://www.failibelli.org/
[2] Tanıl Bora, Türkiye’nin Linç Rejimi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2018, 6. baskı, s. 18.
[3] İnci Özkan Kerestecioğlu, “Korku ve Siyaset: Türk Sağının Ezberlerini Çözümlemek”, Türk Sağı: Mitler, Fetişler, Düşman İmgeleri, der: İnci Özkan Kerestecioğlu ve Güven Gürkan Öztan, İletişim Yayınları, İstanbul, 2020, 4. baskı, s. 32.
[4] İlhami Yurdakul, İktidarın Ruhu: Osmanlı’dan Cumhuriyet'e Kişizade İmtiyazları (Beşik Uleması, Siyaseten Katl, Müsadere), İletişim Yayınları, İstanbul, 2022, s. 293.
[5] Bkz. https://birikimdergisi.com/guncel/10992/post-emperyal-travma-ve-cemil-meric, erişim tarihi 26 Nisan 2022.
[6] Gözde Yılmaz, “Postkolonyal bir Tahayyül Olarak Kemalizm”, Birikim, sayı 396, 2022, s. 72-80.
[7] Tanıl Bora, Cereyanlar: Türkiye’de Siyasî İdeolojiler, İletişim Yayınları, İstanbul, 2021, 8. baskı, s. 212.
[8] Tanıl Bora, “Yakup Kadri’nin Batı Görüşü: Garp Medeniyeti ve ‘Şuursuz Garpperestlik’”, Huzursuz Bir Ruhun Panoraması: Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Edebiyat ve Düşünce Dünyası, der: Yalçın Çakmak ve Özge Dikmen, İletişim Yayınları, İstanbul, 2022, s. 28.
[9] Dr. Eren Akçiçek ve Dr. Mehmet Karayaman, Atatürk’ün Türk Ocakları’nı Ziyaretleri ve Yaptığı Konuşmalar, Türk Ocakları Şubesi Yayınları, İstanbul, 2008, s. 75.
[10] A.g.e., s. 78.
[11] A.g.e., s. 97.
[12] Nagehan Tokdoğan, Yeni Osmanlıcılık: Hınç, Nostalji, Narsisizm, İletişim Yayınları, İstanbul, 2020, 3. baskı, s. 96.
[13] Cenk Saraçoğlu, “Ülkücü Hareketin Bilinçaltı Olarak Nihal Atsız”, Toplum ve Bilim, sayı 100, 2004, s. 100-124.
[14] Güven Bakırezer, “Nihal Atsız”, Milliyetçilik, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 4, s.355, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002.
[15] Nihal Atsız, “Kürtler ve Komünistler”, Makaleler III, İrfan Yayınları, İstanbul, 1997, s. 382.
[16] Nihal Atsız, “Kızıl Kürtlerin Yaygarası”, Makaleler III, İrfan Yayınları, 1997, İstanbul, s. 386.
[17] Nazmi Önem, “Fethi Tevetoğlu”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce/Milliyetçilik Cilt 4, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s. 623.
[18] Fethi Tevetoğlu, Bozkurt, sayı 8, 1940, s. 181.
[19] Murat Paker, Türkiye Debelenirken: Psiko-Politik Yüzleşmeler, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2016, s.79
[20] A.g.e., s. 80.
[21] Zafer Yılmaz, Yeni Türkiye’nin Ruhu: Hınç, Tahakküm, Muhtaçlaştırma, İletişim Yayınları, İstanbul, 2018, s. 39.
[22] A.g.e., s. 12.
[23] A.g.e., s. 14.
[24] Bkz. https://www.theatlantic.com/international/archive/2018/06/turkey-erdogan-election-kurds/563240/, erişim tarihi 21 Haziran 2018.
[25] Bkz. http://platform24.org/yazarlar/3186/yasam-kaynagi-olarak--varolussal-hinc/, erişim tarihi 10 Temmuz 2022.
[26] Erbatur Çavuşoğlu, “Kadim İdeoloji Korporatizme AKP Makyajı”, der: Tanıl Bora, İnşaat ya Resulullah, İletişim Yayınları, İstanbul, 4. baskı, 2021.
[27] Tanıl Bora, “‘Bizden Değiller’: Polis Şiddeti: paramiliter yapı, ideolojik ve sınıfsal hınç”, Polis Destan Yazdı, der: D. Koloğlu, D. Gençtürk, G. Kazaz, İ. Mavituna, S. Şen, İletişim Yayınları, İstanbul, 2015, s.350
[28] Reşat Şemsettin Sirer, “Hayal Olan ve Gerçekleşebilen Eşitlik”, Ulus Gazetesi, 27 Mayıs 1944, s. 5.
[29] Jean Amery, Suç ve Kefaretin Ötesinde: Alt Edilmişliğin Üstesinden Gelme Denemeleri, çev. Cemal Ener, Metis Yayıncılık, İstanbul, 2022, 3. baskı, s. 95.
[30] Nesrin Uçarlar ve DİSA, Hiçbir Şey Yerinde Değil: Çatışma Sonrası Süreçte Adalet ve Geçmişle Yüzleşme Talepleri, İletişim Yayınları, İstanbul, 2015, s. 246.