Son zamanlarda, Kürt meselesinin tartışılması çerçevesinde ortaya çıkan iki farklı havadan bahsedilebilir: Bunlardan birincisi, seçimlerden kısa bir süre önce gelişmeye başlayan ve seçimden sonra DTP’nin de mecliste kendisine yer bulmasıyla birlikte daha da belirginleşen bir havaydı. Bu havanın özelliği, Kürt meselesini görece daha özgür ve demokratik bir şekilde tartışmamıza olanak sağlamasıydı. Meclis içerisinde kendisine yer bulan DTP aracılığıyla, sorunları siyasetin alanı içerisinde, yani şiddetten ve onun dilinden uzak bir şekilde, tartışmaya başlamıştık. DTP’yle veya Kürt meselesiyle ilgili olarak gazetelerde neredeyse her gün birçok köşe yazısı yayınlanıyor, televizyon programları yapılıyordu. Güneydoğu’nun işsizlik, kalkınma vs. gibi ekonomik sorunlarını, bunun yanı sıra, fırsat eşitliği, kimlik, dil, vs. gibi toplumsal sorunlarını, daha fazla özgürleşme ve demokratikleşme ile nasıl aşarız, bunları tartışıyorduk. Diğer hava ise, seçimden bir süre sonra tekrar şiddetlenen PKK saldırılarıyla birlikte oluşmaya başlayan, artan şehit haberleriyle iyice ağırlaşan ve ardından da operasyon meselesiyle gündemi tamamen değiştiren bir havaydı. Bu havanın özelliği de, meseleyi kısa vadeli, acil ve askeri seçenek odaklı çözümler çerçevesinde tartışmamızı zorunlu kılmasıydı. Birdenbire, neredeyse bütün basın-yayın organlarımızdaki hava değişmiş ve herkes acil, kısa vadeli ve askeri seçenek odaklı çözüm önerileri üzerine kafa yormaya, dil dökmeye, fikir üretmeye, yazmaya, çizmeye başlamıştı. PKK saldırıları devam edince, bu sefer toplumun ve siyasetin bir kısmı DTP’nin üzerine gitmeye başlamış ve olay DTP’nin terör eylemlerini kınaması ve PKK’yı da terör örgütü olarak tanıdığını ilan etmesi noktasına gelmişti.
Bu süreçte biz, seçim öncesinde ve seçim sonrasında kısa bir süre için yakalamış olduğumuz o farklı tartışma havasını, yani meseleyi demokratikleşme ve özgürleşme çerçevesinde ele alan havayı kaybettik. Peki, sonra ne oldu? Değişen havayla birlikte Kürt meselesini sanki sadece PKK odaklı bir meseleymiş gibi tekrar ele almaya başladık. Gece gündüz, yatıp kalkıp, operasyonun ne zaman, nasıl ve ne şekilde yapılması gerektiğini tartışmaya başladık. Bu konu üzerine farklı televizyonlarda tartışma programları hazırladık, sunduk, izledik. Bütün bu gelişmeler sonrasında ise neticede Türkiye’nin ana gündem maddesi ve dolayısıyla toplumsal havamız tamamen değişmiş ve artık her gün neredeyse bütün ana haber bültenlerinde bu acil çözüm önerilerini ve operasyon haberlerini izlemeye başlamıştık. Haberler operasyon haberleriyle başlıyor ve sınıra kaydırılan askerlerin ve askeri teçhizatların haberleriyle ya da operasyona ilişkin “son dakika” haberleriyle bitiriliyordu. Özellikle bir süre, televizyonda hangi kanalı açarsanız açın, her kanaldaki haberin neredeyse başından sonuna kadar, ortada haber sunucusu ve etrafında dört kutucukla bölünmüş televizyon ekranıyla karşılaşıyordunuz. Bir tarafta Kuzey Irak şehirlerinde görev başında bulunan “savaş” muhabirleri, bir gün Zaho’dan, bir gün Erbil’den haber bültenine bağlanıyor ve bize oraların nabzını aktarıyorlardı. Diğer tarafta ise başka muhabirler, sınırın bu tarafındaki bazı şehirlere bağlanıp bize oraların nabzını aktarıyordu. Ortada da bütün bu muhabirleri yöneten ve tabii ki bizleri de onlara kilitleyen ana haber bülteni sunucuları vardı.
Toplumsal olarak öyle bir savaş psikolojisi içerisine girmiştik ki, hepimiz, kendimizi sanki topyekün olarak bir operasyonun, bir toplu mücadelenin parçalarıymış gibi hissederek, televizyonlarımızın başında bu farklı havaya her gün biraz daha fazla, her gün biraz daha şiddetle girmeye/bulaşmaya devam ettik. Üstelik yaşanan bu hava değişimini de öyle pek sorun etmedik, çünkü yaşadığımız olaylara göre, aslında böyle bir değişimin yaşanmasını normal karşılıyorduk. Sonuçta ise, neredeyse tam bir savaş havasında geçen bir süreç yaşamaya başlamış ve burada da dikkatimizin merkezine sadece PKK ve PKK’ya karşı yapılacak operasyonları yerleştirmiştik. Bu süreç içerisinde artık çok az insan bunu tekrar, o önceki farklı havada, yani demokratikleşme ve özgürleşme havasında tartışmaya devam edebilmişti. Tartış(a)mıyorduk, çünkü karşımızda öyle bir sosyal psikoloji vardı ki, artan PKK saldırılarından, baskınlarından ve artan şehit haberlerinden sonra herkes sadece bir an önce PKK’ya karşı acilen bir şey yapılmasını istiyordu. Toplumun, özgürleşme, kimlik, dil, demokratikleşme vs. gibi daha uzun vadeli çözüm yollarının sonuçlarını bekleyecek hali ve sabrı yoktu.
Şimdi gelinen son noktada ise, tansiyonu ve gerilimi yüksek bu havadan, yapılan operasyonlar ve PKK’ya kazanılan askeri başarılar neticesinde, tekrar yavaş yavaş kurtulmaya başladık. Şimdi Kürt meselesini tekrar, o önceki farklı havada, yani normal, tansiyonu düşük, gerilimi düşük, olayın vatan hainliği, terörizm vs. boyutlarıyla birebir örtüştürülemediği bir ortamda tartışmaya başlayabiliyoruz. Önemli olan bundan sonra da bu havayı devam ettirebilmemiz. Tabii bunun için de öncelikle DTP’nin siyaset yapmasını engellememeli veya DTP’nin siyaset yapmasını, PKK’yı terör örgütü ilan etmesi noktasına indirgememeli ve onların, sorunların çözümüne yönelik planlarını, önerilerini soğukkanlılıkla dinlemeliyiz. Soruna ilgi gösteren diğerleri de, kendi fikirlerini, çözüm önerilerini demokratik bir şekilde toplumla ve birbirleriyle paylaşmalı. Uzun vadede sorunlarımıza çözüm bulabilmemizin yolu her türlü meseleyi kutuplaşmadan ve soğukkanlılıkla konuşarak tartışmamızdan geçiyor. Bunu yapabilmek için de, tekrar yakalamaya başladığımız bu demokratik havayı kaybetmemeli, hatta onu daha da güçlendirmeliyiz.