İslamcılık, “Kölelere özgürlük” gibi radikal bir siyasal itiraz ve “Mülk yalnızca Allah’ındır” gibi yeni bir kurucu toplumsal proje olarak zuhur edişinin üzerinden geçen yirmi yılda “Halk Cumhuriyeti”ne dönüştü. Kurucusunun ölümünün üzerinden yirmi sene geçince albenisini yitiren “cumhuriyet”, belirgin ihtilaflarla sarsılarak vasat bir imparatorluk ideolojisine doğru bükülmeye başlandı. “Devr-i saadet’in üçüncü halifesinden itibaren “yetmiş iki fırkaya” bölünerek İbn-i Haldun’un “asabiye” teorisini akla getiren bir evrime uğrayan İslamcılık bir daha eski mutlu günlere dönemedi. Kurumlaştığı nispette konformizmle hemhal olmak, özgünlüğü kurumsallaşmamasında saklı her kurucu modelin ve bu arada İslamcılığın kaderi olageldi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin erken döneminde bizzat M. Kemal’in İslam’la serüveni medceziri andırır. Devletin kutsandığı Sünni/Hanefî yorumlar ekseninde İslam, Kemalist kontrol mekanizmalarıyla devletleştirilerek mevcut sistemi geniş kitleler nezdinde meşrulaştırılma çabası doğrultusunda kullanıldı. Söz konusu iradi çaba aynı zamanda potansiyel İslamcı kalkışmaların panzehiri sayıldı. Memurluğu andıran bir vasatlıkta, bizzat devlet eliyle hareket alanı belirlenen İslamcı hareket, daha baştan itibaren iktidar kavramıyla gerilimli bir ilişki kurmaktansa biat etmeyi eksen alan bir hatta gelişti. Sağ muhafazakâr bakiyeyle İslamcı akımın bireyleri arasındaki geçişkenliğin/ akışkanlığın bunca kolay olmasında İslamcı ekolün “anti”ci reaksiyoner devlet dersine tabi tutulmasının payı belirleyicidir. Eğitimin çoklu verimi ve bu arada alternatif İslam yorumları karşısında hakim siyasal ekolün birdenbire ceberut devlet tavrı takınması dikkat çekicidir.
İslami camianın, kendi içlerinde devleti sorgulayan, çubuğu sosyal adaletsizliğe büken isim ve kesimleri hızla dışlaması, Ebu Zer Gıfari gibi şahsiyetlerin anılmasından dahi hoşlanmaması İslamcıların devlet desteği dolayımıyla konformistleştiğine işaret düşürür. Tardedilmeyi göze alamayanların kalplerinden geçenleri söyleyemediği, nefsine yenilmeyerek vicdani kanaat belirtenlerin neredeyse yok sayıldığı geniş salınımlı İslamcılık sarkacı zamanın kendi zamanları olduğunu düşünenlerin, imanı servete çevirenlerin yararına salınıyor. Devleti esas gayesi doğrultusunda türlü eğilip bükülmeleri önemsemeden ve hatta bunların aklileştirilmesi yoluyla davranış modeli haline getirerek kullanma pragmatizmi ile genişledikçe iktidar imkanlarını sermaye biriktirme doğrultusunda değerlendiren hâkim İslamcı hareketler en güçlü oldukları yerden geriye baktıklarında nefis terbiyesine, yer yer püritenliğe varan yaşam felsefesini terk ederek içeriksiz bir hedonizme savrulduklarını görüyorlar. Tevil edemeyecekleri sapmanın üzerini örtmek üzere bir vakitler kıraat ettikleri risale- ilmihal bakiyesinden kalan malumatı tekraren terennümle mekan, zaman mevhumundan bihaber, “Nasıl Yaşamalı” diye sorarak meşreplerince cevap veriyor, daha doğrusu cevaplarını despotça bir edayla açıklayıveriyorlar. O kibirli eda sahiplerinin siyasal ve toplumsal değişim vaatleriyle nüfusun önemli bir bölümünün iltifatını kazandıklarını unuttukları yerde ve zamanda “Gezi Günleri”nde “özgürlük” üst başlıklı bir toplumsal itiraza çarpmaları, “Nasıl Yaşamalı” başlığının hâlâ bir kibritle tutuşacak patlayıcı, parlayıcı muhteva barındırdığını gösterir.
İslam’ın “Nasıl Yaşamalı”, sorusuna kendi mantığı çerçevesinde yanıtları var. Bugünün İslamcı hareketlerinin büyük çoğunluğu bu soruya verdikleri yanıtlarla şimdiki zamanın dışına düşüyorlar. Bu yanıtların hayata geçmesini zorlamak toplumun bir bölümünün diğer bölümüyle savaşmasını göze almayı gerektirir. Nasıl gülüneceğine varıncaya dek genişleyen bir tahakküm ilişkisi kadınlardan gençlere nüfusun çok geniş bir kesiminde, giderek daha yakıcı biçimde, infiale yol açabilir.
Ahmet İnsel’in olayların ilk günündeki nitelemesiyle bir “Haysiyet Ayaklanması” halini alan Gezi halk isyanı sırasında, sol parti ve çevrelerden yer yer daha çok antikapitalist Müslümanlara küfredilmesi İslami cemaatlerin birbirlerine de devlet olabilme kapasitesini göstermesi bakımından kayda değer. Ezilenlerden yana bir din ve toplumsal düzen okuması nicedir arkaik bulunuyor, ayıplanıyor, gençlik romantizmi sayılıyor. Gezi’den itibaren daha yüksek sesle itibarsızlaştırılmaya çalışılan bu ekolün temsilcilerine galiz küfürler, ölüm tehditleri savruldu. Ancak hakim İslamcı yorumların sıkıntısı antikapitalist Müslümanlar çevresinin Şia- A.Şeriati ekolü yaftasıyla adeta tekfir edilmesiyle hallolamayacak kadar çetrefilli.
Bir lokma bir hırka felsefesinin üzeri nicedir tozlu. Hâlâ entelektüel enerji sınırsız tüketim bahsinde mütereddit davrananları hakim İslamcı yorumlar ekseninde ikna etmeye harcanıyor. Hiçbir itiraz istenmiyor. “Bütün günahlar yarı yarıya” prensibine göre davranılıyor. Rantın massettiği idealler darmaduman. Nefis terbiyesine dayalı dava arkadaşlığı masalı, ümmet kardeşliği esnekliği kapitalizmi kutsayan İslamcı siyasetin hakikatine yenildi. Allah rızası için iş görmek gerilerde kaldı. Sadece AKP- Cemaat Partisi arasındaki kanlı bıçaklı ihtilafta birbirleri aleyhinde edilen sözlere kulak kesilmek, memleketin neredeyse bütün tarikat ve İslami camialarının bu saflaşmaya dair ilanlarla, açıklamalarla pozisyon aldıklarını hatırlamak, temeli akçeli işlere dayanan uzun beraberliklerin diyet gerektirdiğine bir de bu vesileyle işaret eder. Gıybet, nifak, kul hakkı... AKP’de hisse ortaklığı ve kar payı garantisiyle bir araya gelen zamana ayak uydurmayı becermiş İslamcı hareketlerin geniş koalisyonu lider değişimi vesilesiyle yeniden paylaşım isteklerini dillendirirken hiç de diğer dünyaya hazırlık yapıyor görünmüyorlar. Benzer bir kapışmanın etik ölçüler kenara itilerek devlet başkanlığı tartışmaları döneminde, mesela A. Gül ismi etrafında yürütülmesi siyasal İslam referanslı politik hareketlerin, mesele ikbal kavgası için birbirini harcamaya dayandığında bir cangıldan farksız hale geldiğini ortaya koyuyor. Altta kalanın canının çıktığı, kimsenin yarınından emin olmadığı bir ilişki ağının ortasında cadı kazanlarının kaynatılması gayet olağan.
Halkın ikna edilerek oyunun alınmasıyla uluslarası konjonktürün elverişli şartlarında Türkiye’deki siyasal İslamcı hareket ticaret ehli olmanın getirdiği işbitiricilikle görece kısa zamanda kurumsallaştı. Bu sırada konjonktürün değişmesi hareket içindeki ihtilafları artıran önemli bir vektöre dönüştü, İsimler, cemaatler arasında fetret devri havasını andıran kapışmaya dikkat kesildiğinde İslamcı ekolün saf ilkelerini savunan cüz’i bir kesimi tenzih ederek şunu söylemek mümkün: Devletle, iktidarla iş tutmuş islamcı hareketlerin “dinleri var imanları yok”. “Nasıl Yaşamalı” sorusuna öncelikle nüfusun İslam ve İslamcı hareket dışı kesimlerini önsel olarak dışlayan yanıtlar vermeleri, bazen Kuran’a bazen (sahih olup olmadıklarının bu çerçevede önem taşımayan) hadislere göndermede bulunmaları onları tipik sağ muhafazakar bir parti olmaktan kurtarmaya yetmez.
Kendisini Müslüman kimliğiyle tanımlayan nüfusun kahir ekseriyetinin İslam anlayışı ve dini yaşama biçimiyle devlet katında politik İslam referansıyla iş gören, iktidarlaşan zevatın İslam algısının bir olmadığını hatırlatmak ihtiyaç. Dinin halkın sosyal hayatındaki kültürel konumuyla İslamcı kesimlerin elinde öldürücü silaha, alt etme aracına, itaate zorlama argümanlarına dönen siyasallaştınlmış İslam’ın, İslam denilince tüyleri diken diken olanların karşı propagandasına imkan tanıyan zorba, mezhepçi, dışlayıcı uygulanışı arasındaki farklılık ne kadar belirginleşirse belirginleşsin, Türkkiye’deki sol hareketin ezeli CHP refleksleri hasebiyle, pratik sahada açık tutum farklılıklarına yol açmıyor, bu ihtimali adeta baskılıyor. Ezbere dayalı yekpare din/ İslam algısı, siyasal İslamcı grupların herhangi bir karşı çabasına gerek bıraktırmayacak biçimde Sünni-Müslüman nüfusla sol dünya arasındaki doku uyuşmazlığına süreklilik kazandırıyor.
İslamcı hareketin yükseliş döneminde olduğu gibi ikbal kaygısının şiddetlendiği sert bir iç savaş halini alması muhtemel şu duraklama döneminde de “Türkiye Sol’u İslam’ı ve dini yeniden düşünmüş değil. Meselelerin kendisini iyiden iyiye duyurduğu zamanlarda acil tedbir paketlerine sarılmak, derinleşmek bir yana meseleleri anlamayı güçleştiriyor. Cemaatle sohbet edilen cami önlerinde bildiri dağıtmak, başörtülü kadınlarla beraber gaza- copa direndiği Gezi’de Cuma namazı kılanların etrafında kol kola çember oluşturmak gibi jestlerle/ pratik tutumlar geliştiren bir sol, elbette bayram kutlamayı dahi gericilik sayan, “Müslüman halk” tabirini asla kabullenmeyen evvel zaman solundan yeğdir ve bu tutumlar kıymetlidir lakin bunca altüst şuasında Türkiye sol sosyalist hareketinin genel olarak din, hususen de İslam üzerine başlıbaşına düşünmediğini faş eder.
Heva hevesleri peşinde koşarak dünya malına tamah eden siyasal İslam’ın güneşi battı. İç blokajlar nedeniyle iktidara ram olmayan İslami kesimlerin ve bu arada “Antikapitalist Müslümanların birer mütefekkir yatağı, aksiyon inşa menbaı olma haricinde toplumsal hareketlere dönme imkanları zayıf. Diğerleri iltimas elde kendilerini çeşitli boylardaki ihtiraslı “Beyefendi”lere beğendirme derdinde. Takvimin şimdiki zamanı muhafazakâr çevrelerin tipik iç kapışmalarına işaret ediyor. Sol’un temsil iddiasında olduğu değerler silsilesine doğru genişlemedikçe yenilenme, servet biriktirmekten uzak durma tartışmalarının İslam Rönesansı ile neticelenmesi pek mümkün değil. Sol birikimin “Antikapitalist Müslümanlarda din başlığı altında mesela demokratik laiklik ortaklaşmasıyla rezonansa girmesinden nasıl bir verim elde edilebileceğini tartışma ihtiyacı hâlâ ve hep güncel.
Aktif etkileşimi gözetmeyen, “safkan” İslamcı tartışmaların akıbeti hakkında şu trajik misal verilebilir; İslam, toplum, reform gibi başlıklarla önemli tartışmalar yürüten, bir ara “Irak’ta Savaşa Hayır” ortaklaşmasında yer alan İslami bir camia bugün hem mevcut iktidarı destekliyor hem Suriye’deki Rojava devrimi karşısında konumlanıyor hem de civar coğrafyada kontrgerilla taktikleriyle yol alırken kendisine biat etmeyen Müslümanları tekfir ilan eden, insanlığın ortak mirası dinsel mabet ve merkezleri yıkan, Ezidileri topluca katleden İslamcı grupların eylemlerini olumluyor, övüyor. Bu tür nedenlerle amaç açıklığından yoksun, somut bir programa bağlanmamış İslam içi “biz bize” tartışmalar dışarıdan bakanlara güven verme dinamiğini baştan yitirir.
İslam referansıyla Türkiye sathında iktidarlaşanlar güç temerküzü sayesinde yönetmeye devam ediyorlar. Orada tutunmak için akla gelebilecek her yola müracaat ve tenezzül edileceğini söylemek dahi gereksiz belki. Yolun sonunda değişim dönüşüm gibi sözcüklerden kendi çevrelerinin arzularını toplumsallaştırmayı anlamaları hazin. Sözleri tükendi. Sistematik bir hasımlar silsilesi icat etmeyi gerektiren ‘Yeni Osmanlıcılık’ parolasıyla emperyal hevesleri canlandırmaktan başka teklifleri yok. Ancak teklif ve vaatlerinin ufku “İslamcılığa” müracaat etmeden de, mesela MHP veya CHP dürbünüyle görülebilir sığlıkta. Muhalefeti gereksizleştirerek merkeze yerleşip orada ebediyen yer işgal etme hevesi hem İttihatçılık melezi Kemalizmin kurucu davranış kodlarını hem muhalefetin tarihsel reflekslerini aynı anda kuşanarak kendisi olmaktan çıkmakla neticelendi. Bir yanıyla Musrileşmeyi göze alan, diğer yanıyla mezhepçilik ateşiyle oynayan, bu arada Osmanlı rüyasına yatan kültürel, siyasal bulamacı andıran ufuksuzluğun ikbal derdine düşen İslamcı hareketin kaçınılmaz mukadderatına dönüşmesinin onları oylarıyla destekleyen nüfusta infial uyandırmaması, bahsedilen kaderden daha ilginç.
İslam’ı, kuşkusuz yüzlerce yıllık konargöçerlik kültürünün de yardımıyla, gündelik hayatın ihtiyaçları doğrultusunda asimilasyona uğratarak yaşayan nüfusun davranış biçimleri, İslamcı yükselişten olduğu kadar muhtemel geriye düşüşten de büyük etkilenmeler yaşamayacaktır. Orta ve uzun vadede alıştığımız manadaki İslamcı hareketlerin kaderlerine terk edilmesi muhtemel. Daha evvel tatbik etmek suretiyle başka dinlerle ilişkilenen, bir dinde kullanışlı bulduğu ayrıntıları diğerine eklemleyerek sürdüren, dinlerin belirgin konturlarmdan Ötesiyle ilgilenmeyi gereksiz bulan Türkiye sathındaki “Müslüman” nüfus, toplumsal genetik yatkınlık sonucu pratikçidir, günlük yaşayışında teoriye ters düşüp düşmemeye, hatta İslam ilmihalinde ne dendiğine sanıldığı kadar aldırmaz.
Politik İslam’ın geriye düşüşünün, solun sandığı gibi dinin etkilerinin ortadan kalkmasıyla sonuçlanmayacağı ise muhakkak. İnsanların kimlik ve aidiyetlerini, o dili öğrenmek yerine başka bir dile (hatta bildiği tek dile) tercüme etme-indirgeme biçimindeki otoriter belirlemecilikle ödeşildiği nispette siyasal/ toplumsal çalkantılar Türkiye sol hareketlerini sıkça ululanan “kitlelerle” buluşturabilir, kazaen buluşulmuş eski zamanların teyel yerlerindeki dikişleri ilk zorlamada atıveren gönülsüz beraberliklerini aşan bir enerji açığa çıkarılabilir. İslamcılığın “günbatımı”na tanıklık ediyoruz, bu yeni bir şey evet ama bununla birlikte henüz bildiğimiz davranış kodlarından silkelenen kapsayıcı bir sol tahayyülün sabahı da yakın değil. Kaotik durumun süresini uzattığı alacakaranlıktan yine ve yalnızca bir sol-sosyalist toplumsal rönesansla çıkılabileceğini düşünmek uzak görüneni yakınlaştıracak içsel enerji bataryasıdır.