“Sıradan” Failler

İnsanların devlet eliyle haksız yere fizikî ve ruhsal işkence görmesinde, öldürülmesinde, “sıradan” bir bürokrat nasıl rol oynar? Devletin polisi, doktoru, avukatı, üst düzey bürokratların arkasındaki “görünmez” itici kuvvetler, kolektif hafızanın tahribatında hangi ruh halleriyle bulunurlar? Ne yer ne içerler, nasıl giyinirler, nelerden motive olurlar? Daniel Lee’nin SS Subayının Koltuğu kitabı, “sıradan” bir avukatın, SS subayının günlük hayatına, aile yaşamına, aldığı “rutin” kararlarla binlerce insanın kaderini nasıl etkilediğine tanık kılıyor bizi. Zengin, muhafazakâr, militarist, milliyetçi bir aileden gelen Griesinger’in yükselme hırsını, Nazi rejiminin “önemli” bir bürokratı, bir uzvu olma yolundaki gayretlerini, birkaç kuşaktır Alman olduğunu ispatlamanın verdiği şevkle sarıldığı “iyi” aile babalığını, hayvan sevgisini[1], kitapta satırlar boyunca takip ediyoruz. Griesinger, bürokratlıktaki terfilerini, Nazi rejiminin bir avukatı olarak, rejimin kurallarını uygulamakla, işleri “çalışkanlığı” ile kotarmakla elde ediyor. “Çalışkanlığını” kaybetme ve toplum nazarında dikkate alınmama ihtimali, korkularını tetikliyor ve onu agresif bir grubun ılımlı, uyumlu bir üyesi haline getiriyor. Griesinger’in verdiği “görece önemsiz kararlar”, binlerce Yahudi’nin mülkünü kaybetmesine, işkence görmesine, ölmesine sebebiyet verse de Griesinger, rejim tarafından takdir edilebilmek için işlerine daha da sıkı sarılıyor. Böylelikle hem çevresinden hem de ailesinden takdir görüyor. Bu minvalde, Griesinger, Browning’in öne sürdüğü[2], “sıradan insanların” otoriteye itaat, çevre baskısı, kariyer hırsı gibi güdülerle, haz ile hareket eden faillere dönüşebildikleri tezine örnek oluşturur nitelikte. Aynı zamanda, Goldhagen’in[3], Hitler’in ve Alman toplumunun birlikte paylaştıkları, tarihselliği olan bir Yahudi düşmanlığından alınan feyiz ile “ortaklaşa” hareket ettikleri, dolayısıyla faillerin “sıradan insanlardan” ziyade “sıradan Almanlar” olarak addedilebilecekleri argümanını da geçerli kılıyor Griesinger.

Nazilerin başarısız olması ve savaştan sonra yeni hükümetin kurulmasının ardından gelen “sembolik” yargılamalarda, Griesinger gibi “sıradan” bürokratların bahsi geçmiyor tabii; onlar “suçlular arasında suçsuz” olarak kalıyorlar. Aileler, “hafıza duvarları” yaratıyor ve toplum “yüzleşiyormuş gibi” yaparak, günlük koşuşturmaları ve meşguliyetleri ile, bugüne değin bu duvarların ardında yaşamaya devam ediyor…

Griesinger karakterinin bir benzerini, hayali bir karakter üzerinden Heinrich Mann, Tebaa romanında yaratmıştı. Henüz Birinci Dünya Savaşı başlamadan evvel bu kitabında yarattığı Diederich Hessling karakteri, sonrasında Nazi rejimini destekleyecek “Griesingerlerin” politik psikolojilerini yansıtıyor denilebilir. Heinrich Mann, 31 Ekim 1906 tarihinde, Ludving Ewen’e yazdığı mektubunda, yazmayı düşündüğü bu Tebaa romanını şöyle tanımlar[4]:

Berlin’e geldiğimden beri, köleleşmiş kitlelerin baskısı altında yaşıyorum. İnsana sevgisiz Prusya ast-subay ruhuna burada bir de metropolün makineleşmiş yığınsallığı eklenmiş ve sonuç olarak, insanlık onuru bilinen tüm ölçülerin altına düşmüş… Tren istasyonlarında, tere batmış kahvelerde bazen şöyle bir hisse kapılıyorum: Sanki birden bir bölük polis baskın yapıyor ve kalabalıktan on-yirmi kişiyi kılıçtan geçiriyor ve buna rağmen diğerleri ne trenlerini kaçırıyor ne de sütlü kahvelerini soğutuyorlar… Roman kahramanı, Berlin ruhunu taşraya taşıyacak, ama her şeyden evvel son kerteye kadar Bizanslı kalacak “sıradan” bir Yeni Alman olacak. Kendisinin bir kâğıt fabrikası olmasını; zamanla yurtsever karpostallar üretmesini ve Kayser’i muharebe resimlerinde, tanrılaştırılmış pozlarla göstermesini tasarlıyorum.

Griesingerleri anlamakta, Freud gibi, edebî eserleri psikolojik yönden tahlil etmenin gerekliliğine inanıyorum ve elbette Hessling kurgu karakteri, Alman toplumunun eril tahakkümü olumlayan psişesini serimlemesi açısından önemli. Bununla birlikte Daniel Lee’nin kaleme aldığı şekliyle biyografik eserlere daha çok ihtiyaç var. Türkiye, böyle biyografik eserler kaleme almakta maalesef çok yetersiz. Türkiye’de, devletin “sıradan” bürokratlarının, iş insanlarının, mahalle sakinlerinin insanların işkence görmelerine, “kaybedilmelerine”, tutuklanmalarına, öldürülmelerine aracı olmalarını, suç ortağı olmalarını sağlayan “motivasyonu”, ancak “sıradan faillerin” biyografilerinin çoğalmasıyla tahlil edebiliriz. Günlük hayatlarının tertibi, zevkleri, aile ilişkileri, korkuları, mutsuzlukları, geçmiş ve gelecek tahayyülleri, kişilerin bir eylemin faili olmayı tercih etmelerinde hayli önemli. Hele ki Türkiye gibi, insanların psişik yapılarında, dünyada çok ender rastlanabilecek, onarılması olanaksızlaşmış büyük travmalar bulunan, en iyi niyetli Müslüman Türklerin bile yaşadıkları biyografik kopuklukların, kırıklıkların, huzursuzluk ve çaresizliklerin, paranoid psikotik boyutlara vardığı, kimlik ve psişik krizlerini anlamakta ve anlatmakta zorluk çektikleri bir ülkede[5], Daniel Lee’nin çalışmasına benzer çalışmalara ve bu çalışmalar ışığında alınacak politik psikoloji notlarına daha çok ihtiyaç var. “Helalleşme” sürecinde, birbirimizi gerçekten ‘’tanıyabilmek’’ için de gerekli.

12 Eylül 1980 Askerî Darbesi ve sonrasının “sıradan” bürokratlarını, insanların ruhsal ve bedensel işkencelerini kolaylaştıran eylemlerin, şimdiye değin süren kolektif depresyonun “sıradan” faillerini araştırmakla başlanabilir böylesi çalışmalara.[6] Sırrı Süreyya Önder’in yıllar sonra işkencecisi, 1980 darbesinin ardından Mamak Askerî Cezaevi müdürü olan Raci Tetik ile karşılaşmasına, onun pejmürde haline, akli melekelerinin kaybına tanık olmasına dair anlattıkları bu açıdan beni çok etkiledi. Sırrı Süreyya, Raci Tetik ile yüzleşme arzusuyla kendisine sorular yönelttiğinde, geçmişe dair pişmanlık duymadığını belirten, devletin kutsal bir şey olduğunu varsayan, küçük yaşta depremle yetim kalınca Darrüşşafaka’ya, oradan da askerî okula devam eden, Süreyya’nın deyimiyle “insanlıktan nasibini alacak bir ortamı olmayan” Raci Tetik’in -ve diğer faillerin- biyografisini Daniel Lee gibi ele almak, psişesini aydınlatmak, bir devrin tahliline, dahası ülkenin politik psikolojisine götürmez mi bizi?

SS Subayının Koltuğu’ndan bir cümle ile bitirelim: “Ünlü fanatikler ve katiller, eğer hükümeti ayakta tutan, evrak işlerini yapan, korku ve şiddet tehdidi içlerine işlemiş, rejimin potansiyel kurbanlarıyla yan yana yaşayan sayısız destekçileri olmasaydı, var olamazlardı.”[7]


[1] Agnes Varda’nın 2004 yılı belgeseli “Ydessa, the Bears and etc.”, “sıradan” Nazi rejimi destekçilerinin “sevecenliklerini”, Ydessa Hendeles'in oyuncak ayılar temalı sergisi vesilesiyle analiz ediyor; “sıradan faillerimiz” ile alakalı, neden bu gibi sergiler düzenlemeyelim yahut belgeseller çekmeyelim?

[2] Christopher R. Browning, 1992, Ordinary Men: Reserve Police Battalion 101 and the Final Solution in Poland, New York, Harper Collins

[3] Daniel J. Goldhagen, 1996, Hitler’s Willing Executioners: Ordinary Germans and the Holocaust, New York, Alfred A. Knopf.

[4] Akt. Serol Teber, 1990, Politik Psikoloji Notları, Ara Yayınları, s. 65.

[5] Bkz. Serol Teber, 2014, Tutunamayanların Politik Psikolojisi, Okuyanus Yayınları, s. 19.

[6] https://bellekmuzesi.org/, belki böyle çalışmalara önümüzdeki süreçlerde vesile olacaktır.

[7] Daniel Lee, 2022, SS Subayının Koltuğu: Bir Nazinin Gizli Yaşamının Peşinde, çev. Büke Temizler, İletişim Yayınları, s. 27.


Görsel: Robert Griesinger’s pasaportu