Reistokrasinin İktidara Mecburiyeti; Erdoğan’ın İktidara Mahkûmiyeti (I)

Erdoğan geçtiğimiz haftalarda 2023’teki seçimlerde “son kez” aday olacağını açıkladı.[1] Bu yazı onun önümüzdeki seçimlerdeki -heyhat!- mukadder adaylığı ile  ilgili değil, 2028’deki (ve belki de 2033’teki) muhtemel adaylıkları ile ilgili bir yazıdır. Ben Erdoğan’ın önümüzdeki seçimlerde son kez değil -Tanrı en az Kenan Evren’inki kadar uzun ömür versin- yaşadığı sürece muhtemel 2028, 2033… seçimlerinde de mecburen ve mecburen aday olmak zorunda olduğunu düşünüyorum. Bu yazıda elimden geldiğince bunu tartışmaya çalışacağım.

***

Otoriterizm, yeni binyılın trendi. 2000’li yıllar, tüm dünyada adım adım otoriter yönetimlerin zaferlerine sahne oldu. Vladimir Putin’den Donald Trump’a, Viktor Orban’dan Rodrigo Duterte’ye, Narendra Modi’ye, Abdülfettah Es-sisi’ye… ve elbette Erdoğan’a; ilk yirmi iki yılını henüz bitirdiğimiz yüzyılımız otoriter yönetim örnekleriyle doldu taştı. Bu otoriterliğin 20. yüzyılın ilk çeyreğinde popülerleşmeye başlayan faşizmden, Sovyet ya da üçüncü dünya otoriterliklerinden farklı yönleri de var; onlara benzer yönleri de.

Otoriterizm, popülizm ve faşizm: Birbirlerinden farklı ama iç içe, kol kola yürüyen lâkin asla birbirine karıştırılmaması gereken üç kavram. Bu nokta önemli. Çünkü düpedüz faşist olana kolayca popülist dersek sadece işler karışmakla kalmıyor, bir de üstüne siyasal olan yanlış yerden kurulmaya başlanıyor. Daha da kötüsü failin faşizmi “tolere edilebilir”, “düzeltilebilir”, “yerinden edilebilir”, “demokratik kanallarla engellenebilir” bir görünüm almaya başlıyor. Bu nedenle son on yılda yükselişe geçen otoriterleşmeyi çoğu kez tek başına popülizm kavramıyla yumuşatmadan faşiste faşist demeyi bilmek gerek. Bununla birlikte şu da bir gerçek ki günümüzde faşist ideolojinin belli başlı karakteristikleri, üzerlerine sayısız makale, kitap, haber yazılmış popülist liderlerin eylemleriyle ve politikalarıyla da benzerlik gösteriyor. Bu noktayı en fazla irdeleyen yazarlardan biri de Federico Finchelstein. Faşizmden Popülizme başlıklı kitabı da bu bakışla yazılmış bir kitap. Finchelstein daha en başta popülizmin faşizmle olan siyasî teoloji, mitsel tarih anlayışı, siyasî gösterenin ve siyasî dinin törensel doğası gibi unsurlarla olan bağlantılarının altını çizerek örneğin Donald Trump, Marine Le Pen, Hugo Chavez ve Recep Tayyip Erdoğan gibi kimi liderlerin Hitler ve Mussolini özentisi olmakla birlikte klasik faşist siyasetten köklü bir kopuşu temsil ettiklerini iddia eder. Devamında bütün bu isimlerin “seçmen azınlığının haklarını kullanmalarından” çekindikleri için geçmişteki otoriter liderlerle aynı noktada buluştuklarını da ekler. Bu liderler bir taraftan halk adına tepeden inme bir yönetim sergilerlerken diğer yandan da “en anti-demokratik kararlarını onaylatmak için bile” seçimlere başvurmaktan[2] asla geri kalmamaktadırlar. Finchelstein’ın -her ne kadar burada ismi geçen liderleri klasik faşist siyasetin günümüzdeki temsilcileri olarak saymasa da- bu liderlerin izledikleri siyasetin faşist bir tarihsel arka plana sahip olduğu şeklindeki iddiası tartışılmaya değer. Öncelikle Finchelstein[3] “… modern bir siyasi hareket olarak faşizmin 1919’da Kuzey İtalya’da doğduğunu, isim babasının ise Benito Mussolini” olduğunu belirttikten sonra faşizmin -tıpkı her siyasî düşünce ve kavramın olduğu gibi- her ülkeye yansıyışının o ülkenin sosyal yapısınca şekillendiği, somutlandığını belirtir. Hatta faşizm, farklı ülkelerde farklı isimlerle bile benimsenebilir. Ancak bu, faşizmin bir özünün olmadığı anlamına da gelmez. Finchelstein, modern popülizmin de faşizmden doğduğunu belirtir. Bu doğrultuda modern popülizm, İkinci Dünya Savaşı sonrası faşizmin yeniden formüle edilmesiyle şekillenmiş otoriter bir demokrasi biçimi olarak ortaya çıkar. Finchelstein; popülist siyasetin, tam da faşizmin gözden düştüğü, faşist kavramının pejoratif manada kullanılmaya başlandığı İkinci Dünya Savaşı sonrasında popülerleştiği düşüncesindedir. İkinci Dünya Savaşı sonrası faşist siyasal rejimlerin ortadan kalkması ile beraber faşizm ağır bir yenilgiye uğramış ve siyasal söylemin dışına çıkmıştır. İşte Finchelstein’e göre “… popülizm faşizmin yenilgisinin bir sonucu olarak reform yapmaya girişmiş, faşist mirası demokratik kurguya göre yeniden düzenlemiştir”.[4] Yine de yazar faşizm ve popülizmden aynı şeylermiş gibi bahsetmenin sorunlu bir yaklaşım olduğunun altını çizer. Finchelstein’e göre popülizm “… her durumda yekpare halk adına konuşur, bunu da demokrasi adına yapar. Fakat burada demokrasi dar bir çerçeve içinde, popülist liderlerin arzularının bir ifadesi olarak tanımlanır… Liderlerinin bizzat halkın kendisi olduğuna ve vatandaşlara vekâleten her türlü kararı alması gerektiğine inanılır … Lider teoride halkın vücut bulmuş hâli olsa da pratikte yalnızca –popülistlerin bütün toplumu ifade ettiklerini düşündüğü- kendi taraftarlarını (ve seçmenlerini) temsil eder … Halkın sesi, ifadesini ancak ve ancak liderin ağzında bulabilir. Ülke ve halk en nihayetinde liderin şahsında kendisini tanır ve siyasete katılır … Popülizm demokrasiyi inkâr etmez ancak deforme eder. Bir rejim olarak popülizm bütün halkın tam bir temsilini talep eder. Fakat bunu genellikle iktidarın tümüyle lidere devri olarak anlar … Faşistlerin aksine popülistler ekseriyetle demokrasi oyununun parçasıdır … Popülizm plebisiter bir siyaset anlayışını öngörür ve faşist bir form olan diktatörlüğü reddeder … Popülizm halkı Bir olarak, yani liderden, yandaşlarından ve ulus-devletten oluşan bir varlık olarak tasavvur eder.”[5] Şöyle devam ediyor yazar:

Popülizm ideolojik bakımdan bir sarkaç gibi hareket eder fakat yine de bazı temel özellikleri değişmeden kalır: aşırı kutsallaştırılan bir siyaset anlayışı; yalnızca aydınlanmış liderliğin takipçilerini halkın hakiki parçası sayan bir  siyasî ilâhiyat; özsel olarak yönetici elitlerin karşısında konumlanmış bir lider anlayışı;  siyasî karşıtların potansiyel (ya da fiilî) vatan haini olarak görülmesine karşın henüz şiddet araçlarıyla bastırılmadığı bir düşman anlayışı; bir bütün olarak halkın ve ulus-devletin arzularının cisimleşmiş hâli ve sesi olarak karizmatik lider anlayışı; yürütme organı güçlendirilirken yasama ve yürütme organlarının söylemsel düzlemde sık sık da fiilen hiçleştirilmesi; bağımsız gazeteciliği sindirmek için sergilenen sürekli çaba; aşırı milliyetçilik ve popüler kültüre, hatta şöhret kültürüne büyük önem verirken “milli düşünce”yi yansıtmayan diğer ifade biçimlerini yadsıma ve son olarak her şeye rağmen en azından pratikte diktatöryal hükümet biçimlerini reddeden, otoriter bir anti-liberal seçimli demokrasi seçimine bağlılık.[6]

Finchelstein’ın önünde duran örneklere -Modi Hindistan’ına, Trump ABD’sine ya da Erdoğan Türkiye’sine- bakarak modern popülizm için bu türden görüşler öne sürmesi anlaşılmaz değildir. Nitekim kendisi de modern popülizmin faşizmin kimi özelliklerini bünyesine katarak ve onları demokratik döneme uygun hale getirilmiş otoriteryen bir ideolojik programa eklemleyerek faşizmin yerine geçtiğini ve görevi ondan devraldığını iddia etmiştir. Finchelstein’ın popülizm ve faşizm literatürüne katkısı elbette ki önemli ancak popülizmi bir “rejim” olarak tarif etmesinde bir sorun olduğu da muhakkak. Popülizmi bir rejim olarak değil de günümüzde yükselişe geçen otoriterleşme dalgasında hangi işlevi gördüğünden hareketle değerlendirmek daha doğru olacaktır. Mevcut otoriter rejimlerin önemli bir bölümünde popülist bir stratejinin gömülü oluşu da bu soruyu daha anlamlı hale getiriyor. Bu ise bizleri kaçınılmaz bir biçimde farklı kuramsal modellere bakmaya yöneltiyor.

Öncelikle popülizm adına -Laclau’nun[7] da vurguladığı şekliyle- sabit bir kuramsal hattın varlığından bahsetmek bile zordur. Örneğin Laclau açısından popülizm, toplumu iki kampa bölen politik sınırın inşa edilmesiyle ilgilidir. Bu kamplar içinde düşman bazen rejimin kendisi oluverirken bazen de oligarşi ya da egemen sınıfın kendisidir. Bu kampın karşısında yer alanlar ise “halk“ ya da sessiz çoğunluklar olarak nitelendirilirler. Bu gösterenlerin eklemleyici potansiyeli de tarihsel bağlama göre değişiklik gösterir. Buradan hareketle Laclau, popülizmi bir söylemsel strateji olarak tanımlar. Bu strateji “halkı”, iktidarı elinde tutanlara, oligarşiye, güçlülere karşı seferber etmek için olmazsa olmazdır. Finchelstein‘ın popülizme yüklediği anlam da tam da bu noktada tartışmaya açılmaktadır. Eğer Laclau‘nun izinden gidersek diyebiliriz ki, popülizm otomatik olarak demokrasiye karşı değildir. Biraz daha açıklayıcı olmak gerekirse demokrasi ve popülizm birbirine eklemlenebilir ve kapalı sistemler haline gelmiş olan liberal demokrasileri güçlendirmede popülizm önemli bir rol üstlenebilir. Dolayısıyla Finchelstein‘ın “popülizmin her türlü özgürleştirici siyaset biçimine bir tehdit oluşturduğu iddiası“ tartışmaya açıktır.[8] Bu nedenle popülizmin daha ileri olarak kabul edilebilecek versiyonlarının gözden kaçırılmaması gerekir. Laclau açısından sorun liberalizmin kendisi, çözüm ise radikal demokrasidir. Bu noktada popülizm, çatışmayı siyasete tekrar dahil ederek ve toplumun dışında kalmış kesimleri seferber ederek işte bu radikal demokrasinin elde edilmesine imkân tanır. Ancak Müller’in de[9] altını çizdiği üzere, ulus-devletin inşası düşüncesi, milliyetçi refleksler ve bu patikadan yürüyen sağ siyaset de popülizmin membaında yer almaktadır. Çoğulculuk karşıtlığı ve tek tip toplum kurgusu (AKP ve MHP’nin “Tek Millet, Tek Bayrak, Tek Vatan, Tek Devlet” sloganlarında olduğu gibi) olarak karşımıza çıkan bu dinamik, ötekileştirici politikaları beraberinde getirmektedir. “Tek…”in retoriğinin dışında kodlanan tüm toplumsal kesimler dışlanmakta, terörize edilmektedir. Klasik sağ popülizmden farklılık gösteren bu yeni sağ politikaların tam olarak neyi işaret ettiğini Bob Jessop’ın ”iki uluslu hegemonya projesi” kavramsallaştırması üzerinden de okumak mümkündür. Öncelikle Bob Jessop açısından “tek uluslu hegemonya projeleri” toplumun tümünün desteğini almaya dönük daha kapsamlı hegemonya projeleri[10] olma özelliği taşır. Buna karşın “iki uluslu hegemonya projeleri”, bir taraftan toplumun kritik -biz buna popülist failin işaret ettiği “halk” da diyebiliriz- öneme sahip bölümlerinin desteğini almayı hedeflerken diğer yandan ise bu çerçevenin dışında kalan kesimleri projenin dışında tutmaktadır. Dolayısıyla da daha dar bir hegemonya tesis etmeyi amaçlarlar. İki uluslu hegemonya projeleri işaret ettiği halkın dışında kalanları “istenmeyenler”, “fazlalıklar” olarak nitelendirdiğinden bu kesimlerin varsayılan projeden fayda görmeleri bir yana zararlı çıkmaması için neredeyse hiçbir neden yoktur. Sonuç olarak ilk ulusa -yani “seçilen” ulusa- belli tavizler verilip kaynaklardan daha fazla yararlanma olanağı sağlanırken diğer ulusun payına düşen “tahakküm” ve “dışlanma”dan başka bir şey değildir.[11] Eğer genel iradenin ilk ulusun temsilcisinde, otoriter liderde tecelli ettiğini kabul edersek otoriter popülizmin işleyiş mantığını anlamak da kolaylaşır. Nitekim Mudde’nin de belirttiği gibi “popülizm genel iradenin sadece saydam değil, aynı zamanda mutlak olduğunu ima ettiğinden, otoriter rejimleri ve halkın homojenliğini tehdit eden herhangi birine karşı bağnaz saldırıları meşrulaştırabilir”.[12] Bu tespit günümüzdeki otoriter popülist yönetimlerin ve onların temsilciliğini yapan otoriter liderlerin büyük çoğunlukla ortaklaştığı noktaya vurgu yapması açısından önem arz ediyor. Otoriter liderlerin iktidarlarının önemli bir yönünü teşkil eden popülizm için tam da bu noktadan hareketle yeni bir sayfa açmak gerekli. Nitekim Arjun Appadurai "Demokrasi Yorgunluğu” isimli makalesinde buraya odaklanıyor:

Yeni otoriter popülist liderlerin ortak noktası şu: Hepsi de yabancı yatırımcıların, küresel anlaşmaların, uluslararası finansın, işçi hareketliliğinin ve sermayenin esiri olmuş ulusal ekonomilerini tam olarak kontrol edemeyeceklerinin farkında. Bunun yerine, ülkelerinin kültürel arınma yoluyla küresel anlamda siyasî bir güce dönüşeceğini vaat ediyorlar. Neoliberal kapitalizme ve bu sistemin kendi ülkelerine -Hindistan, Türkiye, ABD ya da Rusya’ya- en uygun biçimine gayet dostça bakıyorlar. Hepsi, yumuşak gücü sert güce dönüştürme çabasında. Ve hiçbiri, azınlıklar ve muhalifler üzerinde baskı kurmaktan, ifade özgürlüğünü sınırlandırmaktan ya da hukuku rakiplerine zulmetmek için kullanmaktan çekinmiyor.[13]

Otoriter popülizm elbette yeni bir kavram değil. Bu kavram 1980’li yıllarda Britanya’daki politik ve ekonomik krize bir sağ çözüm getiren Margaret Thatcher’ın izlediği siyaseti açıklamak amacıyla Stuart Hall tarafından geliştirilmiştir. Buna göre otoriter popülizm, paradoksal bir biçimde –Gramsci’den ödünçle- popülist hoşnutsuzluğun “transformizmine” yerleşik olan, demokratik sınıf siyasetinin otoriter ve hükmedici bir biçimine yönelik bir hareket olarak nitelendirilir. Hall’un da belirttiği üzere otoriter popülizmin temel özellikleri arasında “güçlü ve müdahaleci bir devlet, kanun ve nizam toplumuna doğru bir yön değişikliği, halk ile iktidar bloğu arasında popülist birlik, çeşitli kesimlerin çıkarları karşısında milliyetçiliğin benimsenişi ve elit karşıtı bir hareket” yer alır.[14] Bu doğrultuda otoriter popülizm, bir taraftan demokratik sınıf yönetimi görünümünü korurken öte yandan yönetim tarzını daha baskıcı bir yöne kaydırmak için “aşağıdan” olacak şekilde, otoriter niteliklerle popülist mobilizasyonu birbirine bağlamanın bir aracıdır. İktidar bloğunun üyelerince organize edilmiş olsa bile popülist ideoloji, “halka” karşı konumlandırılan “elitleri” hedef alır ve onu inşa eder. Bununla birlikte günümüz otoriter popülizmini anlamlandırabilmek bakımından ERP (Emancipatory Rural Politics) inisiyatifinin tanımını da baz alabiliriz:

Otoriter popülizm politikayı “halk” ile “kötü niyetli ve adaletsiz bir şekilde avantajlı konumuna yükselmiş öteki” arasında hem yurt içinde hem de yurt dışında sürdürülen bir mücadele olarak betimler. “Öteki” olana atfedilen gerçek ya da hayalî çürümüşlüğün akabinde “halkın yararına olacak şekilde kontrolü tekrar ele geçirmek” ve “ulusu eski büyüklüğüne ya da eski sağlıklı hâline döndürmek” için yapılması planlanan müdahaleleri de meşrulaştırır. Otoriter popülizm demokratik kurumları kendi üstünlüğünü meşrulaştırmak, gücünü merkezîleştirmek ve muhalefeti ciddi bir biçimde ezmek ya da sınırlamak için kullanıyor olsa bile bu kurumları sıklıkla bozar, içini boşaltır ya da tümüyle ele geçirir. Cezasızlıkla kaynaşmış karizmatik liderlik, kişi kültü ve kayırmacı (nepotism) yönetim otoriter popülizmin ortak özellikleridir.[15]

Sonuç olarak otoriter popülizmler tarihinde yeni bir sayfa açıldığını söylemek mümkün, hatta bu, gün gibi duran bir gerçek. Liderlerin kendilerinin demokrasiden nefret ettiği, takipçilerinin de demokrasiden yorulduğu yeni bir ruh halinin -zamanımızın ruh hali- içinde olduğumuz iddia edilebilir, ki bu tespiti son yıllarda daha çok duymaya ve deneyimlenmeye başlamış olduğumuz da öne sürülebilir. Gelinen noktada otoriter popülist yönetimlerin hınç ve öfke dolu kalabalıklara kültürel çoğunlukçuluktan, etnik saflıktan, “Onların doları varsa bizim de Allah’ımız var” yatıştırmasından başka bir şey veremediği oldukça açık. Daha ilginç ve çarpıcı olansa liderlerin demokrasi nefretiyle kitlelerin hınç ve öfkesinin örtüşüyor olması. Hem de bunun, yoksul halk yığınlarının temel taleplerinin (işsizlik, yoksulluk ve hatta açlık) karşılanamadığı bir noktada “kültürel egemenlik”, “ulusun büyüklüğü”, “şerefli geçmişin mirası”, “ötekinin ahlâksızlığı” zemininde örtüşmesi.


[1] Euronews (Haber), “Erdoğan'dan son kez adaylık açıklaması: Aday olamam ama siyasetten çekilmeyeceğim”, 15.12.2022, https://tr.euronews.com/2022/12/15/erdogandan-son-kez-adaylik-aciklamasi-aday-olamam-ama-siyasetten-cekilmeyecegim

[2] Seçimlere sıklıkla başvurulması ile ilgili Cas Mudde’nin Popülizm: Kısa Bir Giriş başlıklı kitabında önemli detaylar görmek mümkündür. Mudde bu konuyla ilgili olarak şu tespiti yapar: ”... Popülistler, Rousseau’nun kendi kendini yöneten cumhuriyetçi ütopyasına, yani yurttaşların hem yasaları yapmaya hem de uygulamaya muktedir oldukları fikrine başvurur. Zaman ve yer farkı gözetmeksizin, popülist aktörlerin genellikle referandum ve plebisit gibi doğrudan demokrasi mekanizmalarını uygulamayı desteklemesi şaşırtıcı değildir.” Mudde, Cas., (2019), Popülizm: Kısa Bir Giriş, Ankara, Nika Yayınevi, s. 28.

[3] Federico Finchelstein. (2019), Faşizmden Popülizme, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 59.

[4] A.g.e., s. 54.

[5] A.g.e. s. 287.

[6] A.g.e. s. 48.

[7] Ernesto Laclau. (2013), Popülist Akıl Üzerine, çev. Nur Betül Çelik, İstanbul: Epos Yayınları.

[8] Odabaşı, Levent. (2019), “Peron’dan Trump’a, Faşizmden Popülizme: Üçüncü Yol’un Dünü ve Bugünü”, Toplum ve Bilim, 149, s. 150.

[9] Jan-Werner Müller. (2017), Popülizm Nedir?, çev. Onur Yıldız, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 11-16.

[10] Hegemonik proje, hegemonik sınıf fraksiyonunun uzun dönemli çıkarlarını örtük veya açıktan ilerleten hedeflerin takip edilmesinde genel bir çıkarın söz konusu olduğunu ileri süren somut ulusal-popüler bir program etrafındaki bir kitle mobilizasyonuna göndermede bulunur. Dolayısıyla popülizm, bu türden bir projeyi sınırlandıran ve mümkün kılan daha geniş bir toplumsal ilişkiler bütünüyle ilişkili olarak kendisini pekiştirmeli, yerleşik kılmalıdır. Örneğin bu, AKP iktidarının yükselişi ve konsolidasyonu sürecinde de kanıtlanmış olduğu üzere, bir hegemonik proje olarak popülizmin başlangıçta daha demokratik bir siyaset formu olarak görüntü verdiğine işaret eder. Bkz. Yalvaç, Faruk- Joseph, Jonathan. (2019), “Understanding populist politics in Turkey: a hegemonic depth approach”, Review of International Studies, s. 1-19.

[11] Jessop, Bob. (2008), Devlet Teorisi: Kapitalist Devleti Yerine Oturtmak, Ankara: Epos Yayınları, s. 284.

[12] Mudde, Cas. (2019), Popülizm: Kısa Bir Giriş, Ankara, Nika Yayınevi, s. 30.

[13] Appadurai, Arjun. (2017), “Demokrasi Yorgunluğu”, (Haz. Müge Gürsoy Sökmen ve Savaş Kılıç), Büyük Gerileme: Zamanımınız Ruh Hali Üstüne Uluslararası Bir Tartışma içinde, İstanbul, Metis, s. 21-22.

[14] Natalia Mamonova. (2019), “Understanding the silent majority in authoritarian populism: what can we learn from popular support for Putin in rural Russia?”, The Journal of Peasant Studies, s. 4.

[15] Gürel, Burak., Küçük, Bermal., ve Taş, Sercan. (2019), “The Rural Roots of The Rise of The Justice and Development Party in Turkey”, The Journal of Peasant Studies, s. 4.