Bolsonaro’dan sonra Bolsonarismo: Brezilya’da Otoriter Popülizmin Araçları

Brezilya’da, 8 Ocak’ta eski başkan Jair Bolsonaro yandaşlarının Ulusal Kongre, Başkanlık Sarayı ve Yüksek Mahkeme’ye yaptıkları baskın, birçok açıdan düşünülmeyi gerektiriyor. Her ne kadar, görünüşte ABD’deki kongre baskınına benzese ve ondan ilham almış olsa da Brezilya’daki kalkışmanın “darbe girişimi” niteliğinde olduğunu ve ülkedeki politik şiddet ortamının demokrasinin geleceği açısından çok daha ciddi sorunlara işaret ettiğini söyleyebiliriz.

Bolsonaro gibi anti-demokratik liderlere verilen koşulsuz destek, 21. yüzyıl siyasetinde öne çıkan en temel meselelerden biri. Bu desteği anlayabilmek de sosyal bilimciler için öncelikli hale geliyor. Soğuk Savaş’ın ardından ortaya çıkan hibrit rejimleri incelemek için birçok kavram kullanıldı. Bunların arasından “otoriter popülizm” kavramının, Bolsonaro’nun politik ideolojisini (Bolsonarismo) anlamak için elverişli olduğunu düşünüyorum.[1] Bolsonaro, siyaset sahnesinden silinse bile Bolsonarismo uzun bir süre daha kalıcı olacak gibi görünüyor, bu yüzden meseleyi kavramsal olarak tartışabilmek önemli.

30 Ekim 2022’deki başkanlık seçimleri, Lula’yı yirmi yılın ardından yeniden iktidara taşıdı ancak Bolsonarismo’nun büyük ölçüde konsolide olduğunu da açıkça ortaya koydu. Lula’nın aldığı 60 milyon oya karşılık 58 milyon seçmen, Bolsonaro’nun “Tanrı, Vatan ve Aile” sloganı üzerine kurduğu, 1930’lardaki faşist Integralismo hareketinin söylemlerini anımsatan aşırı sağcı kampanyasını destekledi. Üstelik Bolsonaro, bu desteği dört yıllık iktidarı boyunca sergilediği kötü performansa rağmen alabildi. Covid-19 pandemisi sürecinde Bolsonaro’nun aşı tedarikinde ve önlem almada gecikmesi, sağlık sisteminin çökmesine yol açtı ve en az 700 bin kişinin hayatına mal oldu. Silahlanmanın kolaylaşması ve paramiliter çetelerin güçlenmesiyle, Bolsonaro'nun başkanlık koltuğuna oturduğu Ocak 2019’dan bu yana ülkedeki politik şiddet %335 arttı. Rüşvetten zimmetine para geçirmeye ve görevini kötüye kullanmaya kadar hakkında birçok yolsuzluk iddiası olan Bolsonaro’nun oğullarının da mafya ile yakın ilişkileri ortaya çıktı.

Bolsonaro, 2018 Seçimleri’nde, “PT bir daha asla!” sloganı üzerine kurduğu kampanyasında, ülkedeki üç temel sorundan, yolsuzluk, ekonomik kriz ve şiddetten on üç yıllık (2003-2016) İşçi Partisi (PT) yönetimini sorumlu tutmuştu. Ancak iktidara geldiğinde hedef gösterdiği solculardan daha çok yolsuzluk iddiasına karıştı, ekonomiyi kötü yönetti, yarattığı nefret iklimiyle kutuplaşmayı ve (Kongre baskınına yol açan) radikalleşmeyi tetikledi. Bununla birlikte, Bolsonaro döneminde Amazonlar’daki ormansızlaşma oranı %22’ye çıktı ve Amazon Ormanları hapsettiğinden daha yüksek oranda karbonu atmosfere salmaya başladı. Bu oranın %25’e ulaşması, Amazonlar’da geri dönüşü olmayan ekolojik bir yıkım sürecinin başlaması demekti. Bu koşullarda Bolsonaro’nun iktidarda kalması, Amazonlar’ın sonu anlamına geliyordu. Bütün bunlara rağmen, oy oranları gösteriyor ki karşısında Lula gibi güçlü bir lider olmasaydı, Bolsonaro seçimden bir kez daha galip çıkabilirdi.

Bolsonaro’nun iktidara gelmesi ve son seçimlerde yenilse de gücünü koruması, öncelikle mevcut küresel politik ekonominin dinamikleri içinde anlaşılmalı. Günümüzde aşırı sağın yükselmesine yol açan temel koşullar, 2008 Küresel Ekonomik Krizi’nin ardından kapitalizmin yeniden yapılanma sürecinde olgunlaştı. Brezilya’da Bolsonarismo’yu ortaya çıkaran koşulların anlaşılması için de her şeyden önce PT döneminde sınıfsal dinamiklerin nasıl değiştiği analiz edilmeli.  Bununla birlikte, incelenmesi gereken bir diğer boyut, hâkim konumdaki kapitalist sınıfın ekonomik krize (ve beraberinde gelişen politik krize) nasıl yanıt vereceği, hegemonyasını koruyabilmek için nasıl stratejiler izleyeceği ile ilgili. Otoriter popülizm, tam da bunu analiz etmek için geliştirilmiş bir kavram.

Kriz zamanlarında siyaset: “Ortak düşman”ın yeniden icadı

Otoriter popülizm kavramı, ilk kez Stuart Hall tarafından, Britanya’da Margaret Thatcher’ın politikalarını incelemek için kullanıldı. Otoriterlik ve popülizmin birbirini besleyecek şekilde nasıl kesiştiğine odaklanan kavramın amacı, “biz”/“onlar” ikiliği üzerine kurulan antagonist politikayı hegemonik hale getiren stratejileri incelemekti. Önceden belirtmek gerekir ki, otoriter popülizm, Thatcherism’i tüm boyutlarıyla açıklamaya çalışan bir kavram olmadığı gibi, dünya genelinde yekpare bir “gaddarlık biçimi” olarak uygulanabilecek evrensel bir politik ideolojiye de işaret etmiyordu.

Hall’e göre, 1970’lerde kapitalizmin içine girdiği birikim krizi ve beraberinde getirdiği sosyoekonomik dönüşüm, devletin temsilî ve baskıcı unsurlarını yeni ve farklı bir biçimde iç içe geçirerek “istisnai bir moment” oluşturmuştu. Sağın ve aşırı sağın yükseldiği bu moment içinde, 1980’lerde, Thatcher iktidarında otoriter eğilimlere popülist söylemlerle meşruiyet kazandırılması, Hall’e göre, Gramsci’nin “pasif devrim” olarak tanımladığı, hegemonyası zayıflayan burjuvazinin geliştirdiği stratejiler bağlamında ele alınmalıydı. Hall, bu doğrultuda, otoriter rejimlere meşruiyet kazandıran stratejilerin ideolojik ve retorik boyutlarını incelemeyi hedefledi. Zira otoriter devleti, kapitalist devletin belirli bir biçimi olarak ele alan, (kendisinin de ilham aldığı) Poulantzas’ınki gibi Marksist analizlerin bu boyutu ihmal ettiğini düşünüyordu.

Bugün içinden geçtiğimiz dönem de tıpkı 1980’lerdeki gibi sağın ve aşırı sağın yükseldiği yeni bir “istisnai moment”e işaret ediyor. Aşırı sağın dalgalar halinde yükseldiğine dikkat çeken Cas Mudde’ye göre, 1980’lerin ardından 2000’lerde yeni bir aşırı sağ dalgaya yol açan temel unsurlar, 11 Eylül saldırıları, 2008’deki küresel ekonomik kriz ve 2015’teki göç kriziydi.[2]  Üstelik bu dalga, aşırı sağın ana akım haline geldiği, aşırı sağcı popülist partilerin merkez sağ koalisyonların içinde yer alabildiği, aşırı sağcı popülist liderlerin fikirlerini ana akım çevrelerde tartışabildiği ve aşırı sağ politikaların merkez sağ partiler tarafından da (belki biraz daha ılımlı haliyle) uygulanabildiği bir döneme işaret ediyordu. Hall’ün sağ popülizmin belirli bir biçimi olarak ele aldığı otoriter popülizm, bu konjonktürde kendine yeniden yer bulmuştu.

Bu noktada, otoriter popülizmi, günümüzde sol popülizm bağlamında ele çalışmaların da olduğunu belirtmek gerek. Elbette solcu bir lider de hem otoriter hem popülist olabilir ancak Hall’ün kavramsallaştırmasına dayanan otoriter popülizm, ikisinin bir araya gelmesinden daha fazlasına işaret eder. Buna göre sağ popülizm ile otoriterliğin iç içe geçmesini sağlayan belirli koşullar söz konusudur. Bir kavramı, herhangi bir tarihsel ve toplumsal bağlamda kullanmadan önce o kavramın geliştirildiği özgün koşulların dikkate alınması gerekir. Otoriter popülizm kavramını, Brezilya örneğinde kullanırken, Bolsonarismo’yu tüm boyutlarıyla açıklayabilecek bir teorik araç olarak ele almıyorum. Kapitalizmin merkezinde yer alan Britanya örneğinde kullanılmış bir kavramın, bir Güney ülkesi olan Brezilya’ya uygulanması, elbette ekonomi politik boyutun anlaşılması için elverişli olmayacaktır. Ancak Hall’ün kavramını, Bolsonarismo’yu anlamak için kullanmak, neoliberal politikalar uygulayan otoriter liderlerin baskıcı yönetimlerini meşrulaştırmak için izledikleri sağ popülist stratejilerin analizine katkı sağlayacaktır.

Burada önemli olan, otoriter popülizmin nasıl tanımlandığından ziyade nasıl işlediğidir. Hall’ün analizinin önemi, sağ popülizmin yükselişini, sadece kapitalist ekonominin dönüşümüyle ilişkilendirmekle yetinmemesinden, aynı zamanda bu dönüşümün toplum üzerindeki sosyo-psikolojik etkilerini de incelemesinden kaynaklanır. Buna göre, kapitalist birikim sisteminin krize girdiği ve insanların geleceğe olan inançlarını kaybettikleri dönemlerde, belirli bir “ortak düşman” korkusu oluşturmak ve bu düşmanı, kin ve nefret duyguları uyandırarak ekonomik krizlerden ve suçlardan sorumlu tutmak, toplumdaki kaygı, stres ve paniğin mobilize edilmesini kolaylaştırır.  

Hall’e göre, kriz zamanlarında, toplumsal kaygılarla devletin algıladığı tehditler çakışır. Otoriter popülistler tarafından belirli günah keçileri keşfedilir, ahlâkçı kampanyalar yürütülür ve bu şekilde “ahlâki panikler” (moral panics) üretilir. Hall, Stanley Cohen’in geliştirdiği bu kriminolojik kavramı kullanarak Thatcher’ın hegemonyasının nasıl bir paranoya ikliminde yeşerdiğini göstermişti. Bu iklim, iktidarın işaret ettiği bazı tehditler ile belirli bir konu üzerindeki toplumsal kaygıların bir araya gelmesiyle oluşuyordu. Bir sonraki aşama, ahlâki paniklerin belirli bir noktaya yöneldiği ve toplumsal kaygıların hem somut bir “ortak düşmana” hem de her şeyin arkasında yer alan gizli bir güce (daha soyut, ulaşılamayan bir şeye) yoğunlaştığı aşamaydı.

Burada hem yukarıdan aşağı, organize komplo teorilerinin yayılmasıyla gelişen bir sürecin hem de içeriden yeşeren, insanların düşüncelerinde ve deneyimlerinde karşılık bulan bir olgunun söz konusu olduğunu görüyoruz. İçinde yaşadığımız dönemde aklıselime yönelik komplocu saldırıların bizi nasıl böylesine sıkı kuşatabildiğini anlayabilmek için Hall’ün analizi hâlâ yol gösterici. Özellikle dışlanmış kesimlerin isteklerinin, kaygılarının otoriter popülist liderlerin seçim kampanyalarında nasıl karşılık bulduğunun anlaşılması açısından da bu analiz önemini koruyor. 2008 Küresel Ekonomik Krizi’nin ardından artan ve dönemin ruhunu belirleyen güvencesizlik, belirsizlik ve kaygının otoriter popülizmin yükselişine zemin hazırladığını söyleyebiliriz. Bolsonarismo, Tanrı, aile, vatan, düzen gibi muhafazakâr değerler aracılığıyla sıradan insanların pratik hayatlarında karşılık bulan ve sağduyuyu yeniden tanımlayan ulusal-popülist bir proje olarak yükseldi. Neoliberal bir gündeme dayanan bu siyasi proje içinde farklı gelir grupları arasındaki çıkar çatışması, politik ve ideolojik olarak yeniden tanımlandı.  

Bolsonarismo’nun bu şekilde konsolide olmasını sağlayan ve son olarak Bolsonarocuların Kongre baskınında kendini gösteren birbiriyle bağlantılı beş temel otoriter popülist stratejiye değineceğim: yerlilik söylemi, Mesih inancı, geçmişin ütopik olarak yeniden inşası, cezalandırıcı pratikler ve komploculuk. ABD’de Trumpism örneğinde de karşımıza çıkan bu stratejiler, kriz zamanlarında krizden sorumlu tutulan “ortak düşmana” karşı liderin otoritesi altında yekpare bir bütün oluşturmayı hedefliyor. Düşmanı ortadan kaldırmak, krizi kendiliğinden çözeceği için liderin taraftarlarına herhangi bir çözüm önerisi sunmasına gerek yok. Dahası, burada amaçlanan, kriz çözmekten ziyade kriz algısı oluşturmak, krizi aşılamayacak bir sorun, bir “ölüm kalım meselesi” olarak sunmak. Haliyle bu stratejinin, muhalefette daha çok işe yaracağı ortada. Bolsonaro, apar topar ABD’ye kaçmış olsa da aşırı sağcı ideolojisi sokaklarda hâlâ örgütlü ve güçlü. “İktidarda popülizm” ve “muhalefette popülizm” ayrımını göz önünde bulundurursak, otoriter popülist stratejilerin muhalefetteyken daha etkin kullanılabileceğine ve Bolsonarismo’yu Lula’ya karşı güçlü bir muhalif cephe haline getirebileceğine en baştan dikkat çekmek gerekiyor.

Yeşil-sarıcılık:  “Yerli ve milli” değerler

Günümüzde en çok göçmen karşıtlığı ile kendini gösteren yerlici-milliyetçi ideoloji (nativism), sağ popülizmi tanımlayan unsurların başında geliyor. 2015’te Avrupa’da ve 2018’de Orta Amerika’da ortaya çıkan iki büyük göç krizinin bunda önemli payı var. ABD örneğinde yerelcilik, Trump’ın göçmen karşıtı, ırkçı söylem ve politikaları ile kendisini açıkça gösteriyordu. Brezilya gibi güncel göç hareketlerinin yoğun olmadığı ancak yüzyıllar boyunca süren göç dalgaları sonucunda etnik ve kültürel çeşitliliğin hâkim olduğu bir ülkede ise göçmenler, Bolsonaro’nun “tehlikeli ötekiler” inşasındaki temel unsurlardan biri haline geldi.

Brezilya’da 1890’lardan bu yana Jakoben hareket içinde “Brezilya Brezilyalılarındır” söylemiyle gelişen güçlü bir yerlici gelenekten söz edilebilir. Bugüne kadar ülkedeki otoriter yönetimlerin hepsinde kısıtlayıcı göç politikaları uygulamak ve göçmenleri ulusal güvenliğe yönelik bir tehdit olarak göstermek, öne çıkan bir eğilim oldu. Faşizmin yükseldiği 1930’larda Vargas’ın dikta rejiminin göçmen karşıtı politikaları, bunun en belirgin örneğiydi.  

Son birkaç yıldır, Venezuelalılar, Kolombiyalılar, Haitililer, Kübalılar ve Suriyelilerin yeni iltica talepleri ile Brezilya’da göç, önemli bir sorun olarak ortaya çıktı. Bolsonaro, görevdeki ikinci haftasında ülkeyi BM Göç Paktı’ndan çıkarmış ve Göç Paktı’nın “çok gevşek” olduğunu iddia etmişti. “Evlerimize girenleri kontrol ediyorsak, ülkemize girenleri neden kontrol etmeyelim” gibi ifadeler, Bolsonaro’nun zenofobik söylemlerinde öne çıkıyordu. Bu tarz söylemler, Şili’de Pinochet döneminde kullanılan faşist sloganı hatırlatıyordu: “Gerçek bir eve asla yabancı giremez.”  

Ancak Bolsonarismo’nun yerlici ideolojisinin esas hedefi göçmenler değildi. Yerliciliği, yabancı düşmanlığıyla sınırlı olmayan, “yerli olmayan”/“bizden olmayan” her düşünceyi tehdit olarak algılayan muhafazakâr bir siyaset yapma biçimi olarak ele almak gerekir. Tanıl Bora’nın ifadesiyle: “Yerleşik (milliyetçi-muhafazakâr) kullanımıyla yerlilik, narsistik bir kendine mahsusluk iddiasının, paranoid bir yabancı korkusunun nişanıdır. Kasabanın sırrına dönüşmüş bir kimlik cezbesini okşar. Biz’in kapatıldığı kafestir.”

Bora’nın işaret ettiği gibi “yabancılaşmamak”, “biz” ve “onlar” arasındaki sınırın iyi çekilmesi için elzemdir. Bolsonaro’ya göre “biz” ve “bizim değerlerimiz”, Marksizm ve Feminizm gibi “küreselci” ideolojileri benimseyen “yozlaşmış elitler”, yani on üç yıl boyunca ülkeyi yöneten PT’liler (petistas) yüzünden tehdit altındadır. Yerlici söylem “düşmanı” tanımlamak için çoğunlukla yerleşmiş klişelere başvurur: “Komünistler aileye karşıdır, feministler erkek düşmanıdır, Yahudiler parazittir, uluslararası kurumlar ulusal otoriteyi baltalar ve kendimizi savunmamızı engeller.” Benzer söylemler, “Küreselleşme ideolojisini reddediyoruz ve yurtseverlik öğretisini benimsiyoruz,” diyen ve ABD’yi Dünya Sağlık Örgütü’nden çeken Trump tarafından da kullanılmıştır.

Trump ve Bolsonaro, kutuplaştırıcı söylemlerle siyasi farklılıkları “uzlaşmaz bölünmeler” olarak gösteren ve politik rakibi yenmek için demokratik olmayan araçların kullanılmasını haklı göstermeye çalışan liderler. Bu liderlerin yandaşlarının Kongre basmaya varacak şekilde radikalleşmelerinin arkasında, ötekileştirilmiş düşmana karşı her yolu mübah gören bir anlayış yatıyor. Söz konusu olan, sadece bir düşmanla değil, topyekûn “ahlâki çöküş” ile mücadele etmek. Böylesi bir mücadele, aile, vatan ve din gibi “yerli ve milli” değerlerin ne pahasına olursa olsun savunulmasını gerektiriyor ve otoriter bir düzeni meşrulaştırmanın biricik yolu haline geliyor.

Daha da vahim olan, Bolsonarismo’yu şiddete başvurmaya ve kaba kuvvet kullanmaya daha yatkın hale getiren yerlici stratejinin, yabancı düşmanı olmakla kalmayıp aynı zamanda “halk düşmanı” olması. Yerli olanı, halk olanı tanımlamak, yani birilerini içermek ve dışlamak, bu ideolojinin temelini oluşturuyor. Burada inşa edilmek istenen “beyaz” bir kimlik olduğu için siyahlar ve yerliler (indígenas) de kendi ülkelerinde istenmeyen kişiler haline geliyor. Bolsonaro, Amazon yerlileri için “ya asimile olurlar ya da yok olur giderler” demişti. Ona göre yerliler, ulusal kalkınmayı engelleyen ilkel mağara insanlarıydı.   

Bu bağlamda Bolsonarismo için en elverişli politik araçlar, elbette bayrak ve mili takım formasıydı. Bolsonaro döneminde “Yeşil-sarıcılık” (Verdeamarelismo) olarak bilinen, Brezilya bayrağının renklerine referansla ulusu “yabancıların giremediği geniş bir aile” olarak tanımlayan milliyetçi hareket hızla yükseldi. O geniş ailenin başına da elbette güçlü bir “baba” gerekliydi, Brezilya ancak bu şekilde güçlü bir ulus olabilirdi, başkan babanın güçlü otoritesi altında birleşerek… Bolsonaro’nun söylemlerinde bunu görmek mümkündü: “Biz tek bir ülkeyiz, tek vatan, tek ulus ve sadece yeşil-sarıdan oluşan tek bir kalbiz”, “Bize karşı onlar: Brezilya’nın yeşil ve sarısına karşı İşçi Partisi’nin Küba ve Venezuela’yı temsil eden, orak çekiçli kızıl bayrakları… Şimdi Brezilya’yı değiştirme zamanı!”

Bolsonarocuların Ulusal Kongre, Başkanlık Sarayı ve Yüksek Mahkeme’ye yaptıkları baskında, yasama, yürütme ve yargı organlarının temel kurumlarını içerdiği için Üç Erk Meydanı (Praça dos Três Poderes) adını taşıyan alan yeşil-sarı renge büründü. Oysa daha bir hafta öncesinde, Lula’nın resmî görevine başladığı 1 Ocak’ta aynı meydanı petistalar kızıla boyamıştı. Brezilya’daki kutuplaşmadan renkler de nasibini almış görünüyordu.

“Kanaryacık” (canarinho) olarak anılan Brezilya Milli Takımı’nın meşhur altın sarısı forması, son dönemde Bolsonaro taraftarlarının elinde o kadar politikleşti ki 2022 FIFA Dünya Kupası boyunca çoğu Brezilyalı “Bolsonarocu zannedilirim” korkusuyla formalarını giymekten çekindi. Milli formanın, Brezilya kimliğinin parçası olarak politikleşmesi süreci, elbette Bolsonaro döneminden çok öncesine dayanıyordu. Ancak 1970’lerde bayrak ve formayı kendine mal eden askerî cunta bile Brezilyalıların turnuva coşkusuna gölge düşürememiş, forma Brezilyalıları birleştiren bir unsur olarak görülmeye devam etmişti.

Bolsonarocuların 8 Ocak’taki baskınından bir gün sonra, Brezilya Futbol Federasyonu (CBF) tam da bunu vurgulayan bir açıklama yaptı ve baskında milli formanın kullanmasından duyduğu rahatsızlığı şu sözlerle dile getirdi: “Milli takım forması halkımızın neşesinin simgesidir. Brezilyalıları ayırmak değil, birleştirmek içindir.”

Mesih inancı: Seçilmiş ulusa seçilmiş lider

Siyaseti “iyiler”le “kötüler” arasındaki bir meydan savaşına dönüştürdükten sonra geriye bir “kurtarıcı” beklemek kalıyor. Burada “Tanrı tarafından seçilmiş kişi” mitinin, liderliğin inşasında önemli bir unsur olduğunu, dinî-sembolik öğelerin Bolsonarismo’yu pekiştirmede ve Evanjelik tabanı mobilize etmede merkezî rol oynadığını görüyoruz.

Ortanca adı “Mesih” olan Jair Messias Bolsonaro, taraftarlarınca “O Mito” (Efsane) olarak anılıyor. Benzer şekilde Trump’ın takipçileri de ona Mesihlik atfediyor. İki liderin de kendilerini “beklenen kişi” olarak öne çıkarmaları, lider-fetişizmine dayanan Mesih inancını (messianism) güçlendiriyor. Buna göre liderle birlikte ulus da kutsanıyor, “seçilmiş ulus”un kaderi, idealize edilmiş, hatta doğaüstü güçlerle donatılmış bir liderle özdeşleştiriliyor. Liderin takipçileri, böylelikle hem ülkelerinin geleceğiyle ilgili sorumluk almaktan kurtuluyor hem de kendilerine ve ülkelerine dair homojen bir temsil geliştiriyor. “Brezilya Tanrının bir harikasıdır” veya “Brezilya hiçbir ayrımcılığın olmadığı bir ülkedir” gibi mitler kurucu nitelik kazanıyor ve “seçilmiş lider”le birlikte “ulusun birliği ve bölünmezliği” de tescil ediliyor.

Bolsonaro’nun 2018 Seçimleri’ndeki kampanyasında öne çıkan “Brezilya her şeyin üstünde, Tanrı herkesin üstündedir” sloganı, bunun en açık örneklerinden biri. Bu slogan, Tanrı’nın ve ulusun egemen gücünü birleştiren unsurun lider olduğuna işaret ediyor. Trump’ın Evanjeliklere “Tanrı bizim yanımızda,” demesi ve “Biden seçilirse Tanrı artık bizimle olmayacak,” diye yinelemesi de aynı söylemin ürünüydü. Brezilya’da da 2018 Seçimleri’nde Tanrı’nın Krallığı Evrensel Kilisesi (IURD) başta olmak üzere Neo-Pentekostal kiliseler, Evanjelik lideri olan bir ulusun kutsanacağına ve nimetlerle donatılacağına dair propagandaya başlamış, Evanjeliklerin beklenen kurtuluşunu/yükselişini müjdeleyen afiş ve bildiriler dağıtmıştı.

Bolsonaro’nun iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra, Mayıs 2019’da dönemin Dışişleri Bakanı Ernesto Araújo, Bolsonaro’yu İsa’yla karşılaştırarak “yapıcıların reddettiği taşın, yeni Brezilya’nın mihenk taşı haline geldiğini” söyledi. “Yeni Brezilya”, Evanjeliklerin kendilerini evlerinde hissettikleri, “Tanrı’nın Krallığı”nı dünyaya indirmeyi düşledikleri yerdi. Bolsonaro’nun iktidara gelişi, Araújo’nun ifadesiyle “Tanrıyla beraber ulusun da dönüşüne” işaretti.

Liderin bu şekilde kutsanması ve “Tanrı’nın iradesinin bir ifadesi” olarak görülmesi, lidere tam bir itaat gerektiriyor ve ulusu ahlâki olarak onun güçlü otoritesi altında birleşmeye çağırıyor. Bu da liderin her şeye tam otoritesi olduğu ve bürokrasiden özerk olması gerektiği inancını doğuruyor. Dışarıda BM’nin uluslararası kurumlarına saldıran Trump ve Bolsonaro’nun içeride Kongre başta olmak üzere yetkilerini sınırlayan tüm demokratik kurumlara saldırmaları, kendilerini siyasetin üzerinde konumlandırmalarıyla ilgili. İktidarını kaybeden iki liderin de taraflarının kongre basması, elbette tesadüf değil. Brezilya’da Ulusal Kongre’nin yanı sıra Başkanlık Sarayı ve Yüksek Mahkeme’nin de işgal edilmiş olması, yasama, yürütme ve yargı organlarının bütününe, yani en temelinde Brezilya demokrasisine yönelik daha büyük bir saldırı olduğu anlamına geliyor.

Geçmişi geri getirmek: Darbecilik

Trump ve Bolsonaro’nun söylemlerinde öne çıkan “ülkeyi yeniden büyük yapmak” ve “eski güzel günlere dönmek” vaadi, Mesih inancıyla paralel olarak gelişen ve muhaliflere yönelik baskıcı şiddeti meşrulaştırmaya yarayan bir başka unsur. Zira bu vaadin gerçekleşmesi, belirlenen “ortak düşmanın” ortadan kaldırılmasına ve liderin otoritesinin sorgulanmamasına bağlı.  

Zygmunt Bauman, geçmişe dönük ütopyaları “retrotopya” (retrotopia) olarak tanımlıyor. Buna göre, daha iyi bir geleceğe dair ütopik bir vizyonun yokluğunda, geriye dönme dürtüsü daha belirgin hale geliyor. Geçmişin politik olarak yeniden inşası, cennete dönme, hatta ana rahmine dönme arzusunu da içeren nostaljik söylemlere dayanıyor. Ne var ki Brezilya’nın geçmişinde ABD’den farklı olarak çok sert bir askerî rejim dönemi (1964-1985) var. Bolsonaro’nun eski günlere yönelik özlem duygusunu canlandıran da bu karanlık dönemde yıllık büyüme oranlarının ortalama %10’u bulduğu “ekonomik mucize” yılları.  1970’lerde yüzbaşı olarak görev yapmış olan Bolsonaro, anti-demokratik söylemlerini ve askerî rejim övgüsünü, bu ekonomik performansla temellendirmeye çalışıyor ve “demokrasiden daha ciddi ihtiyaçlar olabileceğini” dile getirmekten çekinmiyor.

17 Nisan 2016’da Temsilciler Meclisi’nde (eski bir gerilla olan) Devlet Başkanı Dilma Rousseff’in azil sürecini başlatan oylamada, o dönem milletvekili olan Bolsonaro, verdiği “Evet” oyunu askerî rejim döneminde istihbarat merkezinin işkence birimini yöneten Albay Carlos Alberto Brilhante Ustra’nın anısına adamıştı.  2018’de aday olduğunda Bolsonaro’nun temel vaatlerinden biri de “ülkeyi kızıllardan temizlemek”ti. Rousseff’in azledilmesi ve Bolsonaro’nun iktidara gelmesinde, sağ tabanın darbeci söylemlerle mobilize olması önemli rol oynadı. Bugün gerek Brezilya’da gerekse bölge genelinde özellikle muhafazakâr orta sınıflar, askerî darbeyi (ya da Rousseff’in ve son olarak Peru’da Castillo’nun azledilmesine yol açan “yasal darbe”yi), solcu liderlere karşı kullanılabilecek meşru bir araç olarak görüyor. Brezilya’da Kongre baskınından sonra yapılan 9 Ocak tarihli bir ankete göre, Lula hükümetine karşı askerî müdahaleden yana olanların oranı %36.

Bu bakımdan, Brezilya’nın 8 Ocak’ı, görünüşte ABD’deki Kongre baskınına benzese de aslında esas olarak Latin Amerikalı solcu liderlere yönelik önceki darbe ve darbe girişimlerine daha çok benziyor.[3] Seçim yenilgisini kabul etmeyen Bolsonarocuların aylardır ülke genelinde “çalınmış seçim” sloganıyla yol kapatma eylemleri yaptıklarını ve ordu karargâhı önünde kurdukları çadırlarla ve düzenledikleri gösterilerle silahlı kuvvetleri müdahaleye çağırdıklarını unutmayalım.

Latin Amerika ülkelerinde demokrasiye geçiş süreçlerinde askerî rejimin yöneticileri, ülkenin geleneksel elitleriyle uzlaşı içinde kalarak ordunun siyasetteki ağırlığı korumayı başardılar. Bugün bölge genelinde artan bir militarizasyon süreci var ama özellikle Brezilya’da Bolsonaro döneminde siyasetin ve genel anlamıyla toplumun bir bütün olarak militarize edildiğini söyleyebiliriz. Bolsonaro, ordunun üst kademelerinin desteğine sahip olmasa da alt kademeler içinde belirli bir grubun Kongre baskınına destek verdiği anlaşılıyor. Lula hükümeti, ordu, polis ve istihbarat birimindeki sorumluları ortaya çıkaramazsa ileride demokratik kurum ve süreçlere yönelik benzer saldırılar gerçekleşebilir. Bundan sonraki süreçte Bolsonaro’nun militarist ve darbeci retrotopyasına karşı Lula’nın önceliği, demokrasinin ve ortak geleceğin yeniden inşası olacak.

Cezalandırıcı pratikler, silahlanma ve paramilitarizm

Bolsonarismo’nun bütün araçları, korku ve nefret iklimi oluşturma üzerine kurulu. Ancak bu araçlar arasında “cezalandırıcılık” (punitivism) olarak tanımlanan, başlı başına şiddet merkezli bir strateji de var. Neto ve Cipriani’ye göre,[4] bu strateji, Brezilya örneğinde otoriter popülizmin gelişimini anlamak için merkezî önem taşıyor çünkü tam da Hall’ün değindiği, ahlâkçı kampanyalarla oluşturulan “ahlâki panikler”in suç ve cezayı nasıl politikleştirdiğini ortaya koyuyor. Buna göre devletin baskıcı gücünü meşrulaştıran ve paramiliter grupların yayılması sağlayan en temel unsur, bu süreçte şekillenen suç algısı ve cezalandırma talebi.

Latin Amerika, suç oranlarının yüksek olduğu, organize suç örgütlerinin yol açtığı şiddetin gündelik hayatın bir parçası haline geldiği ve suçların büyük ölçüde cezasız kaldığı bir bölge. Bununla birlikte “yapısal şiddet” olarak tanımlanan, ekonomik eşitsizlik, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, ırkçılık ve militarizm gibi toplumsal yapılardan kaynaklanan şiddetin de giderek arttığını görüyoruz. Böyle bir ortamda, bir suçun kurbanı olma korkusu ve güvensizlik hissi arttıkça daha fazla ceza ve devlet baskısı yönünde propaganda yapan kampanyaların yayılması için elverişli koşullar oluşuyor.

Bir “suç dünyasında” temel mesele, elbette hayatta kalmak, ancak şiddet ortamı sadece can güvenliğini tehdit etmiyor. Yoğun şiddetin yol açtığı belirsizlik ortamında insanlar, kendi anlatılarının ve kimliklerinin istikrarını, yani ontolojik güvenliklerini sağlayacak sosyal ve fizikî koşullardan da yoksun kalıyorlar. Bu da Bolsonaro gibi liderlerin korku ve endişeyi manipüle etmesi, insanlara güven hissi verecek dinî semboller kullanması ve daha fazla kuvvet kullanmayı meşrulaştırması için alan açıyor. Bolsonarismo hareketinin bir parçası olmak taraftarlara hem bir kimlik ve amaç kazandırıyor hem de refah teolojisini esas alan Neo-Pentekostal kiliselerin sözünü ettiği “Tanrı’nın lütfuyla” mükâfatlandırılma vaadi içeriyor. Bolsonaro’nun gecekondu mahallerinin (favela) olduğu yoksul bölgelerden oy alabilmesinde bu faktörün etkisi yadsınamaz. Şiddete en çok maruz kalan bu bölgeler, aynı zamanda Evanjelik kiliselerin en etkin örgütlendiği yerler.

Bu bağlamda Bolsonaro’nun “suçtan arındırılmış toplum” ütopyası (retrotopyası) iki temele dayanıyor:  birincisi, toplumsal düzlemde daha fazla polis gücü ve gerekirse askerî müdahale, ikincisi ise bireysel silahlanma ve paramiliter gruplar oluşturma. Hem Trumpism hem de Bolsonarismo’nun partizan hareketlere dönüşmesinde iki ülkede de son dönemde silah kültürünün yaygınlaşmasının önemli payı var. Bolsonaro, 2018’de seçim kampanyası boyunca iki parmağıyla silah işareti yapmış, iktidara gelir gelmez de bireysel silahlanmayı kolaylaştıracak yasal mekanizmaları hayata geçirmişti.

Pandemi sırasında, hem Trump hem de Bolsonaro hükümetleri, kapanma önlemleri almak isteyen eyalet yönetimleriyle gerilim yaşamıştı. Hükümetle ters düşen eyaletlerde iki liderin partizanları silahlı eylemlerde bulundu ve yıkıcı protestolar düzenledi. Bu saldırgan ve tahripkâr tutumu, Kongre baskınlarında da görmek mümkün. Brezilya’da bu baskın, ana akım medyada “terörist saldırı” olarak ele alındı ve toplumun genelinde kabul görmedi ancak demokrasiye esas tehdidi, son dönemde Bolsonarocu paramiliter grupların tırmandırdığı politik şiddet oluşturuyor.

Muhaliflere ve kurumlara yönelik komplocu saldırılar

Son olarak, otoriter popülizmin belki de en etkin aracının komploculuk (conspiracism) olduğunu söyleyebiliriz. Rosenblum ve Muirhead’e göre,[5] günümüzde “teorisiz komplo” olarak tanımlanabilecek yeni bir komploculuk ortaya çıktı. Buna göre, klasik komplo teorileri, dünyayı bir bütün olarak anlamanın ve tüm karmaşıklığı basitleştiren tek bir açıklama formüle etmenin bir yolu olarak her şeyin arkasında illuminati gibi “gizli bir aktör” arıyor. Oysa yeni komploculukta açıklanacak ya da anlaşılacak pek bir şey yok. “Karanlık gerçekliğe” ışık tutmaya çalışmak yerine, yeni komplocu söylentiler tekinsiz (ve kimi zaman fantastik) bir tasarının varlığına işaret ediyor. Bu söylentiler bir şeyleri açıklamakla ilgilenmiyor, burada temel hedef, toplumsal bir paranoya ortamı oluşturmak, demokratik süreçlere saldırmak ve demokrasiyi itibarsızlaştırmak. Rosenblum ve Muirhead’e göre yeni komploculuğun iki temel hedefi var: birincisi, siyasi partiler, parti üyeleri ve meşru muhalefet normları, ikincisi ise özgür basın, üniversiteler ve uzman kuruluşlar gibi bilgi üreten kurumlar.   

Brezilya ve ABD örneğinde, “kültürel Marksizm” olarak bilinen aşırı sağcı komplo teorisi, Bolsonaro’nun ve Trump’ın hem muhaliflere hem de kurumlara saldırmasının yeni bir aracı haline geldi. Kültürel Marksizm, 1990’lardan bu yana, ABD’de solcuları ulus, aile, ahlâk ve Hıristiyanlık gibi geleneksel değerlerin karşısında konumlandırmak için kullanılan bir komplo teorisi. Latin Amerika’da ise 2000’lerden itibaren art arda iktidara gelen solcu liderler, ana akım medya organları ve sosyal medya platformlarında komplocu nefret söylemleriyle karşı karşıya kaldılar. Bu söylemler, sol siyaseti, “ideolojik bir hastalık” olarak tasvir ederken, geleneksel değerlerin en büyük düşmanı olarak gördüğü feministleri, LGBTQİ+’ları, eşcinsel evliliği ve kürtaj hakkını savunan tüm kesimleri marjinalize etmeye çalışıyor.  

ABD’de kültürel Marksistler, çok geniş bir kesimi kapsıyor; Trump karşıtlarından Demokratlara ve ılımlı Cumhuriyetçilere, İslâmcılardan Black Lives Matter (Siyah Yaşamlar Değerlidir) hareketine, akademisyen ve gazetecilerden stand-up’çılara kadar herkes kendini komplocu saldırıların hedefinde bulabiliyor. Brezilya’da ise Bolsonarocuların hedefinde doğrudan PT ve petistalar var. Son dönemde Latin Amerika genelinde çoğunlukla orta sınıf içindeki sağcı, muhafazakâr kesimlerde yükselen komünizm korkusu, solculara yönelik komplocu saldırıları daha vahim bir boyuta taşıyor. 2000’lerin başından beri solun yükselişini kaygıyla izleyen bu kesim için “Küba gibi olacağız”, “Venezuela gibi olacağız” korkusu çok baskın. Bu kaygılar, komplo teorilerini daha etkin bir manipülasyon aracı haline getiriyor. Lula gibi kendini sosyal demokrat olarak tanımlayan, sağcılarla işbirliği yapan ılımlı bir lidere bile “komünist ajan” gözüyle bakılabiliyor.   

Bolsonaro’yu iktidara getiren 2018 Seçimleri, tipik bir hakikat sonrası (post-truth) bağlamda gerçekleşmiş, WhatsApp ağı üzerinden yayılan milyonlarca mesajla PT’nin adayı Fernando Haddad ile ilgili yüzlerce komplo teorisi (daha doğrusu “teorisiz komplo”) üretilmişti. PT’nin iktidara gelirse kiliseleri kapatacağı yönündeki varsayımlar,  Haddad’ın belediye başkanı iken kiliseleri kapattırdığı gibi asılsız bir bilgiye dayanıyordu. Görünüşe göre hızla yayılan bu bilgilerin doğru olup olmaması kâr etmiyordu. PT’nin kiliseleri kapatacağı o kadar kesin bir bilgi gibi yayılmıştı ki son seçimlerde aynı ithamla karşılaşan Lula, Evanjelik kilise liderleriyle sürekli poz verdi.

Doğru ve yanlışın önemsizleştiği böyle bir ortamda komplo teorileri, insanların sımsıkı tutunduğu ideolojiler gibi güçlü bir etki yaratabiliyor. İnsanlarda “bir komplonun içindeyiz” hissi uyandığı zaman gerçekle kurgu arasındaki farkın bir önemi kalmıyor ve komplo teorileri, gerçeğin de kurgunun da yerine geçiyor.

Ahmet İnsel’in belirttiği gibi: “Gerçekle kurgu arasındaki farkın belirsizleştiği, doğru ile yanlış kategorilerinin önemsiz olduğu ortamda demokrasinin kendini üretmesi de giderek zorlaşıyor.  Gerçeğin gücünü yitirmesi iyi, doğru ve arzulanır olan bir geleceğe ilişkin tahayyül dünyasını köreltiyor.” 

Brezilya’da yaşanan da tam olarak böyle bir körleşme. Kongre baskını sırasında istihbarat odasına giren bazı işgalciler, bilgisayarları kopyalayıp önemli bilgilere erişmeye çalıştılar. Kaynak bir kod arıyorlardı. Ortada elektronik seçim sistemiyle ilgili herhangi bir şaibe olmamasına rağmen Lula’nın seçimleri hileyle kazandığına, kaynak bir kodla seçim sonuçlarının değiştirildiğine inanıyorlardı. Bu kodu bulurlarsa Lula’nın başkanlığı düşecekti, WhatsApp mesajları öyle söylüyordu.

Bolsonarocular o “kod”u bir süre daha aramaya devam edecekler, onlar için gizli bir sırra erişmek, hakikati görmekten daha ilgi çekici. Görünen o ki, Bolsonaro’nun ardından Bolsonarismo’nun Brezilya demokrasisinde açtığı yaraları kapatmak kolay olmayacak. 


[1] Bu yazıda büyük ölçüde yakın zamanda yayımladığım akademik bir çalışmaya dayanacağım: Esra Akgemci, “Authoritarian Populism as a Response to Crisis: The Case of Brazil”, Uluslararası İlişkiler Dergisi, 2022, 19(74): 37-51.

[2] Cas Mudde, The Far Right Today, Polity Press, 2019, s. 16-23.

[3] Bugüne kadar Latin Amerikalı solculara yönelik darbeleri destekleyen ABD yönetimi, bu defa Lula’dan yanaydı. Bunda en büyük etken, Trump ile yakın ilişkileri olan Bolsonaro’ya mesafeli olan Biden yönetimiydi. Ayrıca pragmatist bir lider olan Lula, “ılımlı solcu” olarak görülüyor ve Maduro ve Morales gibi “radikal solcu”lardan ayrı tutuluyordu.  

[4] Moysés Pinto Neto ve Marcelli Cipriani, “Populismo Autoritário e Bolsonarismo Popular: Caminhos Comparados do Punitivismo a Partir de Stuart Hall”, Revista de Criminologias Contemporâneas, 1(1), 2021, s. 41-56.

[5] Nancy L. Rosenblum ve Russell Muirhead, A lot of People are Saying: The New Conspiracism and the Assault on Democracy, New Jersey, Princeton University Press, 2020.