Ahmet İnsel’in[1] sorduğu soruyu buraya taşıyarak faşizm-popülizm-otoriterizm tartışmasına nihayet verelim. İnsel şöyle soruyor: “Bugün Türkiye’de karşımızda faşist bir yönetim, örgütlenme itibarıyla faşist bir parti ittifakı, devlet yapısı olarak faşist bir devlet mi var?” İnsel’e göre “AKP-MHP veya Erdoğan-Bahçeli ittifakının faşizan unsurlar içerdiğini, özellikle total devlet yapısı açısından faşizmin bazı niteliklerine artık sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ama diğer yandan yürürlükteki rejimin 20. yüzyılda klasik örneklerini veren faşizmlerden önemli farkları olduğu da açık. Zaten bu nedenle 21. yüzyılın otoriter rejimlerinin aralarında önemli farklar olmasına rağmen, ortak nitelikleri faşizm olarak değil, popülizm, otokrasi, illiberalizm, demokratur gibi kavramlarla ifade ediliyor.”
İnsel’in AKP-MHP Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni (CBHS) tanımlamak için önerdiği kavramlara melez rejimler (hybrid regimes), yarı-demokrasiler (semi-democracies), sözde demokrasiler (pseudo democracies), eksik demokrasiler (defective democracies), göstermelik demokrasiler (façade democracies), seçimsel demokrasiler (electoral democracies), modern otoriterizm (modern authoritarianism), delegasyoncu demokrasiler (delegative democracies) ve rekabetçi otoriterizm (competitive authoritarianism) gibi kavramları da eklemek gerekiyor. Tüm bu kavramların bu çalışmadaki reistokrasi kavramının sınırlarını belirlediğini de mutlaka not almak lazım.[2]
Otoriterliğe dönecek olursak günümüzün otoriterliğini sadece yukarıda bir kısmını zikrettiğim popüler isimler üzerinden okumak ne kadar doğru, tartışılır. Ancak yine de İnsel’in[3] de hatırlattığı gibi, otoriterizmin “… bir siyasal rejim biçimi, bir yönetim tarzı ve resmî ideolojinin omurgası olarak Türkiye’nin modern tarihinde başat bir konum işgal [ettiğini]” unutmamamız gerekiyor. İnsel, bu konumun izdüşümlerini, “… toplumsal tahayyülün otoriteye olan çekim ve tepme ilişkisinde” bulabileceğimizi belirtir. Ona göre, Türkiye’de siyasal iktidarlar, toplumsal tahayyülün otoriter figürle olan bu kadim ve karmaşık ilişkisinden beslenerek otoriter siyasal geleneği canlı tutarlar.
Freedom House’un verilerine baktığımızda tüm dünyada özgürlük puanlarının düşme trendinde olduğunu; otoriterizmin dünyada yaygınlaştığını görmek zor değil. Tablo 2’de yer alan Freedom House verileri, umumî manzarayı takip edebilmemizi kolaylaştırıyor. Tablo 1’deki verilere baktığımızda, 2006’dan bugüne dünya genelinde özgürlüklerin 5,52’den 5,37’ye gerilediğini görüyoruz. Freedom House’un 2020 Demokrasi İndeksi’ne göre 20. asrın son günlerinde (1999 verileri) dünya nüfusunun %45’i özgürken, günümüze doğru bu oran %42 civarlarına düşüyor; kısmen özgür ve özgür olmayan (kategorilerdeki) ülkelerin oranı da o nispette artıyor.
Yazımın bu bölümünde dile getirmeye çalıştığım fikirlerin temel amacı küresel otoriterizmin fotoğrafını çekmek ya da 20. yüzyıl başlarındaki otoriter siyasî iktidarlar ile günümüzdekiler arasındaki fark ve benzerlikler üzerinde tartışmak değil. Değil ama genel manzarayı gözümüzde canlandırmak, iki açıdan işimize yarayacaktır: Birincisi, Erdoğan dünyadaki tek otoriter lider değil; ikincisi bu otoriterleşmeyi sadece otoriter-liderler üzerinden okumak da doğru değil. Özgürlükler tüm dünyada zemin kaybediyor. Özgürlükler zeminlerini yitirdikleri için mi otoriter liderler güçleniyorlar, yoksa yumurta mı tavuktan çıkıyor? Çok su kaldıracak bir tartışma ama yeri burası değil.
Genel manzara hakkında fikir vermeye çalışmam, Erdoğan’ı tarihsel-toplumsal bir zemine oturtmak, reistokrasinin mevcut manzara içerisindeki koordinatları hakkında bir fikir verebilmek içindi. O zaman, küresel bir realite olarak altını çizdiğimiz trendleri Türkiye için yineleyerek yolumuza devam edelim. Türkiye’de de özgürlükler giderek azalıyor ama 2010’lardan bu yana Erdoğan iktidarda olduğundan mı özgürlükler azalıyor; özgürlüklerimize verdiğimiz önem ve itibar azaldığı için mi Erdoğan iktidarda? Reis mi reistokrasiden çıkıyor, reistokrasi mi Reis’ten?.. Bu çerçevede, reistokrasiyi, Erdoğan’ın lakabına nazireyle türetilmiş kaba bir kelime oyunu, bir latife değil; tüm dünyada artan neo-otoriterizmin Türkiye varyantı, çeşitlemesi olarak kullanmaya çalıştığım dikkatinizden kaçmamıştır.
Küresel otoriterizmin -özgürlüklerdeki küresel gerilemenin- Türkiye’deki izdüşümü, tecessümü olarak reistokrasi, münbit toprağını CBHS’de buldu. Bir başka ifade ile CBHS, reistokrasiye hem (meşruluk değilse de) bir hukukîlik verdi hem de gücünü pekiştirdi; onu bir nebze olsun kurumsallaştırdı. Onu Kemal Gözler’in[4] anayasa hukuku literatüründen önerdiği kavramlarla suiistimalci anayasacılık (abusive constitutionalism), anayasal parçalanma (constitutional dismemberment), popülist anayasacılık (populist constitutionalism), otoriter anayasacılık (authoritarian constitutionalism) , anayasal otoritercilik (constitutional authoritarianism) gibi kavramlarla da tanımlamak yanlış olmayacaktır.
Devlet Bahçeli’nin de dediği gibi, ortada fiilî bir durum vardı ve ona resmiyet kazandırmak gerekiyordu ki bunun tecavüz mağdurunun faille evlendirilmesi türünden bir resmiyet olduğunu o dönemde pek fazla düşünen olmamıştı. Bir hukuk devletinde fiilî durum hukuka uymuyorsa fail hukuka uymaya zorlanırken, Türkiye örneğinde hukukun faile uydurulması yoluna gidildi.
Bu kurumsallaşma aynı zamanda Osmanlı-Türkiye devlet geleneklerinin de bir kenara konulmasını gerektirdi. CBHS bu kadim geleneği tasfiye edebildiği oranda kurumsallaştı; tam olarak tasfiye edemediği için de CBHS hâlâ tartışılıyor ve Erdoğan/AKP Sonrası’na dair her tartışma kısa sürede bir CBHS-parlamenter sistem tartışmasına dönebiliyor. Çünkü gerçekten de AKP’nin gelecek seçimlerdeki yenilgisi Reis’in sistemden tasfiyesi, Reis’in sistemden tasfiyesiyse CBHS’nin ve reistokrasinin tartışmaya açılması anlamını taşıyacak. İzninizle önce şu kadim gelenek dediğim hususu bir iki cümle açıklayayım, sonra da Erdoğan’ın kendini iktidara mecbur etmesi ile kastettiklerimi özetlemeye çalışayım.
Türkiye’de başbakanlığın tarihi Osmanlı’ya, Fatih’e, özellikle de onun İstanbul’u fethi sonrasına değin götürülse ne kadar yanlış olur? Nitekim Osmanlı devlet yapısında -hele ki Fatih’in İstanbul’u alması ve Osmanlı Devleti’nin Doğu Roma geleneğinin mirasını sahiplenmesiyle- günümüzün başbakanını andırır bir kurum (Vezir-i A’zam) doğmaya başlamıştı. Fatih, bu Bizans mirasına/geleneğine gururla sahip çıkıyordu -ki zaten tabir-i caizse Osmanlı Bizans’ı fethederken Bizans’ın yönetim/devlet kültürü de Osmanlı’yı fethediyor, dönüştürüyordu. Osmanlı bir beylik/devletten -böylece- bir imparatorluğa dönüşüyor, bir üçüncü (pagan, Hıristiyan ve Müslüman) Imperium Romanum olarak tecessüm ediyordu. Artık Divan’a -devrin bakanlar kuruluna- fiilen katılmayan Fatih’in veziriazamlık (fiilî padişahlık!) kurumunu belirgin hale getirdiğini söyleyebiliriz. Elbette ki Fatih’le belirginleştiğini söylediğim veziri a’zamlık ile Cumhuriyet’in yakın zamana kadar temel idarî/siyasî kurumlarından biri olan başbakanlık arasındaki akrabalık, olsa olsa Osmanlı-Türkiye siyasal kurumları arasında politik-kromozomlar üzerinden kurulabilecek bir akrabalık olurdu. Yoksa Fatih sonrası ön plana çıkan, padişahsız toplanmaya başlayan Divan’a başkanlık eden, Padişah’ın mührünü taşıyan başvezirin günümüz başbakanlığı ile ne görev ne yetki ne işlev açısından bir benzerliği vardır. Ancak yine de unutmamalıdır ki Tanzimat sonrasında belirginleşen ulus-devletleşme ve Weber’in yasal-ussal otoritesini andırır idarî dönüşüm 19. yüzyıl sadrazamıyla (sadr-ı a’zam) Cumhuriyet’in başbakanı arasındaki bağı iyiden iyiye kuvvetlendirmiştir.
Sözü uzatıp Osmanlı tarihinin detaylarında kaybolmanın faydası yok. Erdoğan’ın Reis’liğinin öyle söylenegeldiği gibi, Osmanlı padişahlık kurumu ile uzaktan yakından alakası yoktur. Çünkü Padişahlık öyle bir kurum değildir. Sadece şunu hatırlamak bile kadim Bizans-Pers devlet geleneklerinin bir versiyonu olan Osmanlı devlet yönetim geleneğinin şimdinin kabile devletiyle bir alakasının olmadığını göstermeye yetecektir: Osmanlı hukukunun temel iki kaynağından biri olan örfî hukuk padişahın söz/iradesidir. Ama bu devlet yönetim geleneği içinde -istisnaları olsa da- padişah, hiçbir zaman devlet mekanizmasını devre dışı bırakarak her aklına geleni yumurtlaya(bile)n biri olmamıştır. Özetle Erdoğan’ın CBHS’si asla bir Osmanlılaşma, Osmanlı'ya dönme, Osmanlı gibi olma, Cumhuriyet parantezini kapatma… gibi okunamaz. Bu yargı, Osmanlılaşma kavramına (menfi ya da müspet) ne anlam yüklediğinizden bağımsız olarak bir vaka, bir realite olarak değerlendirilmelidir.
Osmanlı yönetim sistemi ve CBHS mevzusunu kapatarak günümüze dönmek gerekiyor. Bu noktada Erdoğan’ın iktidara mahkûm oluşu üzerinde durmak, kavramı biraz daha netleştirerek tartışmak gerekiyor. Erdoğan’ın iktidara mahkûmiyetini iyi tanımlayabilirsek bir seçim yenilgisinin neden Reis’in sistemden tasfiyesi anlamına geldiğini; Reis’in sistemden tasfiyesini iyi tanımlayabilirsek aynı sürecin neden reistokrasinin tasfiyesi ile sonuçlanacağını; reistokrasinin tasfiyesini iyi tanılayabilirsek bunun neden bir özgürleşme potansiyeli taşıdığını anlatmak kolaylaşacaktır.
Yeri gelmişken Reis’in sistemden tasfiyesi ile ne demek istediğimi de açıklayayım. Ben Erdoğan’ın, bizzat kendi elleriyle kendisinin bir Erbakan, bir Ecevit, Demirel ya da Türkeş olmasının yolunu kapattığını; kendisini 2015 Haziran’ı itibarıyla iktidara mahkûm ettiğini; bir muhalefet partisi lideri olarak sonraki seçimleri bekleyebilme seçeneğini devre dışı bıraktığını düşünüyorum. Bu süreçte inşa edilen millî şef sistemi replikası yapısı ile Erdoğan kendi önünde tek kart bıraktı: iktidar. Oysa 60’lardan başlayarak 2000’lere kadar Türkiye siyasî hayatında bir şekilde etkili ve yönlendirici olan siyasetin dört yapraklı yoncası[5] (Ecevit-Demirel-Erbakan-Türkeş) tüm hatalarına, yanlışlarına, beceriksizliklerine, öngörüsüzlüklerine rağmen Erdoğan’ın düştüğü bu hataya düşmediler. Sadece onlar mı? Yirmi yedi yıl tek partinin (ikinci) genel başkanı, cumhurbaşkanı İsmet İnönü dahi, eski bakanı, yeni cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın ve eski CHP milletvekili yeni başbakan Adnan Menderes’in yönetimindeki 50’ler siyasî-idarî mekanizmasında bir muhalefet partisi lideri olarak bulunmayı kendisine zül görmedi. Yukarıda ismi geçenlerden her biri iktidardan gitmeyi göze alabildikleri için, sonrasında yeniden (iktidara) gelişlerini kolaylaştırdılar. Hele Demirel’in şapkayı alıp gitme metaforu, bir siyasal motto olarak siyasî tarihimize yazıldı.
AKP, 7 Haziran 2015’te tek başına iktidar olma vasfını; 1 Kasım’a gelindiğinde ise artık bir “güçlü bir ana muhalefet partisi” olma şansını kaybetti. Haziran seçimlerinden sonra beklenen, Türkiye’nin Dördüncü Merkez Sağ (AKP) Dönemi’nden sonra Dördüncü Koalisyonlar Dönemi’ne girmesiydi; bu olmadı. Erdoğan resmî, hukukî bir koalisyon hükümeti içinde yer almayı ya da ana muhalefete geçerek kendisine rağmen kurulacak bu güçsüz koalisyon hükümetinin bir an önce yıkılmasını beklemeyi tercih etmedi. Aksine seçimlerin yenilenmesine karar almayı ve ülkenin doğusunda yaşanan (handiyse) bir iç savaşı yeğledi (ve bunu 2023 başlarında da yinelememesi için önünde bir engel -ne yazık ve ne yazık ki- mevcut değil): Sistemin idarî yapısını dönüştürerek kaybolan iktidarını tahkim etti, devlet mekanizması içindeki yalnız/tek adamlığının altını çizecek idarî reformları (CBHS ve diğerleri) pekiştirdi, 15 Temmuz’daki İslâmcı darbe girişimini bir fırsat bilerek tüm muhalefeti tasfiye etti ve tüm bunları da fiilî bir koalisyonla (Cumhur İttifakı) yapmayı, özetle bir millî şef replikası, bir neverland (CBHS) inşa etmeyi tercih etti. İşte bu süreç aynı zamanda, Erdoğan’ın kendisini iktidara mahkûm etmesinin de yolunu açtı. O yüzden önümüzdeki seçimlerde alacağı -muhtemel- bir seçim yenilgisi AKP için ne anlama gelecek, şimdiden tam olarak bilinmez; lakin bu yenilginin Erdoğan’ın siyasî hayatı için bir kırılma anlamına geleceği, böyle bir seçim yenilgisini Demirel gibi “Şapkamı alır giderim!” esprisi ile ya da “Halk bize muhalefet görevi verdi!” olgunluğu ile karşılamakta zorlanacağı kuvvetle muhtemeldir. Tüm bu nedenlerledir ki bir seçim yenilgisinin Erdoğan’ın siyasal sistemden tasfiyesi, siyasetin dışına itilmesi anlamına geleceğini düşünüyorum.
Erdoğan’ın seçim yenilgisi ve akabinde tasfiyesi, zaten meşruluğu sürekli tartışılan, muhalefetteki hiçbir partinin sahiplenmediği bu sistemin de tasfiyesini getirecektir. CBHS’nin ömrü Erdoğan’ın iktidarı ile sınırlı, reistokrasi Reis ile mahduttur. CBHS’nin tasfiyesi eski sisteme dönüş şeklinde mi olacaktır -ki bu da pek mümkün değil-, tasfiye sonrasında nasıl bir yapı ortaya çıkacaktır, bu tasfiye ne kadar zaman alacaktır… bunların hiçbirini şu an için bilmek mümkün değil. Ama ayan beyan olan bir şey varsa o da Erdoğan’ın iktidarı yitirmesinin CBHS’nin sonu, CBHS tartışmalarının da Erdoğan iktidarını bitirmenin bir anahtarı olduğudur. Nitekim tüm muhalefet partileri de stratejilerini bu gerçeğin üzerine bina ediyorlar. AKP’nin seçimleri kaybetmesi, Erdoğan’ın muhalefet partisi lideri olarak yoluna devam edeceği, başka bir ismin CBHS’nin yeni cumhurbaşkanı olarak iktidara geleceği bir yapıyı ima etmiyor;[6] aksine AKP’nin seçimleri kaybetmesi hem kendini iktidara mecbur bırakan Erdoğan’ın siyaset dışı bırakılacağı, tasfiye edileceği (ki şu anda kendi partisi içinde de Erdoğan sonrası tartışılıyor. Sedat Peker videolarını[7] bir de post-Erdoğan AKP’si ile ilgili tartışmalar ekseninden izlemekte yarar var) hem de her ne kadar CBHS ile şekillense de ondan çok daha fazla bir anlama, küresel bir bağlama sahip reistokrasinin tasfiye edileceği bir yapıyı ima etmektedir. Özgürlüklerin küresel ölçekte aşınmasının, tüm dünyada görülmeye başlayan popülist otoriter eğilimlerin Türkiye varyantı olarak reistokrasinin tasfiyesinin bir özgürleşme getireceği kesindir. Ancak bunu bir mucize, bunu Türkiye’nin bir politik ba’sü ba’de’l mevt’i şeklinde tahayyül etmemekte de fayda vardır. AKP’nin seçim yenilgisi, Erdoğan’ın ve CBHS’nin tasfiyesiyle Türkiye’nin bir anda Norveçleşeceğini, özgürleşeceğini tahayyül etmek, Türkiye’de otoriterizmin tek kaynağının ve tek nedeninin Erdoğan’ın (ve CBHS’nin) mevcudiyeti olduğunu düşünme yanlışına bizi götürür. Yumurta-tavuk esprisine saplanmaya gerek olmasa da Türkiye’de otoriterizmin hem kültürel hem de Osmanlı’dan (Osmanlı’ya da Bizans-Pers geleneğinden) Cumhuriyet’e ve günümüze miras devlet yönetim gelenekleriyle şekillendiğini de unutmamak gerekiyor. Erdoğan otoriterizminin her şeyden ama her şeyden önce bu yerli ve millî değerlerimiz (!) üzerinde yükseldiğini hiç unutmamak lazım.
[1] Ahmet İnsel. (2019), “Faşizan Dil ve Şoven Türk-İslâm Mefkûresi”, Birikim Haftalık, 22 Mart, https://birikimdergisi.com/haftalik/9415/fasizan-dil-ve-soven-turk-islam-mefkuresi
[2] Bu kavramlarla ilgili olarak Kemal Gözler’den yararlanarak bir referans listesi sunmak isterim: Jean-François Gagné. (2015), Hybrid Regimes, Oxford Bibliographies. Mehran Kamrava. (1996), Understanding Comparative Politics: A Framework for Analysis, Londra: Roudledge, s. 92-93. Wolfgang Merkel, “Embedded and Defective Democracies”, Democratization, Cilt 11, No 5, Aralık 2004, s.33-58. Ergun Özbudun. (2011), Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve Türkiye, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları. Fareed Zakarıa. (2018), “The Rise of Illiberal Democracy”, Foreign Affairs, Kasım-Aralık 1997. Guillermo O’Donnell. (1994), “Delegative Democracy”, Journal of Democracy, Cilt 5, Ocak 1994, s.55-69. Steven Levitsky ve Lucan A. Way. (2002), “The Rise of Competitive Authoritarianism”, Journal of Democracy, Cilt 13, Sayı 2, Nisan, s. 52-65. Jan-Werner Müller. (2016), What is Populism? Philadelphia, University of Pennsylvania Press. Ergun Özbudun. (2015), Anayasalcılık ve Demokrasi, İstanbul: İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları. David Collier ve Stefen Levitsky. (1997), “Democracies with Adjectives: Conceptual Innovation in Comparative Research”, World Politics, Cilt 49, Nisan, s. 430-451.
[3] Ahmet İnsel. (1999), “Otoritarizmin Sürekliliği”, Birikim, Sayı 125-126 (Eylül/Ekim).
[4] Kemal Gözler. (2018), “Demokrasi Nereye Gidiyor? Nerede Hata Yaptık?”, https://www.anayasa.gen.tr/demokrasi-nereye-gidiyor.htm
[5] Dört Yapraklı Yonca, Türkiye’nin 1970’li Yılları (İletişim, 2020) isimli çalışmada, “Türkiye’nin 1970’li Yılları Üzerine Bazı Notlar” başlıklı makalede, Ecevit, Demirel, Erbakan ve Türkeş’i topluca ifade etmek için kullandığım bir benzetmeydi. Metinde şöyle geçer: “Evrimsel biyologlar genetik çeşitlilikten dolayı doğada 160 bin üç yapraklıya karşılık sadece bir tane dört yapraklı yonca bulabileceğimizi söylüyorlar. Yani doğada dört yapraklı yoncaya rastgelmeniz biraz şans işi. Türk sinemasının dört kadın starı, Türkan Şoray, Filiz Akın, Fatma Girik ve Hülya Koçyiğit için de aynı tabir kullanılır. Tabii mevzuu sinema olduğunda dört yapraklı yonca, her biri aynı dönemlerde meşhur olan, her birini seyretmekten zevk aldığımız, her birinin meftunu olduğumuz dört kadın aktristi imgelemektedir. Ancak konu siyaset olunca da aynı olumlu tavrı 1970’lerin siyasal yoncasının her bir yaprağı için gösterip göstermeyeceğimiz tartışılır. Hatta bunun Türk siyaseti için 160 binde bir denk gelebilecek bir şans olduğunu düşünerek mutlu olmamız ise neredeyse imkânsız. 1970’lerin insanlarının her bir yaprağına ayrı ayrı hayran oldukları kadın artistler gibi değil de sadece dördünden birinin hayranı oldukları popüler figürlerdi: İnsanlar hepsini aynı anda sevemediler, dördünü birden Türkiye için bir şans olarak görmediler ama 1970’lerin insanlarının çok ama çok büyük bir çoğunluğu onlardan birini mutlaka sevdi; onlardan birinin ülkenin şansı, kurtuluşu olduğunu mutlaka düşündü.”
[6] Elbette seçimler mevcut yasal düzenlemelere göre yapılacağı için, seçim sonrasında yeni cumhurbaşkanı göreve başladığında bu, onun -mecburen- şimdiki CBHS usulüne göre seçilmiş ikinci cumhurbaşkanı olması anlamına gelecektir. Ancak yazıda kastedilen tam olarak bu değildir.
[7] Organize suç örgütü lideri Sedat Peker, suç örgütü kurmak ve yönetmek suçlamasıyla gözaltına alınacağını öğrenince yurtdışına kaçmış; 2021 yılı içerisinde internette yayınladığı, başta dönemin içişleri bakanı ve sabık başbakanı olmak üzere hükümete yakın birçok siyasetçiyi ve bürokratı yolsuzluk, uyuşturucu kaçakçılığı yapmak ve/ya bu suçlara göz yummakla itham ettiği videolar dizisi. Bu videolarda Peker, en çok suçladığı isim olan içişleri bakanı Süleyman Soylu’nun Tayyip Erdoğan’dan sonra partinin başına gelmek istediğini, Tayyip Erdoğan’ın Soylu’nun hem bu niyetinden hem de işlediği suçlardan haberdar olmadığını söyler.