Hayatın bir alt yazısı olsaydı ya da günlerin üzerinden bir haber şeridi geçseydi daha mı basit algılardık acaba dünyayı? Ya da zaten halihazırda basite mi alıyoruz yaşamayı? Bugünlerde, “yaşanan ölümlerin” kanıksanmışlığının bir anlam sığlığı yarattığı hissi peyda oluyor bana. Bu his; olayların, daha doğrusu koskoca bir ömrün değerinin haber bülteninin altından geçen bir şerit kadar olmasından mı kaynaklanır? Yoksa bu yazı da dâhil olmak üzere bir aktarım ve tartışma halinin kısırlığından mı?
Bilemem.
Bildiğim, bu dünyanın ömrü tüketen bir hali var. Haber bültenlerine, sosyal medyaya, gazetelere şöyle bir bakınca düşünmeden edemiyorum: Ne Kadar Çok Ölüyoruz!
Bir ölmek diyarıdır Türkiye!
Haber şeridi geçiyor.
Cinnet geçiren baba iki çocuğunu öldürdü.
Sağlam yapılmayan ev çöktü: 2 yaralı, bir ölü.
Haber şeridi devam ediyor.
Bayramda ülkenin çeşitli yerlerinde meydana gelen kazalarda 86 kişi öldü, 234 kişi yaralandı.
Bursa’da maden kazası, göçük altında kalan 30 kişi kurtarılamadı. 2 kişinin cesedine hala ulaşılamadı.
Berkin Elvan yaşam mücadelesini kaybetti.
Soma’da maden kazası oldu, 301 ailenin evine ateş düştü.
40 Ezidi çocuk yolda susuzluktan öldü.
Siirt’te baraj kapakları açıldı, en az 6 ölü.
Mecidiyeköy’deki rezidans inşaatında asansör faciası: 10 ölü
Manisa’da tren kazası: 3 ölü
Ermenek'te 11 madencinin cesedine ulaşıldı.
Isparta'da midibüs şarampole yuvarlandı: 18 ölü
Bir ömür ama öyle, ama böyle tükenirken, tüketilirken “başkalarının ölümü” ekranlardan yukarıdaki cümlelerdeki sığlıkta aktarılıyor. Haber denilen yolda karşılaştığın yıllardır görüşülmeyen eski bir dostla yaptığın ayaküstü bir sohbet sanki. "Haberdar olma hali" ise o dostla oradan buradan konuşup vedalaşmanın ardından onun yok olup senin de hayatına kaldığın yerden devam etmen gibi: şerit akıyor, biz okuyoruz, bilgileniyoruz, kısa bir anlığına her şey donuyor. Bir ölümün acısı çörekleniyor içimize, sonra yine dönüyor dünya, onlar hiç doğmamış gibi oluyor ve biz devam ediyoruz.
Ah ölenler; ekran gördüğü –gösterdiği– müddetçe biz izleyenler için var olabiliyorlar.
“Yine bilmem nerede bir kaza olmuş, iki kişi ölmüş” cümlesi nasıl da basitlikle çıkıyor ağzımızdan! Her bir ölüm bizim için bir kanıksamışlıkla salt bir istatistikî değere dönüşüyorken belki de tam da nedenle sağlam yapılmayan bir ev çöküyor, şaşırmıyoruz. Madende göçük oluyor, mukadderatında var diyoruz. Trafik kazası oluyor, trafik canavarının suçu. Deprem zaten Allah’ın takdiri, birilerinin ölmesini yadırgamıyoruz. Hatta bazen asıl şaşırtan ölüm olmaması oluyor. Zonguldak maden kazasında işçilerin ölmesine, Çalışma Bakanı “güzel öldüler” diyor, diyebiliyor. Asansör düşüyor, bu iş cinayet şeklinde tanımlanamasın diye ölenler şehit diye adlandırılıyor. Bazen bir çocuğun bedeni düşüyor toprağa: adı Ceylan, adı Uğur, adı Pamir, adı Efe, adı Berkin, adı Ali İsmail… Yaşları geliyor ilkin akla, “o daha küçük bir çocuk” cümlesinin etkisi bile sadece değişen facebook profili resmiyle oluyor, bir yası tutar gibi kararan ekranlarla… Arşa yükselen ağıt biraz inceden çıkıyor. Ve zamanla unutulmaya yüz tutuyor. Koray’ı hatırlayan var mıdır mesela, Sivas Madımak’ta ölen 12 yaşındaki Koray’ı?
Peki ya, cenaze töreni bitip de –eğer bir tören yapılabilirse– herkes evlerine çekilirken –ki biz zaten evimizdeyiz– sessizliğin kahredici boşluğu hangi yüreklere yakılır o gitmediğimiz evlerde?
Ölmenin kutsallığı?
Bu ölüm haline, elimizden gelse suçu ölenlerde arayacak denli kayıtsızken ve hayatın alt yazısını kader deyip kabullenmişken bir ikiyüzlülükle dini, etnik ve siyasi hassasiyetlerimizi hatırlayıp ölüme “değer biçmeye” başlıyoruz. O “kutsal” hassasiyetlerimize dokunuyor diye, pat, ayırıyoruz ölümleri. Bir "biz" var, bir de "onlar"... Bir "siz" var, bir de "biz". Sonra değil aynı hayatı paylaşmak, aynı sofralara oturmak; aynı ölüme bile ağlanamaz olunuyor. "Rabia" deniyor "Bizim kaybımız, Berkin de kim ola?" Bir diğeri diyor, “Rabia'ya ağlayan neden Berkin'e üzülmez?” Karşılaştırmalı acıyla üzülmeye başlıyoruz. Önce hangi kaybın bizim olduğunu tayin ediyoruz, ya da kimin acısının daha fazla olduğunu tartışıyoruz.
Düşünüyorum da ben, ölmek nasıl olursa olsun yakmaz mı yürekleri diye. Ama sonra aklıma geliyor, “insan bedeni” politika nesnesine dönüşünce bu da görmezden gelinebilir bir şeye dönüşebiliyor. Mesela, “vatan için ölmek” ifadesi ne kadar kutsal kılınırsa kılınsın her türlü acının içini boşaltmıyor mu, diye soruyorum kendime. Hem de “bir şehidin” hikâyesi için en acıklı ifadeyi takınıyorken. Bundan ülkenin hiç gitmediğimiz bir yerinde birileri ölürken onların hikâyesi dahi haber bülteninde “2 şehit verdik, 3 terörist öldürüldü” cümlesinin basitliğinde yer bulmuyor mu? Haberi anons eden ne kadar acıklı, ne kadar ağdalı ifadelerle dolu cümleler kurarsa kursun bu ölümün acısı sadece ekranın sağ üst köşesine yerleştirilen bir siyah kurdeleyle sınırlı oluyor. Geride zihinlerde tabuta sarılan bir bayrak fotoğrafı, gözyaşlarını tutamayan babasız kalan çocuklar, oğulsuz ana ve babalar kalıyor.
Budur bizim bir diğer ikiyüzlülüğümüz! Şehit bizim olsa da, acı başkalarının.
O acı ise bir cümlenin söyleniş süresi, bir gözyaşının akış hızı kadar yer tutabiliyor belleğimizde. Böyle olduğu halde “acımış” gibi yapıyoruz. Bir bizliğin uğrunda harcanan çocuklara üzülüyor görünürken “Onlar bu ülke için öldüler, vatan sağ olsun yeter” diye kendimizi avutmanın yollarını bulabiliyoruz. “Bu ülke evlatlarını unutmayacak” sözüne sığınıyoruz.
Çünkü dünya zaten tapumuz, vatanımız evimiz (!)
Ev dediğin sıcak yuva, güven; bu güvenli limanda korkmak ne yana düşer peki? İnsanlar korkuyor. “Bir gün ayrılır toprak, uzaklaşır aralar” diyorlar, söylediklerinden tedirgin oluyorlar bir yandan. Oysa söylenen bilinen değil ki! Mekân zamanda yaşanan, anda anlam kazanandır. Ve asıl memleketin, yaşadığın yerdir ve burasının neresi olduğunun pek de bir önemi yoktur. Gidemediğin yer senin değildir çünkü. Buna rağmen bir sahiplenme işin içine girince anlam değişiyor! İnsanda öyle bir sahiplenme eğilimi var ki; ona salt yaşamak yetmiyor. Kendi küçük dünyasında yakalayamadığı anı büyük zaman denizindeki vatan adalarında bulacağını sanıyor. Mekânı kutsallaştırırken bir yandan anı yitirmek pahasına gidilmeyen “oraları” bile kendisine tabi kılıyor. O hiç gidilmemiş “oralar” “vatan” olarak tasavvur edilmiş topraklar üzerinde olduğu ve bayrak dalgalandığı müddetçe hep “birilerinin.” Vatan herkesin değil, onun sadece “bir” sahibi var. Ve sen değilsen o, öyle sanılıyorsa eğer kimliğin “sahibinin” izin verdiği ölçüde var. Zira sahip olmak yanılgısı insanı sahip olduğunu “tanımlama” yanılsaması içine de atar.
Bunun için bir de ekrana taşınmayanlar vardır. Başka evlerde yaşanan acının resmidir bu.
Hem onların adları da yoktur. Hele yaş, o zaten muamma! Ölmeden bedenleri kimlik ölür. Onlar hiç doğmamış ölülerdir. Ölmüşlerdir, hiç doğmadıkları halde. Bu ülkede sen varsın, ama adın olmaz. Ya da önce adın olur, var olmaktan öte. Ve tam da bundan eğer senin kimliğin “o sahibin” benimsediği kimlikse farkında olmaksızın bir özdeşim kurulu veriliyor. Sahibi gibi hissetmesen de dünyayı en iyi yorumla hoş gördüğün kimlikler oluyor, çünkü “bizden” olmayan en fazla hoş görülebilir. Ya da, yahu onlar da “bizim” vatandaşımız, cümlesiyle bir bizliğin içinde farklılıklar eritilmeye çalışılıyor. Bundan en az milliyetçi olan –hatta olmayan-; etnik kimliğine sarılmayan, aldırmayan; en insancıl, barışçıl olan ve halkların kardeşliğine inanan bile şaka yollu da olsa münazaa cümlelerini düşürüveriyor dilinden.
Dilden başka neler düşer, neler?
Ya da düşen neden düşer? Dilin sırrına erenler bile nerede hata yapar? Nerede sığ denizlere hapsolur anlam? Hangi öykülerde kahramanlar ölür ve bu basitleşir? Ömür hangi denizlerde tükenir ve bir vatan adası sığınacak liman olmaz cana?
Bir bültenin haber şeridinde neler yazılır?
Ad?
Yaş?
Peki ya geçirilen bir ömür, biten gelecek?
Beden toprağa düşüyor, bir hayat gidiyor. Haber bültenlerinde sağdan sola ilerleyen şerit, bunu ismiyle beraber basitçe yazıyor: 1 ölü! Bundan o ismin aktörü olduğu hayat bizim göremediğimiz, tutamadığımızdır. Hoş tutsak da bir iki ağdalı ifadeyle yüreğimizi soğutabileceğimizi zannettiğimizdir. Bazılarınınsa haber şeridine isimleri bile düşmez. Bir isimleri, bir yaşları, bir anneleri ve babaları yoktur. Dolayısıyla görmediğimiz için ölümlerinin yaktığı bir ev, bir aile, bir yürek de yoktur.
Hayatın bir alt yazısı olsaydı eğer daha mı basit algılardık dünyayı, emin değilim. Ama gün tükeniyor, an kayboluyor, toprak çatlıyor. Sonra kan doluyor tüm boşluklara ve tüm köprüler atılıyorken, gelecekte olmasından korkulan asıl “şimdide” yaşanmaya başlıyor.
Bir liman evimiz yok artık…
Ah kıymeti ebediyete intikal eden o yaşam! Biricikliğini yitiren insan, mekânını kaybeden çocuk; unutma yaşamadığın senin değil. İçinde hissederek dünyayı eline aldığın, kokusunu içine çektiğin bu topraklar gürül gürül akan bir hayat sunsa da ne yazık ki bu coğrafyada yaşamak vaat edilmiyor sana. Tüm teoriler, stratejiler, planlar ya da devletin kutsal çıkarları yumağı içinde anlam arama çabalarında bile olsan bu kadar basit işte: Ölüyorsun!
Evet, bizim için her şey bu kadar basit…
Şimdi yüreğimizi soğutup, artık yola devam edebiliriz.
Ya da ölmemek için direnebilir miyiz?