Rusya-Ukrayna Savaşı İkinci Yılına Girerken

Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişiminin üstünden tam bir yıl geçti. Ukrayna şehirlerinin havadan ve karadan bombalandığı, sivil altyapının tarumar edildiği, binlerce Ukraynalının öldürüldüğü, on binlercesinin ülkesini terk ettiği, Ukrayna ve Rus ordularının yüz binlerce zayiat verdiği bir yılın ardından savaşın sonu hâlâ gözükmüş değil. Putin Rusyası için diplomatik çözüm Ukrayna’ya diz çöktürmek anlamına gelirken, Rusya’yı durdurup geriletme gereğinde mutabık Ukrayna halkı ve Batı blokunun buna razı olmayacağı gün gibi aşikâr. Bir yıl önce Ukrayna topraklarına yönelen işgal girişiminin ardından Birikim’e yazdığımız yazıda son noktayı şöyle koymuştuk: “Etnik ve dinî azınlıkları, feministleri, eşcinselleri, liberalleri, göçmenleri, demokratları, otantik sosyalist ve komünist hareketleri, ulusal kimliği aşağılayan ve itibarsızlaştıran ve ulusal birliği dinamitleyen sapkın akımlar olarak değerlendiren -hâlihazırda Putin'in temsil ettiği- neo-faşist zihniyetlere karşı özgürlük, eşitlik, barış ve demokrasi ilkeleri etrafında oluşacak yeni bir uluslararası dayanışmanın kurumlaşması gereği, 21. yüzyıla şimdi gerçekten girerken son derece acil bir hedef olarak önümüzde duruyor.” O günden beri Rusya yönetimi ve ordusu Ukrayna’da işgal ettiği topraklarda ağır savaş suçları (Bucha katliamı gibi insanlığa karşı suçlar) işlemekten geri kalmadı.

Savaşın birinci yıldönümü vesilesiyle yaptığı Ulusa Sesleniş konuşmasında Putin, Batı’yı esasen eşcinsellik üstünden tarif edilmiş bir sapkınlıkla itham etmeyi sürdürdü. Putin’e göre, Ukrayna’yı Rusya’ya karşı bir saldırı üssü olarak kullanan Batı ülkeleri “eşcinsel evlilikleri” meşrulaştırıyor, bununla kalmayıp cinsiyetsiz bir Tanrı tanımını gündeme alarak aile değerlerine zarar veriyorlardı. Rusya tarihinde köklü bir mazisi olan pan-Slavist temalarla paranoyak ve cinsiyetçi bir Batı karşıtlığını harmanladığı konuşmasında Putin, ayrıca, Hitler’in propaganda sorumlusu Goebbels’in öğüdünün izinden giderek ve herhangi bir bilimsel veriye dayanmadan, Batı ülkelerinde pedofilinin norm olarak pazarlandığını iddia ediyordu. Aralık 2022’de Rusya Duma’sından geçen “geleneksel olmayan cinsel ilişkilerin propagandasının yasaklanması” başlıklı yeni yasayla LGBT-I kimliğini hedef alan baskı ve yasaklar 21. yüzyıl diktatörleri ve otokratlarının bir ayrımcılık stratejisi olarak cinsel kimlikler üstünden ötekileştirme ve şeytanlaştırmaya özel bir önem verdiklerini gösteriyor. İşgalin gerekçesi olarak başından beri gülünç bir iddiayla Ukrayna’yı Nazilerin yönettiğini ifade eden (Rusya’da “NATOzizm” başlıklı propaganda sergileri açtıran) Putin’in Hitler Almanyası tarafından hedef seçilen topluluklar arasında eşcinsellerin de olduğunu bilmemesi, bu benzerliğin büsbütün bir tesadüf olması düşünülebilir mi?

Putin’in konuşmasının dikkat çekici taraflarından biri Rusya’nın Ukrayna’daki savaşı ne zaman, hangi aşamada bitirmeyi hedeflediğine dair net bir şey söylemekten kaçınmasıydı. İşgalin başladığı 2022 Şubatı’nda Rus ordusunun bir yıl içinde on binlerce zayiat vereceği söylense, en başta Putin birçok kişi buna inanmazdı. Putin Kırım’ı ilhak ederken, Ukrayna’nın doğusundan parçalar koparırken, Batı ülkelerinden büyük bir tepkiyle karşılaşmamıştı. Daha önce Gürcistan’da iki ayrılıkçı bölge yaratıp, onları himayesi altına aldığında da Batı devletleri başlarını başka yere çevirmişlerdi. Ayrıca Kremlin, Moldovya’nın doğusunda, Rusya yanlısı ayrılıkçı bir bölgede otuz yıldır asker bulunduruyordu. Putin’e göre Batı artık yaşlanmış, efemineleşmiş, hedonist yaşam felsefesine kendini tamamen kaptırmış, çöken bir medeniyetti. Skripal vakası gibi hadiseleri de ufak sıyrıklarla atlatan Putin, 2022 Şubatı’nda Kiev’i aynı kolaylıkla “fethedebileceğine” inanmış olmalı. Ama bu defa Rus ordusu için işler sarpa sardı. Ukrayna halkının çoğunluğunun Rusya karşıtı bir anavatan savunmasında kenetlenmesi ve en az bunun kadar önemli bir gelişme olarak Batı ülkeleri tarafından Ukrayna’ya kesintisiz silah ve para yardımı yapılmasıyla Rus ordusu bir bataklığa saplandı. Dünyanın ikinci büyük ordusu “forsu”nu gururla taşıyan bir nizami ordudan beklenmeyecek vasatlıkta bir performans sergileyen Rus silahlı kuvvetlerinin başarısızlığını Kremlin de bir aşamada -kısık sesle de olsa- kabul etmek zorunda kaldı. Yüz binlerce Rus vatandaşına zorunlu askerlik celbi yollanması; hapishanelerden af ve para vaadiyle salıverilen adi suçluların Wagner organizasyonuyla Ukrayna cephelerine sürülmesi bir acizliğin ikrarıydı. Wagner’in kurucusu, SSCB zamanında haydutluk ve hırsızlıktan dokuz yıl hapis yatmış, günümüzün “işadamı” Yevgeni Prigozhin bugün Rusya’da Putin’den sonra “ikinci adam” olarak tanınıyor. Bahmut muharebelerinde düzenli Rus ordusunun isteksizliğine karşın Wagner paralı askerlerinin gözü karalığı, acımasızlığı ve “mayın eşeği” olarak öne sürülmeleri Rus basınında bir övünç konusu olarak işleniyor. Prigozhin, Rus genelkurmay başkanı Valeri Gerasimov’u medyada ulu orta eleştirecek kadar kendine güveniyor. Oysa Ukrayna işgali başladığında Wagner kâğıt üstünde Suriye ve bazı Afrika ülkelerinde faaliyet gösteren ve Rus nizami ordusundan bağımsızlık görüntüsü vermeye özen gösteren bir güvenlik şirketi statüsündeydi.

Muharebe meydanındaki umulmadık gelişmelere rağmen Putin’in Ukrayna savaşını sürdürme ısrarı, Ukrayna’da değilse bile, Rusya içinde istediği sonuçları elde ettiğini; üstüne üstlük amaçladığı toplumsal dönüşümü zamana yayarak derinleştirme fırsatı yakaladığını düşündürtüyor. Sovyetler’in çöküşünden sonraki otuz yılda Rusya’da ortaya çıkan aktivist gruplar, hak ve sivil toplum örgütleri, bağımsız medya kuruluşları, muhalif aydınlar Ukrayna savaşının birinci yılı sonunda neredeyse tamamen tasfiye edilmiş durumdalar. İki yıl önce Navalni etrafında toplanıp kitlesel sokak gösterileri ve sosyal medya kampanyaları örgütleyen Rus demokratları ya Rusya’dan ayrılmak zorunda kaldılar ya da mecburi bir oto-sansürle sessizliğe gömüldüler. Putin rejimi son olarak 3 Şubat’ta insan hakları ve toplumsal hafıza alanında çalışmalar yürüten Sakharov Müzesi’ni kapattı. İçeride en ufak bir eleştirel sese dahi tahammülü olmayan, savaşa savaş demeyi yasaklayan Kremlin’e Rus toplumu da sessizlikle yanıt veriyor. ABD ve Batı ülkelerinin uyguladığı yaptırımlar önemli bir uluslararası dayanışma örneği oluştursa da, Rus ekonomisini çökertecek veya dünyadan izole edecek bir etkiye şimdilik yol açmadılar. Rusya, Çin ve İran gibi demokrasi karşıtı rejimlerden destek almayı sürdürdüğü gibi, Hindistan ve Türkiye gibi ilkesiz-aracı ülkeler vasıtasıyla ekonomik yaptırımların etkisini hafifletmeyi de başardı. Dünyanın neredeyse yarısı, Rusya’ya uygulanan ekonomik yaptırımlara farklı nedenlerle katılmıyor. Öte yandan Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının yıldönümünden hemen önce, Birleşmiş Milletler’de Rusya’nın Ukrayna topraklarından hemen çekilmesini talep eden bildiriyi 193 üye ülkeden 141'i destekledi. Sadece 7 ülke Rusya’nın yanında yer alırken 32 ülke çekimser kaldı. Rusya’nın otokrat yönetiminin yanında açıkça yer alan ülkelere bakınca, Putin politikasının uluslararası alanda dikkate alınır bir destek gördüğünü söylemek mümkün değil. Benzer biçimde, Putin’in Batı Avrupa ülkelerine yaşatmayı planladığı “enerji krizi” de gerçekleşmedi.

Fosil yakıt ihracına dayalı orta boy bir rant ekonomisi olan Rusya, uluslararası yaptırımların da etkisiyle bir savaş ekonomisine dönüşürken, cephedeki ağır insan kaybı bir yana, savaşın yıkıcılığını kendi topraklarında yaşamıyor. Rusya’nın belli başlı şehirlerindeki “ortalama” vatandaşın halinden şimdilik çok şikâyetçi olmadığını ya da Rusya’nın savaş öncesindeki durumuyla mevcut durumu arasında ciddi bir fark görmediğini gözlemciler belirtiyor. Bugünün Rusyası’nda 1990’larda Çeçenistan savaşında çocuklarını kaybeden annelerin kullanabildiği protesto kanalları da olmadığı için, Putin içeride bir hegemonya sorunuyla karşılaşmadı.

Rus istihbarat örgütü FSB’nin vekili olarak ülkeyi “dikey iktidar” anlayışıyla yöneten Putin’in muhafazakâr dönüşüm politikası, Rusya toplumunun hatırı sayılır bir kesiminin, siyasal yönetici sınıfın ezici çoğunluğunun ve Rus Ortodoks Kilisesi’nin beklentilerine yanıt veriyor. SSCB’nin çöküşünün (Yahudi Soykırımı’nı bu vesileyle es geçen Putin’e göre bu çöküş “20. yüzyılda gerçekleşmiş en kötü felaket” idi), sosyal güvenlik sisteminin dağıtılmasının, 1990’larda dayatılan vahşi ve arsız liberalizmin yıkıcı sonuçlarının ve bundan esas olarak yararlananların bir avuç oligark olmasının hıncını biriktiren halkın tepki ve endişeleri ebedi ve hep tehdit altındaki bir “Rus ruhu ve varlığı” anlatısıyla canlı tutuluyor. Bu muhafazakâr-otoriter restorasyon politikası, Belarus ve Ukrayna’da olduğu gibi, eski SSCB coğrafyasında ortaya çıkan ve Rusya Federasyonu’nda yaşayanlara kötü örnek oluşturacak demokratikleşme eğilimlerini kendisi için büyük bir tehlike olarak görüyor. Öyle ki Rusya Dışişleri Bakanı bundan sonraki olası hedeflerinin Moldavya olduğunu açıkça söyleyebiliyor. Putin ve arkasındaki siloviki zümresi, Rusya’nın “yumuşak güç” yoluyla elinde tutmayı başaramadığı emperyal büyüklük politikasını şimdi kendi toplumunun da ağır bir insani bedel ödemesini göze alan bir kaba güç politikasıyla uygulamaya çalışıyor. Aynı zamanda Rusya’nın Ukrayna’yı işgal teşebbüsünün bir hezimetle sonuçlanması durumunda, Rusya Federasyonu’nun da büyük bir sarsıntı geçirmesi ve belki dağılması olasılığının kapısını aralıyor. Diğer taraftan Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı, bu ülkeyi kadim Rus kimliğinin kaynağı olarak gören Rus-Slav milliyetçiliğinin beklentilerinin tam tersi bir sonuç yarattı. Ukrayna milli kimliği toplumda hızla yaygınlaştı ve güçlü biçimde yerleşti. Böylece Putin, Büyük Rusya hayalinin gerçekleşme koşullarının köküne kendi elleriyle kibrit suyu dökmüş oldu.   

İkinci yılına girdiğimiz Ukrayna savaşı dünyanın birçok yerinde sol hareketler ve kültür camiası içinde de ihtilaflara yol açtı. Batı’da bazı üniversitelerin işgale tepki olarak Rus yazarların eserlerini okutmama kararı alması, bazı konser salonlarının Çaykovski’nin 1812 Uvertürü gibi yapıtlarını yıllık programlarından çıkartması bize göre Putin’in Ukrayna’daki savaşı bir kültür savaşıyla taçlandırma projesine yarayan yanlış tutumlardı. Ancak “iptal kültürü” akımının bu dogmatik ve püriten uzantısı Batı ülkelerinde yaygın bir kabul görmedi. Buna karşılık, Rusya’nın işgal girişimini açıkça destekleyen Rus sanatçıların protesto edilmesi hakkaniyet ilkesine uygun tepkilerdi. Batı ülkelerinde bunlar olurken Rusya içinde savaşa karşı çıkan ya da sadece “savaşa savaş demekte” ısrar eden binlerce kişi tutuklandı, yüz binlerce eğitimli-orta sınıf Rus ise ülkeden ayrıldı. Kültür alanındaki geniş çaplı tasfiyeler çerçevesinde son olarak 45 yıldır Sovremennik Tiyatrosu’nda çalışan ünlü Rus aktris Liya Akhedzhakova ve Tretyakov Galerisi direktörü Zelfire Tregulova, Kremlin’in çizgisinden saptıkları için görevlerinden alındılar.

Küresel solun Rusya’nın işgal savaşına yönelik tepkisine gelince; Zelenski hükümeti ABD ve Batı ülkeleri tarafından desteklendiği için Ukrayna’nın demokrasi ve bağımsızlık savaşına burun kıvıranlar, esas olarak ABD ve NATO’nun başka coğrafyalarda yaptıklarını (Irak, Latin Amerika vs.) kendi suskunlukları ve Rusya’nın saldırısına karşı bir tavır almaktan kaçınmalarının gerekçesi olarak gösterdiler. İçlerinden küçük bir kısmı, esas hatta tek emperyalist gücün ABD olduğu iddiasıyla, bu savaşı ABD ve müttefiklerinin çıkarttığı türünden zırvaları dile getirmekten geri kalmadılar. Oysa Putin’in emperyalist yayılmacı işgaline karşı direnen Ukrayna halkının meşru mücadelesini desteklemek ABD ve müttefiklerinin geçmişte Irak’ta yaptıklarını meşrulaştırmak ya da savunmak anlamına gelmiyor. Bu iki tavır arasında bir illiyet bağı kurmak mümkün olmadığı gibi, bugün birçok Batı toplumunda Ukrayna halkının mücadelesini net, “ama”sız ve ilkesel bir tutumla destekleyen sol hareketler, geçmişte ABD ve NATO’nun işgallerine, saldırılarına karşı kitlesel protestoları örgütlemişlerdi. Bugün de enternasyonal demokrasi ve özgürlük mücadelesini ülke ve devlet ayırt etmeden sürdürmenin mümkün olduğunu gösteriyorlar. Rusya’nın Ukrayna’yı fiilen ilhak amaçlı saldırısıyla başlayan tartışmalar solda yer almanın bağnaz bir inanca teslim olup bir siyasal sorunu her zaman her yerde iki emperyalist kampın çatışması olarak değerlendirmek ve bu ezber doğrultusunda bir tavır almaktan ziyade, solun temel ilkeleri ışığında somut durumun gerçekçi ve somut analizini yapmak olduğunu bir kez daha ortaya koydu.