İngiltere’nin politik gündemini bir süredir göçmenler işgal ediyor. Göçmenlerin entegrasyonu, yasadışı göçün önüne geçilmesi, serbest dolaşımın getirdiği sıkıntılar, işsizlik, göçmenlere yapılan sosyal yardımlar şu günlerde en çok konuşulan konuların başında geliyor.
İngiltere’de 7 Mayıs 2015 yılında yapılacak genel seçim öncesinde iktidarda epey hırpalanan Liberal Demokratlar’ın koalisyon ortağı Muhafazakâr Parti muhafazakâr kitleyi tahkim etmek ve yükselen aşırı sağcı parti UKİP’e (Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi) seçmen kaptırmamak için göçmen/göç karşıtı söylemlerine ağırlık verdi. Başbakan Cameron göçmenlerin ülkeye girişini azaltmayı hedeflediklerini açıklamasının ardından geçtiğimiz günlerde de göçmenlere ancak dört yılın ardından sosyal yardım alabilecekleri bir düzenlemeye gideceklerini belirtti. Muhafazakâr-Liberal koalisyon iktidara gelir gelmez bütçe açığını kapatmak bahanesiyle sosyal yardımları kesmeye ilişkin bir düzenleme yapmış; hem sosyal yardım almayı zorlaştırmış hem de verilen yardım miktarını azaltmıştı. UKİP ile rekabet halindeki Muhafazakar Parti’nin bir başka kozu da AB üyeliğini referanduma götürmek… Muhafazakârlar 2015 seçimlerini kazanmaları durumunda İngiltere’nin AB üyeliğini referanduma götürmek istediklerini belirtiyorlar.
2014 yılının başında serbest dolaşım hakkı elde eden Bulgar ve Romen göçmenlerin akını muhafazakârları kara kara düşündürüyor. Daha öncesinde Polonyalı göçmenlerin akınında da benzer bir tartışma yaşanmıştı. 2014 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde milliyetçi partilerin şahlanışını da bu çerçeveden değerlendirmek gerekiyor. UKİP, % 26’lık oy oranıyla İngiltere’de Avrupa Parlamentosu Seçimleri’nde en çok oy alan parti olmuştu. “Göçmenler geldi dirliğimiz düzenimiz bozuldu.” “Göçmenler yüzünden suç oranı artıyor.” “Göçmenler ücretleri düşürüyor.” Sokakta, televizyonda, radyoda her daim duyduğumuz bu propaganda milliyetçi, muhafazkar kesimi bir bakıma zinde tutuyor. Güvenceli konumlarını yıllar içinde yitiren orta sınıflar bunun faturasını göçmenlere kesiyor.
Bedava dağıtılan Metro gazetesi geçenlerde “Göçmenler sosyal yardım almak için ölmeye hazır” başlığıyla çıktı. Bir başka sayısında ise , “Göçmenler 36 pound ile zengin olacaklarını düşünüyor” yazıyordu. Politikacılara ait bu sözlerin gazetede tırnak içinde kullanılması göçmenlere yönelik kullanılan ayrımcı dili örtbas etmeye yetmiyor. Metro’nun 8 Aralık’taki başlığında ise UKİP lideri Farage’ın Galler’e geç ulaşmasını göçmenlere bağlaması yer aldı. Dinleyici başına 25 pound ücret alınan toplantıda Farage İngiltere’nin göçmen politikasını eleştirerek bütün kötülüklerin kaynağı olarak yine göçmenleri gösterdi. Milliyetçi liderin Galler’e 6 saat, 15 dakikada ulaşmasıyla göçmenler arasında kurduğu bu ilginç ilişki mizahçıların da dahil olduğu yeni bir tartışmayı başlattı. Anlayacağınız reklâmın iyisi kötüsü olmaz maksat gündemde kalmak taktiği İngiltere politikasında da işliyor.
Aslında biz bu filmi başka bir versiyonuyla daha önce de görmüştük. 1960’lı yıllarda davullarla, zurnalarla karşılanan göçmenler 1970’lerin ikinci yarısından itibaren başgösteren krizin ardından yine kötü gidişin sorumlusu ilan edilmişti. Almanya’nın Kasım 1973’de yeni göçmen alımını durdurmasının ardından bir yıl içinde diğere Batı Avrupa ülkeleri de aynı uygulamaya imza atmıştı. Fakat ilk başlarda “geçici işçi” olarak davet edilen göçmenler yaşadıkları yerlerde kalıcı olmuşlar, aile birleşmeleri ve kaçak göç yoluyla da göçmen nüfusu azalmak yerine yıldan yıla artmıştı.
Bugünkü manzara ise biraz daha farklı. Emek yoğun üretimin terk edilmesi, sosyal devletin tasfiyesi, esnek ve güvencesiz çalışmanın yaygınlaşması Avrupa’nın sosyal yapısını değiştirdiği gibi göçmenlerin de yaşam koşullarını doğrudan etkiledi. Örneğin yasal olarak asgari ücretin 6,5 Pound olduğu Londra’da bugün saati 2-3 Pound’a çalışmaya razı olan Bulgar, Romen göçmenler var.
İngiltere’ye seksenli yıllarda göç eden bir Türkiyeli, İngilizler’deki göçmen karşıtı fikirlerin nasıl geliştiğini şu örnekle açıklamıştı:
Üç-beş yıl önce buradaki Polonyalılar’ın durumunu görünce bizim geldiğimiz yılları hatırladım. Aslında göç, birbirini tekrar eden hikâyeler bütünü. Polonyalılar da Londra’ya biraz para yapıp memleketlerinde ev, araba almak için geldiler ama çoğu burada kalıcı oldu. O dönemde Pound ile Euro arasındaki uçurum büyüktü. Ilk gelenler, yirmi kişilik evlerde kaldı, aynı yatakta dönüşümlü olarak yattı. Belli bir miktar para topladı. Bazıları geri döndü, bazıları burada kalıcı oldu. Bu sırada işinin gerçekten ustası olan İngilizler tamircilik, yapıcılık, tesisatçılık gibi işleri işlerin piyasası çok düştüğü için yapamaz oldular. Böylece herşeyden göçmenleri sorumlu tutmaya başladılar.
Göçmenler sadece yerleştikleri ülkenin insanları tarafından ayrımcılığa uğramıyor. Yaşadıkları topluluk içerisinde de çeşitli baskı/sömürü/tahakküm mekanizmalarının içerisine dahil olabiliyorlar. “Çayda dem askerde kıdem” sözünü “çayda dem göçmenlikte kıdem” olarak değiştirebiliriz. Ülkeye daha önce gelmiş olan ve göreceli olarak daha iyi ekonomik koşullara sahip olan göçmenlerle sonradan gelen göçmenler arasında çok görünür olmayan hiyerarşik bir ilişki bulunuyor. Saati 3-4 Pound’a topluluk içindeki çarkın içerisinde restoranlarda, kebap salonlarında, kafelerde çalışarak varolma mücadelesi veren binlerce Türkiyeli var Londra’da. Eğer bu durumu işyeri sahiplerine sorarsanız başka bir hikâye dinleyeceksinizdir kuşkusuz. “Dil bilmediği halde ona ekmek verdik. Burada yaşamasını sağladık. Başka bir yerde bu özellikleriyle çalışması zaten mümkün değildi.”
Sosyal hayatta yaşanan izolasyon, ayrımcılığa maruz kalma, topluluk içindeki ilişkilere mahkum olma, ekonomik sorunlar en çok da belirsizlik büküyor göçmenlerin belini. Dönmek mi zor, kalmak mı? sorusu yeni kuşak göçmenlerin aklını durmadan kurcalıyor. İstanbul’daki bankacılık kariyerini bırakıp iki yıl önce Londra’ya gelen ve burada garsonluk yapan bir göçmen şöyle diyordu:
Bankacı olmam nedeniyle kolay vize aldım ve Londra’ya taşındım. İyi mi yaptım, kötü mü bilmiyorum. Çünkü burada kendimi hayatın içinde hissetmiyorum. İstanbul’da Kasımpaşa’da oturuyordum. İstediğim zaman Taksim’e çıkıp, yürüyüşlere katılabiliyordum. O zaman sanki hayatın daha fazla içindeydik. Dikkat edersiniz arabalar bile hep tek kapılı. Oysa bizde tek kapılı araba çok nadirdir. İnsanlar araba alırken, eşini dostunu, arkadaşını düşünür. Burada herkes önce kendisini düşünüyor…