Göçmenlerin Gıyabında: Seçim Biter, Söylem Kalır

Seçim gündemimiz bitti, sonuçlar ortaya çıktı. Öncesiyle sonrasıyla, seçimin önemli ölçüde göçmenlerin üzerine yıkıldığını gördük. Türkiye’de iktidarın göçmenleri Avrupa Birliği ile yapılan mutabakatlar ve çıkar hesapları yoluyla nasıl bir ekonomik kaynağa ve yerine göre şantaj malzemesine dönüştürdüğünü zaten uzun zamandır biliyor ve izliyoruz. Fakat yazık ki, muhalefetin seçim ittifakı da göçmenleri seçim malzemesine dönüştürdü, gözden çıkarmayı seçti. Bu süreçte sol muhalefetin konuya dönük uyarıları ise önemli olmakla birlikte[1] sandık aciliyetinin gölgesinde kaldı. Gözden çıkarmak diyorum çünkü halihazırda göçmen karşıtı olan bir toplumda, insanlar üzerinde sonuçlar üretecek böylesine büyük bir toplumsal mesele konusunda kamusal sahaya saçılan siyasi söylemin yükü pek de hafifsenebilecek gibi değil. “Göçmenleri göndereceğiz” söyleminin toplumda ve göçmenlerin yaşamı üzerinde üretebileceği sonuçların öngörülmezliği insanı huzursuz ediyor.

Doğu’dan Batı’ya ve Güney’den Kuzey’e yaşanmakta olan zorunlu göç dalgası, özellikle son on yıllarda uluslararası sözleşmelerin ölçeğini ve sınırlarını zorluyor. Sermaye, mal, enformasyon, ideoloji akışını avuç içleri acıyana kadar alkışlayan çağımız, insan akışını hiç de tasvip etmiyor. Avrupa Doğu’dan gelen göçmen akışını engellemek üzere güvenlikçi önlemleri artırıp bir iç kale[2] oluştururken, Türkiye ve Avrupa Birliği arasındaki anlaşma ve ödenekler ülkenin ulusal ve uluslararası siyasetini belirleyen bir unsura dönüşüyor. Göç akışı sonlanacak gibi görünmüyor. Bu konjonktür içinde göçmenlere dönük uyum politikaları, onları güvenli ve insani bir şekilde hedef ülkeye gönderme ya da geri göndermenin anlamı ve mümkünatı gibi. konular üzerine siyasetbilimciler ve göç uzmanları halihazırda tartışıyor.[3] Nitekim, göçmenleri, gönüllülükleri ve insan hakları temelinde, geldikleri ülkelerde veya başka hedef ülkelerde yeniden yerleştirmeye dönük bütün arayışlar göç/men politikaları bağlamında anlaşılabilir olabilir. Kaldı ki bu, aynı anda hem transit hem de hedef ülke görünümünde olan Türkiye’de bir kısım göçmenin talebi de olabilir. Zira, halihazırda arada-derede bir statü olagelen göçmenlik bugünün koşullarında çok daha belirsiz: Savaşa ve siyasi istikrarsızlıklara dayalı göçler, geçici-istisnai ara düzenekler dahilinde milyonlarca askıda hayat üretiyor.

Bu bağlamda, göndereceğiz söyleminin uygulanabilirliği, gerek Türkiye’nin de taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ve mutabakat metinleri, gerek geride bırakılan ülkedeki güvenlik ve hak ihlaline bağlı güncel durum, gerekse Türkiye’nin göçmen politikasındaki halihazırdaki eksiklikler nedeniyle ne derece gerçekçidir? Bu konudaki tartışmaları konunun uzmanlarına bırakıyorum. Ben daha ziyade söylemin sahasıyla ilgileniyorum. Şimdiye kadar göç ve göçmenler konusunda sağlıklı bilgilendirilmemiş olan kamuya, insani bir sorun çözme yaklaşımı değil de, milliyetçi bir meydan okuma olarak ulaşan “göndereceğiz” söylemi üzerine düşünmek, biraz da kaygımı paylaşmak istiyorum. Çünkü göçmenleri ekonomik krizin, toplumun yapısal dönüşümünün, olası seçim sonuçlarının sebebi olarak göstermek ve siyasi bir vaat olarak “göçmenleri göndereceğiz” demenin halihazırda göçmen karşıtı olan toplumda öngörülemez karşılıklarının olabileceğinden kaygı duyuyorum. “Zorla göndermek” söylemi kime vaat, kime tehdittir? Seçim biter söylem kalır. Dolayısıyla (seçmenin oy davranışını belirlemesi beklentisini parantez içine alarak) sormak istiyorum: Bu söylemin toplumda nasıl bir sonuç üretmesi bekleniyor? Özellikle de şunu düşünmekten kendimi alamıyorum: Göçmenler bu haberleri hangi duygu ve düşüncelerle izliyorlar acaba? Muhtemelen evlerinden çıkmaya korktukları günler yaşıyorlar. Göçmenlerin ne yaşadığı bizi o kadar mı ilgilendirmiyor?

Söylem olgularla değil, toplumla konuşur; sadece düşünce değil, kanaatler ve duygular da üretir. Özellikle göçmenlerle yerleşiklerin bir arada yaşadığı adreslere düşer; korkarım eylemler de üretebilir. Türkiye toplumu göçmenler konusunda kasıtlı olarak dolaşıma sokulan yanlış bilgiler dolayımıyla yıllardır bileniyor zaten. Medya üzerinden göçmenlerle ilgili hesaplı kitaplı yayılan yanlış haberler toplumsal dokuda sürekli olarak kullanışlı bir ırkçılık örgütlüyor. Göçmenlerin üniversiteye sınavsız girdikleri, hastanelerde öncelikli hasta oldukları ve ücretsiz tedavi aldıkları, tatil bölgelerinde keyif çattıkları bunlardan sadece bazıları. Bizim yaşayamadığımız hayatları onların yaşadığı fikri yayılıyor. Göçmenler toplumu, kadınları tehdit eden, ülkesini savunmaktan kaçan, suç ve terör örgütlerine bağlı, düşük ahlâklı kişiler olarak temsil ediliyorlar.

Türkiye’de göçmenler hakkında hak temelli bir anlayış hiç devrede olmadı: bu bir tespit. Göçmen ve yerleşiklerin karşılaşma alanlarında olası çatışmaları en aza indirgeyecek barışçıl bir çağrı kamusal sorumluluk olarak görülmedi: bu da bir tespit. Fakat şimdiye kadar, kamuyu sağlıklı bilgilendirmek gibi bir gereklilik de hiç hissedilmedi; bu ise açıkça kötü niyet. Çünkü kamusal bilgilendirme olanaklarını ve kanallarını bütünüyle elinde tutan iktidar elindekileri asla bu amaç uğrunda kullanmadı, dolaşıma giren yanlış bilgileri düzeltmedi. Aksine AKP iktidarı göçmenler konusunda dezenformasyonu ziyadesiyle araçsallaştırmış görünüyor; göçmenleri toplumdaki milliyetçi agresyonu yönetmede ayar düğmesine dönüştürmüş durumda. Bu yolla şimdiye kadar yaptığı âdeta devletin şiddet yetkisini toplumun dokularına zerk etmek oldu. Nitekim göçmen yerleşimlerinin de yoğun olduğu yerlerde göçmenlere yönelen şiddet olaylarının arkasında tam da iktidardan alınan bu güç var maalesef.

Büyük ölçüde medyaya bağımlı, bilgi talebi ve sorgulama refleksleri oldukça zayıf bir toplumuz. Ötekine karşı aynı anda hem öfkeli hem de ilgisiziz (meraksız ve empati yoksunu). Dahası, Türkiye’ye okumak üzere gelmiş Kenyalı bir öğrenciyi Suriyeli sanacak kadar da bilgisiziz.[4] Bu toplumsal görünüm içinde, göçün nedenleri ve sorumluları üzerine düşünmek yerine en yakındaki göçmene yöneliyor medya tarafından harlanan öfke. Toplumda yaşanan şiddet olayları bir yana, bu öfkenin sosyal ilişkilerimizde sürekli mayalandığını hepimiz izleyebiliyor olmalıyız: hane içi muhabbetlerde, çocuk parklarında, marketlerde, en sevdiklerimizin dilinde, sevgili sohbetlerinde, sosyal medyada... Muhabbet konusu bulamayan “Suriyeliler’i” konuşuyor bugün. Ve maalesef seçim döneminde muhalif tarafın önemli bir kısmı da aynı milliyetçi öfke hasadını biçmeye yöneldi. Göçmen karşıtı söylem işte bu milliyetçi uğultu ile konuşuyor. Bu çok ürkütücü değil mi? Biz değil göçmenler mi düşünsün diyoruz yoksa?

Hiç derdine düşmediğimiz göçmen kimdir peki? Öncelikle uluslararası sözleşmelerin temeli insan hakları esasına göre düzenlenmiş olsa da, göç yolundaki insan için bunun işlerliği yoktur. Ulus-devletin yurttaş çerçeveleri hiç geçirgen değildir; haliyle buradan bakıldığında yurttaş olmayan bir anlamda insan da değildir.[5] Göçmen dışarıdan gelendir. Ona tabiiyet/uyruk sağlayan ülkenin yurttaşlık tanımlayıcı sınırlarının dışına çıktığı, adımını başka bir ülkeye attığı anda açık alana düşmüş, istenmeyene dönüşmüştür. İşte bireyin göçmenleştirilmesi[6] buradan itibaren başlar; göçmenlik sadece bir durum değil, bir inşadır da. Ulus-devlet tarihselliğiyle biçimlenen halk, siyasal egemenlik ve yurttaşlık arasında kurulan denklik ilişkisi, dışarıdan geleni birbirinin üzerine binen bu izomorfik tutunumun dışına itecektir. Ortaklıklar dizgesi (ortak dil, din, ırk, geçmiş), günahta ve sevapta çıkar birliği ve etnikleştirilmiş “ulus”a yapışık değerler dizgesi, göçmene sürekli kapının dışını işaret eder. Onu ne yaparsa yapsın geçemeyeceği sadakat testlerinden sınıfta bırakır; varlığıyla tehdit unsurudur.

Tekinsiz bir temsiller ağından kurtulamaz göçmen: Geldiği ülkede ihanetçi, terörist, ajan olarak görülür. Zaten buraya geride bıraktığı ülkenin başarısız yurttaşı[7] olarak gelmiştir: Yoksuldur, savaştan kaçmıştır, vatan hainidir, makbul olmayan kimliklerdendir vs. Bir anafora dönüşür bedeni: İçine geldiği toplumda olumsuzlanan hangi değerler var ise, yerleşik olanın bedeninden ayrılır ve göçmenin bedenine yapışır: Bu karşılaşmada, yerleşik olan söylemde püripaklaşırken, göçmen kötü, ahlâksız, kirli, hastalık taşıyan yegâne bedene dönüşür. Hiçbir yerde hayatını temize çekemez. Ulus konfigürasyonlu bir dünya tahayyülü içinde onun hayatı varsayılmaz.

Bir hayatı var mıdır ki göçmenin? Olmuştur tabii. Ülkesinde bir mesleğin erbabı; terzi, doktor, öğretmen, işçi, mühendis, yazar, sanatçı, müzisyen, duvar ustası vs. olabilir. Orada Arap, Kürt, Pakistanlı, Ezidi, Iraklı, Afganistanlı, Somalilidir. Göç yoluna çıkmadan önce mutlaka bir hayatı, hayata bakış biçimi, fikirleri, kendine özgü zevkleri, benimsediği hayat tarzları olmuş olmalıdır. Ailesi, akrabaları, arkadaşları, yoldaşları; içinde bulunduğu sosyal ağları illa ki olmuştur. Fakat göç yolunda ve göçmenleştirilme sürecinde aidiyet ve iyelik bağları dökülür insanın; varoluşu azalır. Bu azalmadan teşekkül eden kocaman bir totolojiye dönüşür; ona göçmen denir. Veya Türkiye’deki gündelik dilde ağırlıkla Suriyelidir artık. Kocaman derken, buraya önemli bir düzeltme ekleyelim: Türkiye’deki göçmen sayısı muhalif tarafın seçim kampanyalarında dolaşıma sokulduğu üzere 10 milyon kocamanlığında değil, 6 milyon civarındadır. Bunun 3,7 milyon kadarı Suriye’den gelen göçmenlerdir.[8] Fakat bu olgusal hata bildiğim kadarıyla kimse tarafından düzeltilmemiştir. İktidar ittifakının seçimde propaganda malzemesi olarak kullandığı montajlanmış görüntü için sarf ettiği “kendisi gerçek değil ama unsurları gerçek”[9] lafını da duyduğumuz ve şu post-truth çağı dediğimiz dönemde, dolaşıma giren bu yanlış bilgi de söylem sahasının esasında olguları nasıl çiğneyip sindirdiğinin bir örneği olarak görülebilir. Oysa ki gerçeklik ile adalet arasında doğrudan bağlantı vardır; birisini bozarsanız diğeri de bozulur.

Tekrar göçmenlik meselesine dönelim. Göçmenlik zor bir sosyopolitik müessesedir. İnsanın yeryüzü üzerinde hareket etmesi fizik kuralları gereği dünyanın özgül ağırlığını değiştirmez. Ama göçmen dünyada fazlalıktır, dünyaya “yük”tür.[10] O en alttakidir; toplumsal ve ekonomik denklem göçmenin almaktan çok vermesi üzerine kuruludur: Çoğunlukla en zor koşullarda, hiç güvencesiz çalışır. 1960’larda dünyanın bütün işçilerini birleşmeye çağıran Almanya sendikal mücadelesi dahi yanı başında madenlerde çalışan göçmenleri varsaymamıştır.[11] Bu ulus-devlet optiğinin kör noktasına itilen göçmenleri solun bile görmemesinin, çok da uzak olmayan bir tarihteki ve ülkedeki örneklerinden biridir. Maalesef bizde durum farklı değil, hatta daha kötü. Öyle ki, savaşa bağlı zorunlu göç karakteristiğinde olması ve getirdiği büyük ekonomik maliyet nedeniyle göçmeni bizzat göç sorunsalı yutmaktadır. Çoğunlukla kayıt dışı, güvencesiz ve yok pahasına çalışan göçmen, bir yandan da küçük sermayedarın maddi ve manevi istismarına uğrar: İşveren göçmenin kayıt dışı emeğini yok pahasına sömürürken ve karını artırırken, bir yandan da göçmenden minnet bekler. Emek pazarında kayıt dışı ve görünmez olan göçmenler, özellikle büyük şehirlerdeki yoksul yerleşimlerde ise fazlaca görünürdür. Göçmen varlığına bağlı nedenlerle ekmeği daha da küçülen yoksul yerleşikler içine düştükleri varlık yokluk savaşının müsebbibi olarak göçmenleri görürler. Dolayısıyla, göçmen ağırlıklı yerleşimlerde yaşanan şiddet olayları eleştirel bakış tarafından ağırlıkla ırkçılık bağlamında okunuyor olmakla birlikte, esasında bu tek başına yeterli bir değerlendirme olamaz. Çünkü buralar esasında küresel kapitalizmin en vahşi görünümlerinin ortaya çıktığı yerlerdir. Bu tablo içinde yerleşik tehdit algısıyla saldırganlaşırken, göçmenin ise can güvenliği de yoktur, can güvencesi de. Daha kötüsü, onun için işleyecek bir adalet de yoktur. Doğrudan siyasilerin söyleminde yer bulan ve fazlasıyla duyulur hale gelen göçmen karşıtlığı işte bu resimdeki yoksulların öfkesini silahlandırır. Korkmak için nedenimiz yok mu? Yoksa bize ne, onu da göçmenler mi düşünsün?

Biz de düşünelim. Bunu düşünmek zorunluluğumuz ve sorumluluğumuz. Çünkü göçmen, hangi nedenle olursa olsun artık burada. Kalıcı da olsa, ülkesine dönmeyi veya başka bir yere tekrardan göç etmeyi istiyor da olsa, bugün burada. Bizler de düşünelim, çünkü kutuplaşmış ve aynı zamanda iki tarafı da milliyetçilerce kuşatılmış siyaset ortamında, tüm söylem sahasını belirleyen bu sığ, kestirip atmacı sağ popülizm gerçekliği eğip bükerken, göçmenleri parmakla gösteriyor. Yerleşik ile göçmenin karşılaşma alanlarının orta yerine çatışma tohumları saçıyor. Bu korku atmosferini geriletmek için bir şeyler yapmak lazım. Ne yapmalı sorusuna açık cevaplarım yok ama şimdilik şunu söyleyerek bitireyim: Önce var olan dayanışma ağlarımızı güçlendirelim. Göçmen düşmanı söyleme karşı, göçmenlerin hayata sarılma, yeniden özne olma ve mücadele etme adımlarının yanında yer alalım. Hak temelli sivil örgütlenmelere ve onların kamusal seslerine güç katmanın, ayrıştırıcı siyasi atmosferde hep birlikte, yan yana durma mücadelesinin, her zamankinden daha hayati olduğunu düşünüyorum.


[1] BBC News Türkçe, “HDP ve YSP, Kılıçdaroğlu’na Desteği Sürdürme Kararı Aldı: ‘Sandığa Eksiksiz Gideceğiz ve Tek Adam Rejimini Değiştireceğiz’”, https://www.bbc.com/turkce/articles/ck51ke8zk95o

[2]Avrupa göçmen girişini kontrol altında tutmak üzere güvenlikçi önlemleri hat safhaya çıkarmış; İspanya, Yunanistan, Bulgaristan, Macaristan gibi bazı ülkeler sınırlarına yüksek tel örgüler çekerek, bazı yerlerde ise elektronik sınır denetimleri artırarak bir Avrupa Kalesi (Fortress Europe) yaratmış durumda.

[3] İlgilisi için birkaç okuma: Merve Tahiroğlu (2022). “Göç Politikaları: Türkiye’deki Seçimler ve 2023 Seçimleri”, https://tr.boell.org/tr/2022/09/20/goc-politikalari-turkiyedeki-multeciler-ve-2023-secimleri; Metin Gürcan (2021). “Türkiye’nin Göç Politikası Var mı? Mevcut Durum, Riskler ve Yapılması Gerekenler, https://t24.com.tr/yazarlar/metin-gurcan/turkiye-nin-goc-politikasi-var-mi-mevcut-durum-riskler-ve-yapilmasi-gerekenler,32394; VOA (2022). “Türkiye’nin Göç Politikası Var Mı?”, https://www.voaturkce.com/a/turkiyenin-goc-politikasi-var-mi/6554827.html; Kıvılcım Akkoyunlu Ertan, Birol Ertan (2017). “Türkiye’nin Göç Politikası”, Contemporary Research in Economics and Social Sciences, 1(2), s. 7-39.

[4] Gülsüm Depeli, Özlem Atar (2016). “Türkiye’de ve Ankara’da Yabancı Öğrenci Olmak: İlk Ağızdan Deneyimler”, Göç ve Kültür Sempozyum Bildirileri Kitabı, KIBATEK Yayınları, Ankara, s. 269-282.

[5] Cahide Sarı (2013). “Göçmenler Yolda Kağıtlarını Neden İmha Eder? Dolaşım Özgürlüğüne Sahip Hayvan Olmak İçin!”, Ayrıntı Dergi, https://ayrintidergi.com.tr/gocmenler-yolda-kagitlarini-neden-imha-eder-dolasim-ozgurlugune-sahip-hayvan-olmak-icin/

[6] Göçmenleştirilme (migrantification) kavramlaştırması konusunda bkz. Kirsten Forkert, Federico Oliveri, Gargi Bhattacharyya ve Janna Graham (2020). How Media and Conflict Make Migrants, Manchester University Press.

[7] Thomas Nail (2022). Göçmen Figürü, çev. Dılşa Ritsa Eşli, İletişim, İstanbul.

[8] Bkz. Metin Gürcan (2021). “Türkiye’nin Göç Politikası Var mı? Mevcut Durum, Riskler ve Yapılması Gerekenler, https://t24.com.tr/yazarlar/metin-gurcan/turkiye-nin-goc-politikasi-var-mi-mevcut-durum-riskler-ve-yapilmasi-gerekenler,32394; VOA (2022). “Türkiye’nin Göç Politikası Var Mı?”, https://www.voaturkce.com/a/turkiyenin-goc-politikasi-var-mi/6554827.html

[9] Gazete Duvar (24 Mayıs 2023). “İbrahim Kalın: Videonun Kendisi Kurgu, Unsurları Gerçek”, https://www.gazeteduvar.com.tr/ibrahim-kalin-videonun-kendisi-kurgu-unsurlari-gercek-haber-1620033

[10] Göçmen, göç çalışmaları literatürü içinde sıklıkla “burden” sözcüğü ile tanımlanır ve nitelenir.

[11] John Berger ve Jean Mohr (1976). Arbeitsemigranten: Erfahrungen, Bilder, Analysen, İngilizceye çeviren: Nils Thomas Lindquist. Rowohlt, Hamburg, s. 145.


Not: Bu yazının yazılmasındaki teşviki ve içerikteki katkılarından dolayı sevgili arkadaşım Burcu Şimşek’e çok teşekkür ederim.