İngiliz kültürü, Pre-Raphaelite Kardeşlik ve Bloomsbury Grubu'ndan Macspaunday'a (1930’ların şairleri Louis MacNeice, Stephen Spender, W. H. Auden ve Cecil Day Lewis olarak da bilinir) kadar zaman içinde bir dizi klik ve zümre üretmiştir. 1950’lerin Öfkeli Genç Adamları birbirlerini pek tanımadıkları için tam olarak bir klik değildi ve genç olmanın dışında neredeyse hiçbir ortak noktaları yoktu, özellikle öfke konusunda. Onlardan birkaçı kadınlar ve etnik köken hakkında şüpheli görüşleri olan huysuz yaşlı adamlar haline geldi. Bunlardan biri geçen hafta ölen romancı Martin Amis'in babası Kingsley Amis idi. Baba Amis, Lucky Jim'in coşkulu ikonoklazmından sağcı bir kulüp adamının dünya görüşüne geçti ve daha sonra göreceğimiz gibi Oğul Amis de en azından bir açıdan babasının yolunu izledi.
Amis'in kendi kliği -Salman Rushdie, Julian Barnes, Ian McEwan, Christopher Hitchens, James Fenton, Clive James- müthiş yetenekli bir grup zeki çocuktu. Hemen hemen hepsi Oxbridge mezunuydu ve 1960’lar ve 1970’lerin yoğun kültürel yaratıcılık döneminde yetişmişlerdi. Birlikte mükemmel kurgu eserler, keskin hicivler ve yıkıcı bir mizah ürettiler. John F. Kennedy'nin "leke ve irin dolu" hayatının kısa kesildiği için değil, bu kadar uzun sürdüğü için dikkate değer olduğunu yazan Hitchens, Prens Charles'ı (o zamanki adıyla) "asık suratlı, yarasa kulaklı ve çenesiz bir adam, erken yaşlanmış, en kötü kraliyet eşleri seçimine sahip bir adam" olarak tanımlamıştır. Ian Fleming ise "ağır bir sadist, narsisist ve genel anlamda sapık" olup özellikle insan poposuna olan ilgisiyle bilinirdi.
Hitchens'ın ruh ikizi Martin Amis, keskin zeka konusunda onunla kolayca boy ölçüşebilirdi. O, postmodern metropolün büyük şairiydi, kalemiyle kentin sert, sokak zekâsına sahip, cinsel olarak libidosu yüksek sakinlerinin nabzını tutuyordu. Onun duyarlılığı, Dickens ya da Faulkner'ınki gibi tam olarak zamanına ve yerine aitti. Amis ile birlikte derinliksiz, kuralsız bir iştahın, kişisel çıkarın ve her şeyin serbest olduğu, sadece edebi üslubun titizliğiyle bir arada tutulan, tamamen boş bir özgürlük dünyasına giriyoruz. Amis'te üslup, malzemesinin sefaletinin üzerinde zaferle yükselen bir şeydir. Şekilliliği, dengesi ve inceliği, çağdaş kültürün örtük bir eleştirisini oluşturur ve bu da onu açıkça ahlaki yargılarda bulunmak gibi hoş olmayan bir şeyden kurtarır. Bir keresinde ince bir cümle için büyükannesini satabileceğini söylemişti ve ben onun büyükannesi olsaydım bu yorumu saklanacak kadar ciddiye alırdım. Üslubun bazen "elitist" olarak görüldüğü bir edebiyat ortamında, çok az modern yazar bu kadar mükemmel bir cümle kurabilir.
Amis'in bir parçası bu çılgınca tüketim kültürünü içeriden tanırken, diğer yandan da onu sadece yokluğuyla varolan bir ahlaki norm adına eğlendirici bir hicivle eleştirir. Böylece onun eserleri hicvin yargılamak için sabit bir ölçüye ihtiyaç duyduğu şeklindeki eski klişeyi çürütür. Ne var ki, her şeyin mubah olduğu bir dünyada, hiçbir şeyin değeri yoktur - hatta şok değeri bile yoktur, bu yüzden bir kitaba “Ölü Bebekler” adını vermek, tepkisiz bir dünyada dikkat çekmek için yaygara koparmak anlamına gelir. Büyük modernist yazarlar, hâlâ şok edilebilecek bir okur kitlesiyle karşılaşma şansına sahiptiler. Aslında “Ölü Bebekler” adı, kitabın ortaya çıkmasından sadece on yıl önce, 1960’lı yıllarda düşünülemezdi. Canavarca ve psikopatça olanın rutin olduğu postmodern bir dünyada Amis modernistlerin avantajına sahip değildi. Bu, hiçbir şeyin söylenemeyeceği bir medeniyetti ve bu onun hem hicvinin nesnesi hem de sonsuz sözel üretkenliğinin bir kaynağı oldu.
Amis'in yazdıklarında, anlattığı iğrenç ya da ürkütücü olaylarla sessizce temellendirdiği sıradan geleneksel görüşleri arasında bir uyumsuzluk vardır. Bu uyumsuzluk, farklı şekillerde Rushdie ve McEwan için de geçerlidir. Bu yazarlar, liberal değerlerin iflasını gösteren geç-kapitalist bir dünyayı tasvir ederler, ancak bu değerlere karşı gerçek bir alternatifleri yoktur. Çoğu liberal gibi onlar da kendilerine dogmatizm ve ruhsuz bir sistem gibi görünen inanç ve bağlılıklardan tedirginlik duyarlar. (Boris Johnson'a bir röportajda herhangi bir mahkumiyeti olup olmadığı sorulduğunda, temkinli bir şekilde bir ya da iki kez hız yaptığı için ceza aldığını söylemiştir). Amis sosyalizm ve Hıristiyanlığı modası geçmiş ideolojiler olarak görüyordu ama ona göre tüm ideolojilerin modası geçmişti. Tabii ki sıradan bir sağduyudan başka bir şey olmayan orta sınıf liberalizmi hariç. Clive James'in en sevdiği sloganlardan biri "pas de zele" (heyecana yer yok) idi, ancak Genel Grevlere karşı çıkarken gayet heyecanlı ve coşkuluydu.
Çağdaş dünya, çok fazla inananlar (örneğin İslamcılar) ile çok az inananlar (metropoliten entelektüeller) arasında bölünmüştür. Bu nedenle, ilk olarak Salman Rushdie’ye karşı verilen fetva şeklinde Londra edebiyat dünyasına sızan İslamcılık 11 Eylül'de New York'u vurduğunda, Rushdie'nin 11 Eylül'den 30 yıl önce ABD'nin Şili'nin demokratik olarak seçilmiş hükümetini devirip yerine Dünya Ticaret Merkezi'nde ölenlerden çok daha fazla insanı öldürmeye devam eden iğrenç bir diktatörü yerleştirdiği gerçeğini umursamadan Amerikan bayrağına sarılması mantıklıydı.
Martin Amis'in trajediye tepkisi ise daha da itibarsızdı. Amis, Müslüman toplumunun acı çekmesi gerektiğini ve hatta tamamen masum olan Müslümanların bile takip ve taciz edilmeleri gerektiğini ve sürecin ilerleyen aşamalarında sınır dışı edilmeleri gerektiğini öne sürdü. Bunun bir liberalin görüşü olduğunu belirtmeliyiz. Aşırı sağcıların nasıl bir intikam hayal ettiğini Tanrı bilir. Amis'in aşağılık açıklaması, statükonun şiddetli bir savunusuna hızla geçebilen liberalizmin sınırlarını gözler önüne serdi. Christopher Hitchens, Amis'in sadece bir "düşünce deneyi" yaptığını iddia ederek, eski dostunu samimiyetsiz bir şekilde savundu. Hitchens'ın çokça dile getirdiği hakikat ve adalet tutkusunun edebiyatçı arkadaşlarını kapsamaması dikkat çekicidir.
Tüm Amis zümresi çağdaş kültüre yönelik eleştirilerini onun içinde ayrıcalıklı bir konumdan başlatır. Genç bir gazeteci olarak Hitchens, şampanya sosyalizminin son noktasıydı, ancak kariyeri ilerledikçe sosyalizm yerini giderek şampanyaya bıraktı. Düzen'i yerden yere vurma arzusu, ona ait olma hevesiyle eşleşti. Oxford'da Troçkist bir aktivist olarak (gerçi hiçbir zaman iyi bir aktivist olacak kadar pratiği olmadı) başlayan kariyeri George Bush'a hayran olmakla, Irak'ta Batı katliamının mimarlarıyla yemek yemekle ve genel olarak neo-conlara yakınlaşmakla sona erdi. James Fenton da yetişkin hayatına solcu bir devrimci olarak başlamış, ancak bu tür çocukça fantezileri geride bırakmıştır.
Bunlar sadece biyografik meseleler değildir ama edebi yargılarla da karıştırılmamalıdır. Siyaset ve edebiyat arasındaki ilişki, büyük modernist yazarlara şöyle bir göz atıldığında görüleceği üzere, çok daha karmaşıktır. Joseph Conrad koyu bir muhafazakâr ve kadın düşmanıydı ve sol siyasete karşı şiddetli bir nefret besliyordu. Ezra Pound ve Wyndham Lewis faşist davayı desteklerken, W.B. Yeats yoksulların üremesini engelleme planlarının savunucusu olarak faşizmle flört ediyordu. D.H. Lawrence ırkçı, cinsiyetçi, homofobik ve anti-semitikti, T.S. Eliot yüksek bir Tory idi ve yarı faşist bir Fransız hareketini desteklemişti. Bununla birlikte tüm bu figürler radikaldi -Sol'dan ziyade Sağ'ın radikalleri- ve eserlerinin inceliği, derin bir kriz içindeki liberal demokrasiye meydan okumalarının derinliği ve genişliği ile ilgilidir. Ayrıca, sol siyasette de pek çok modernist deney vardı.
Bu yazarların neredeyse tamamı siyaset, felsefe ve bütün bir medeniyetin şekli hakkında derin düşüncelere sahipti ki bu Clive James için pek geçerli değildir. Bazıları güçlü vizyonerlerdi ki bu tanım Julian Barnes veya Ian McEwan için tam olarak uygun değildir. Bir bütün olarak ele alındıklarında, eserlerinin ortaya çıkışından bu yana geçen yaklaşık bir asırlık süre zarfında rakipsiz olmalarının bir nedeni de budur, özellikle de Amis grubu onlarla asla rekabet edememiştir. Bu gruptaki en iyi sanatçı olan Salman Rushdie’nin, kendisinden önceki pek çok modernist yazar gibi farklı kültürler, dilller ve edebi formlar arasında hareket ederek bölgesel dogmaları ve nezaket kurallarını aşması kesinlikle tesadüf değildir.
Amis'e gelince, onunla bir ya da iki kez kamuoyu önünde kılıçlarımızı çektik, özellikle de onun bütün bir halkı aşağıladığını düşündüğüm için. Ancak bir anlık panikle konuştu ve daha sonra sözlerini geri aldı, bununla birlikte bildiğim kadarıyla kırdığı kişilerden hiç özür dilemedi. Olağanüstü yetenekli bir yazardı ve onunla hiç tanışmamış olsam da (benimle bir TV stüdyosunu paylaşmazdı) nispeten erken ölümü edebiyat cumhuriyeti için acı bir kayıptır.
Çeviren: Şeyhmus Akpınar