“Istıraba ses vermek bütün hakikatlerin önkoşuludur.”
Negatif Diyalektik / Theodor W. Adorno
Türkiye'deki ekonomi-politik birçok insanı ya psikoterapiye ya da “tekinsiz hazza (jouissance)”[1] yönlendirdi. Lacan’da “jouissance” kavramı pejoratif olarak acının içindeki zevk ya da zevkin içindeki acı olarak tarif edilebilir en kaba tabirle. Jouissance’ın Türkçe’ye alternatif çevirilerinden biri Sel Yayıncılık’tan 2021 yılında Necmettin Kâmil Sevil tarafından yapılan Alain Badiou’nun Lacan Anti-Felsefe Seminerleri kitabında “tekinsiz haz” olarak geçer. Bunu Türkiye’deki insanların kamusal ve özel alanlarda; gündelik hayatlarında sorunlarla başa çıkma gücünün motor işlevi olarak görülebileceğini düşünmek ilginç gelebilir. Bu yazıda, sorunlarından bunalmış insanların kendilerini “acının içindeki zevkte kaybettikleri”, kurmaca evrenlerin içine hapsoldukları; gerçek ve hayalî dünyaların yer değiştirdiği, rasyonellik ile sorumluluk bilincinin silikleştiği durumlarda sığındıkları “tekinsiz hazzı” ele alacağız. Foucault’dan ve aslında genel olarak biyopolitik ve ekolojik eleştiriden de anlayacağımız gibi iktidar doğrudan bedenlere saldırmakla birlikte aslında arzuları da inşa etmektedir. Büyük gözün karşısında tıpkı bir tiyatro sahnesinde kurgusal yaşamlarını oynayan insanların kulise döndüğünde, kendini bu defa başka bir gözün sahnesinde bulması kaçınılmaz durumda. Sahne-kulis; kulis-sahne karşılaşması bir delilik haline dönmekte. Tüm ülkenin bir akıl hastanesine dönüştüğü ve her şeyin klinikleştirildiği bu durumda, psikoterapi ve tekinsiz haz arasındaki ilişkiyi bu yazının eleştirel hattının başlangıç noktası olarak görebilir, metnin mevcudiyet kazanmasından ve hattından anlaşılacağı üzere, bu hazlardan azade olmadığımızı söyleyebiliriz.
İktidarın neredeyse her alanda gerçeklik ilkesini tahrip ederek tüm yaşamı askıda bıraktığı haliyle hepimiz iktidarın mega parkında salıncakta ruhsuz bedenlerimizi sallıyor/salınıyoruz. Her sabah işe gitme nedenini unutan, emeğinin karşılığında yaşamını dönüştürecek hiçbir şey elde edemeyen, günün sonunda ise yorgun bedenini ve umudunu aynı gölgede taşıyarak eve dönen “mutsuz ve eksik halk” eskiden var olduğunu düşündüğü kritik varlığını kliniğe devretmiş durumda. Güneşi, her akşam asık bir yüzle uğurlayan kitle; yalnızca ekonomik yoksullukla değil, anlam yitimine uğramış yaşamlarıyla mücadele ederken, ilaçlara, kişisel gelişim söylemlerine, “yeşil ton”lara bürünmüş metafizik telkinlere ve “toksinlerinden arınma” vaadiyle sunulan içecek ve yiyeceklerle kliniğe battı. Batıyor. Oscar Wilde’ın “hepimiz bataklıktayız ama bazılarımız yıldızlara bakıyor”[2] sözünü bağlamından kopararak, neoliberal ekonomi-politiğin bizi boğduğu yerden bakıldığında belki de yıldızlara bakan kimsenin kalmadığı bir bataklıktan söz etmek gerekiyor. Tabii ki umutsuzuz -şimdilik-. Ve biliyoruz ki iradenin iyimserliği aklın kötümserliğiyle çatışma hâlinde. O halde ne oluyor da ne bir isyan ne de anarşist eylem kazanmıyor? Adım adım tüm direnme odakları-tüm saplanmış kökler-[3] yerinden ediliyor? Tarihten koparılan yeri yurdu ve deneyimi olmayan bir hâle getiriliyor? “Örgütlü” olma hali, örgütlülük, tam da onu en iyi tanıyan bireyselliğe her geçen gün teslim oluyor? Beden, arzu ve akıl; iktidar ve mahdumları tarafından düzenlenirken her gün istismar edilen “insan”ın etiği hakkında ne söylenebilir? Savaşta nöbette unutulmuş bir askerin şaşkınlığıyla kendisine dair olanı bile takip edemeyen gündelikte kaybolan Türkiye insanı ne yapabilir?
Karşı karşıya olduğumuz durum yalnızca ekonomik yoksunluk veya anlam eksikliği değil; çok daha derin bir pasifizasyon, eylemden, hatta eyleme yönelme düşüncesinden bile uzaklaştırılma hâlidir. Kitle, devrimci kıvılcım üretmek yerine, ilaçlar, kişisel gelişim söylemleri ve metafizik telkinlerle çevrili bir dünyadaki pasif hazların keşfi ile ancak sessiz bir teslimiyet ve içe dönük bir tatmin yaratır. Bu eylemsizlik halinin keyfi yaşamın kendisine değil, geleceğin felç olmuş tahayyülüne ilişkindir. “Toplumsal düzenin yeterince geniş bir kitleye keyif vermeyi bıraktığı an, devrimci ayaklanmaya karşı savunmasız hale geldiği andır.”[4]. Kişi, ancak yaşamaktan keyif almadığında, kaybedecek keyfi kalmadığında, bir şeylere son verebilir. Bu son verme hali, pasifizasyonun ötesinde eyleme geçmek, isyan ateşini yakmak veya ölümü kucaklamak olabilir. Keyfi harekete geçirenin namevcudiyet ile doğrudan ilişkili olduğu ve arzuyu doğurduğu açıktır. Ancak unutulmamalıdır ki keyif veren “şey”in biçimi veya içeriği ne olursa olsun, ancak toplumun çizdiği çerçeve içinde mümkündür. Sınır aşılmaz. Dolayısı ile pazarlanabilir olması planlabilirliğinden geçer. Bilincin kalın çizilmiş sınırları dahilinde, öngörülebilir olandadır.
İçinde yaşamakta olduğumuz rasyonel, ölçülebilir ve planlanabilirlik iddiası insanın felaket karşısındaki tepkilerini de öngörülebilir kalıplara hapsetmektedir. Çünkü iktidar yalnızca eyleyememe halinde değil, bilhassa eyleyebildiğimizi sandığımız alanların sınırını çizerek varlığını gösterir. Davranışı öngörülebilir kılma arzusuyla, her tepkiyi ölçülebilir ve yönetilebilir kategoriler altında tanımlamaya yönelir. Oysa yaşadığımız sarsıntılar, bu rasyonel düzenin sorgulanmasını gerektiren felaket anları olmakla birlikte tam da bu rasyonel çerçevenin sınırına temas eden anlardır. Çünkü felaket, düzenin dışında beliren bir istisna değil; bizzat düzenin kendi sürekliliğini sağlamak için ürettiği bir eşiğe işaret eden “istisna alanı”dır. Bu eşiğin varlığı, normun geçerliliğini askıya alırken aynı anda onu yürürlükte tutan bir paradoks yaratır. Böylece kriz, geçici bir sapma olmaktan çıkar; düzenin kendisini meşrulaştıran asli bir mekanizmaya dönüşür. Mesele sınır ve sınırdışılıklar ise bu sefer Joseph Heath ve Anderw Potter’ın karşı kültürel partizanlarının sorularını tekrar ettikleri cevapsız soruyu “Sınırı aşma ve patoloji arasındaki sınırı nereden çizebileceğimizi”[5] bir kez daha sorabilir ve ekleyebiliriz, peki bu sınırları aşmak, consensus’u bozmak uyuşmazlık ile kendimizi cinnet meydanında bulmak ne derece mümkün yahut mümkün mü?
Deliliğin bir övgüsünü ve güzellemesini yapmaktan öte, ölümün ve sıtmanın aynı anda gösterilerek ne tam bir ölüm ne tam bir yaşam vaadinin mümkün olduğu söylemek gerek. Ölmemiş, ölememiş ancak yaşayamayanlar da olarak, yas sürecini tamamlayamadığımız için melankolik ve nevrotik hallerden hallere düşerek kendimizi bir ölüm ve yaşam provası olan sürekli uyku halinde bulduğumuz sınırlardan bahsedebiliriz ancak. Zombileşiyoruz. Zombileşiyoruz, çünkü olağanüstü hallere alıştık. Ölüm sarsıldı, bedenler kayıp ve mezarlar çoktan sular altında kaldı. Evler yıkıldı, çadırlar açılıp kapanan acil durum şemsiyelerine döndü. Yüzlerde sadece gözleri kalan bir suretin baktığı ama hiçbir zaman görmediği dünya kayıtsızlıkla sürüp gidiyor. Bu sınırı en iyi Lynch sinemasından, hayalî kasabaları da hatırlatan (Lars von Trier’in Dogville filmi gibi) bir evrende gerçekleşen gündelik olayların fizik ve metafizik neden ve sonuçlarından tanıyoruz. Burada en vahşi cinayetler, dolandırıcılık, rüşvet, işgüzarlık, çarpık iş ve aşk ilişkileri; aile, din ve okul kurumlarının mantıksız ve kötücül gerçekleşmesi Kafkaesk kanunsuzluğu çoktan aşıyor. Kant’ın “en temiz akıl sınırlarını bilen akıldır” düsturunu yerle bir eden, Spinoza’nın “eğer aklını ıslah edersen ancak o zaman seni mutlu eden bir Etika’ya ulaşırsın” sorumluluğunu rastgeleliğe teslim eden, bir grup iyi niyetli ama kötülüğü her an gözü kapalı gerçekleştirebilecek sıradan insanların yaşadığı, iyi ve kötüyü aynı bedenlerde taşıyan, fizik ve metafiziğin iç içe geçtiği rasyonun mantığını rüyalarda bulduğu bir yer olan Twin Peaks dizisinde olduğu gibi. Yine 2001 yapımı Mulholland Çıkmazı’nda da zaman-mekânın ve kimliklerin çatışma içerisine girdiği bilinçdışı bir kayma söz konuşur. Rüya ve gerçeklik iç içe geçer, karakterler yer değiştirir, olay örgüsü lineer düzlemden sapar. İçinde bulunduğumuz evren, bu uykusuzluk sarhoşluğunun etkisine benzer. Gündelik hayatta yapılması gerekenler ile akmakta olan olay örgüleri ve süper irrasyonel felaketler arasına derin bir uçurum siner. Felaketler arasında sabah işe gitmek zorundayızdır. Akıl almaz haybeye ölümlerin yanında tek gerçeklik bize dayatılan dışsal yükümlülüklerdir. El freni; haberleri yarıda bırakmak ve sabah yeniden bakmak üzere ekranları kapatmak sureti ile çekilir. Çekilir ki, çarkın dişleri tüm zulmedenlerin hatırına hiç durmadan dönsün. Bu durumda şöyle düşünebiliriz; gündelik sorunlar, kendi irademiz dışında aşkınlığa (devlet, iş, aile vb. kurumlar) devrediliyorsa nasıl çözülür? Her gün onlarca aşkınlıkla mücadele ederken nasıl olur da yatay bir adaletten söz edilebiliriz?
Edemiyor ve kendimizi hayalî kasabaların adaletinde, rasyonel kurmaya çalıştığımız bu yazının sınırına yaklaşırken buluyoruz. Ölümün hakikati kadar yakın olması gereken sorunlarımız da rüyalarımız kadar uzak bir uzamda, en az reflekslerimiz kadar donuk ve yüzleşme neredeyse biz, gündüz… İktidarın zehirli dilinin sembolizmi ve simgeselliği; hukuku, yaşayanları, yaşayamayanları ve yasını sırtlamaya çalışanları sürekli manipüle ederken, biz, gündüz zuhur eden gerçekliği ve hakikati çözümleyemezken bu “gerçeklikle” gece düşlerinde yeniden karşılaşıyoruz. İşbu; binlerce insanın tekinsiz hazlarda kaybolduğu, uykusuz bir bilincin rüyalarda bir anlam arayışına girdiği, tekinsiz hazların ve alışılmış olağanüstü hallerin bedenleri çoktan ele geçirdiği, anlam arayışını yitiren, saçmaya bulanmış tüm “bedenler”in kendini “yapıp etmenin “aşırı doz”unda bulduğu bir sınır. Uyanabilirsek, bir geminin dümenini kırdığı yerin sınıraşımına şahit olacak, bir yelkenlinin cesaretini göğsümüzde hissedecek ve kaybedecek daha fazla bir şeyimiz kalmadığı gerçeği ile yüzleşeceğiz. Ancak bu delilik ile bizi eyleme geçirecek o ‘son’u başlatabilecek, ölülerimizle vedalaşabilecek, yasımızı tutabilecek ve umudunu yeniden yeşertebileceğiz… Fakat önce uyanmak; gördüğümüz düşün kontrolünü yeniden ele almak için uyanmak ve o yelkeni uçsuz denize açmalıyız.
[1] Tekinsiz Haz tercihi Alain Badiou’nun Lacan -Anti-Felsefe Seminerleri- kitabında geçmekte. Jouissance kavramı Lacan’ın haz ilkesinin ötesinde için kullandığı içinde bedensel ve ruhsal acı ve zevki barındıran; benim de Edip Cansever’den mülhem “ne gelir elimizden jouissance (insan) olmaktan başka” dediğim şey; ne de olsa insan öyle ya da böyle her gün bir an bir şeye indirgenen bir “varolan”dır.
[2] Wilde O. 2024, Leydi Windermere’in Yelpazesi, çev. Ömer Ezer, İthaki Yayınları
[3] Daha önce Karl Gustav Jung’un çiçeğin zamanla yüzbinlerce kez yok olup gitse de kalan kök üzerinden tekrar tekrar yeşermesini, dünyanın içinde yaşamanın ve sorunlarla baş etmenin çoğunlukçu, alternatifli halini sunması için kullanılan bu botanik bilimi kavramı olan köksap (rhizome); Guattari ve Deleüze de bu kavramı çoğunlukçu, tek bir köke bağlanmayan bir varoluş hali olarak ele alır. Burada kökünden koparılmış sapların askıda kalması yine hem aynı anda yaşamsızlığı ve ölümün asılı kalarak sürekli bir sıkışma halini, “tek boyutlu insana” dönüşmeyi imler. Bkz: Deleuze, G. ve Guattari, F. 1993, Kapitalizm ve Şizofreni 2 Bin Yayla, Bağlam Yayınları, Çev. Ali Akay
[4] Tanım; McGowan’ın ifade ettiği şekli ile ele alınmış olmakla birlikte genel hat itibar ile indirgenmiş bir okuma olarak görülebilir. Bkz.: McGowan, T., 2025McGowan, T.: Sol ve Sağ, çev. Erkan Ünal, Axis Yay.
[5] Heath & Potter 2012, İsyan Pazarlanıyor, çev. Tamer Tosun, İletişim yay.





