Katliamın ertesindeki yıllar boyunca tüm aklama, mazur gösterme ve inkâr etme tutumları arasında belki de en tüyler ürpertici olanı katliama ilişkin davanın sonucu ile ilgili devletin tepesinden söylenen sözdü. Ülkenin başbakanı bir katliama ilişkin davanın zaman aşımına uğramasını kutlamıştı. Dönemin başbakanı, Madımak Katliamı’nın zaman aşımı nedeniyle yargının konusu olmaktan çıkarılmasına ilişkin kararı “Milletimiz için hayırlı olsun,” diyerek olumladı. Sanıkların beraat etmesi durumunda söylenmesi olasılığı bile bu kadar dehşet verici olamazdı, diye düşünüyorum. Böyle bir olası durumda bir başbakan, türlü bahanelere sığınarak yargılamanın sonucunu adil bulabilir veya nesnelliğini savunabilir; nihayetinde yargı kararını vermiştir. Fakat bir katliam ile ilgili hukuki sürecin durdurulmasından söz ediyoruz. Sıradan bir davanın bile zaman aşımı dolayısıyla düşmesi adalet açısından bir başarısızlık iken katliam sanıklarını yargılamaktan vazgeçilmesinde milletten yana nasıl bir hayır beklenebilir? Yargılama sürecinin uzaması ve nihayetinde davanın zaman aşımına uğramasından doğacak hayır ve bu hayırdan milletin aldığı pay ne ola ki?
Zikredilen söz katliam ile millet arasındaki ilişkiyi düşünmeye zorluyor. Elbette “zaman aşımları” ile millet arasındaki ilişkiyi de. Milleti kurmanın ve korumanın yolu bu “zaman aşımlarıyla” döşeniyor. Eşitsizlikçi bir siyasal kurgu olarak bu milleti ister Sünnilik ister Türklük olarak ele alalım, her durumda devlet etrafında örgütlenmiş ortodoksi kendi varlığını zamanın dışına çıkararak, kendini zamansız kılarak, tarihini silerek, böylece suçlarını zaman aşımına uğratarak var olabilir. Nasıl var olduğunu, kendini cinayetle nasıl kurduğunu hatırlatan, bir bakıma ona ayna tutan ve ayrıca tarihinin henüz sonlanmadığına işaret eden toplulukları yok ederek zamanın üstüne çıkabileceğine inanır. Bugünkü siyasal bedeninin ezeli ve ebedi olduğunu bu yolla iddia edebilir. Fakat öldürerek kendini zamansız kılarken zaman aşımıyla da katliamın izlerini silmeye çalışmaktadır. Ortodoksinin bir bakıma kuruluşu ve kurumsallaşmasının imkânı, hukuki anlamından kurtararak söylersek, suçlarını zaman aşımına uğratmasıyla doğar. Böylece kuruluş aşamasındaki tüm suçları, gerilim ve çatışmaları kutsal birliğinin kökenindeki katliamları örtebiliyor. Kendi oluşumunu zamanın dışına taşımakta, kendi varlığını siyasal bir mücadelenin ya da tartışmanın konusu olmaktan çıkarmaktadır. Bu durumda katledilenler de zamanın gerisinde bırakılır, toplumsal bir özne olmaktan çıkarılır. Onların evreni artık zamanın gerisindedir. Bu nedenle bir katliamın daha zaman aşımına uğratılması ortodoksinin kendi mutlaklığına olan inancını pekiştirir. Bu inancı, kendini kurma ve varlığını sürdürme koşullarına karşı gelişen direniş belleğini zayıflatma gücüne bağlıdır. Ki Sivas Katliamı da bir anma etkinliğine yönelikti: Pir Sultan Abdal’ı anma etkinliğine. Milletin zaman aşımına uğratılmış tarihinden farklı bir tarihsel hafızaya başvuran ya da aynı tarihin başkaları tarafından çok başka biçimlerde anlatılabileceği anlamına gelen bir anmaya karşı gerçekleştirilmişti. Zamanı aşamadığı her seferinde ortodoksi katliama başvuruyor. Her katliam sonrasında ise zaman aşımına.
Alevi toplulukların direnen varlığı bir bakıma söz konusu “zaman aşımının” başarısızlığını somutlaştırıyor. Dolayısıyla katliamın kendisi bir “zaman aşımı” denemesi, elbette “zaman aşımı” da bir katliam. Yani özcü Sünnilik varoluşsal sorunu olarak tarihini silme ve kendi iç krizlerinden kurtulma yolundaki başarısızlığını katliam ile ikame etmeye çalışır. Bu çerçevede düşünüldüğünde, öldürerek yok etmenin bir siyasal strateji olarak devletli dinin kuruluşu icabı her ortodoksiye içkin olduğu söylenebilir. Sünniliğin her özcü siyasal hamlesinin neden katliamcı bir iktidar stratejisine dönüştüğünü anlamak için, belki de sıklıkla yapıldığı gibi bu stratejiyi belli bir coğrafyaya veya politik hareketlere özgülemek ve “halk dinini” bundan temize çıkarmak yerine devletli bir dinî deneyim olarak Sünniliği sorunsallaştırmak gerekir. Aksine her fırsatta, ülkenin sınırlarından geçen mültecilerin kafa kesen cihatçılar olabileceği alarmını verenler insan yakmaya kalkışan yurttaşlarının suçunu unutmaya hazırlar. Söz konusu yurttaşlarla bir arada yaşamak ve aynı “millete” mensup olmak onları korkutmuyor. Çünkü “milletin” zaman aşımını başardığına inanmak istiyorlar. Parçası oldukları siyasal bünyenin “millet” olma yolunda gerçekleşen katliamlarının zaman aşımına uğradığından herkesin emin olması milli bir başarı sayılıyor. Tam da bu nedenle çoğunluğa iştirak etmeyenler bile soykırım ve katliamların inkâr edilmesinde ısrar eder. Cezalandırılma ihtimaline veya maneviyatına gölge düşürülmesine karşı milleti savunmaya dönük bu seferberlik soykırım ve katliamların “millet kuran” boyutlarından biridir. IŞİD ve benzeri örgütlerin soykırımcı bir siyasal stratejide ısrar etmelerinin nedeni tarihten bu dersi öğrenmeleri. IŞİD belki de ortodoksinin uzun tarihini yoğunlaştırılmış bir program halinde kısaltarak tekrar etmeye giriştiği için şoke ediyor. Devlet olmayı başarsaydı muhtemelen gerçekleştirdiği katliamları devlete karşı isyanın bastırılması veya iç karışıklıklar olarak kayda geçirecekti. Elbette burada tam da IŞİD veya benzeri grupların iddia ettiği gibi teolojik bir öz veya gereklilikten bahsetmiyorum. Sünniliğin doğrusu, özü, temeli veya teolojik referanslarının anlamı “budur” demiyorum. Eşitsizlikçi bir toplumsal ilişki biçiminden; dinin devletli bir dünya olarak kuruluşundan söz ediyorum.
Zaman aşımına uğratılmak istenen yalnızca katliamın kendisi değil, en başta katledilenin öznesi olduğu dinî evrendir. Dolayısıyla katilin ve maktulün adı zikredilmez, zikredildiği anda “milletin birliği ve bütünlüğü” zan altında bırakılır. Bu nedenle Sivas Katliamı hakkında konuşulurken dinden söz edilse ya da Alevilerin katliama uğradığı vurgulansa bile katliamın bir Alevi-Sünni sorunundan kaynaklanmadığında âdeta milli bir hassasiyet gereği ısrar edilir. Bu çerçeveyle sınırlı olmak kaydıyla, katliamı zaman aşımına uğratma girişimi nispeten başarılı olmuştur. Çünkü katliamın öznesi ve mağduru çoğunlukla daha sahici olduğu savunulan başka çatışmalara iliştirilmiştir. Laik cumhuriyet ve irtica, aydınlar ve gericiler, derin devlet ve devrimci mücadele vb. Böylece Aleviler ve Alevilerin farklı bir dinî deneyime dayalı siyasal varoluşları zamanın altında bırakılmıştır. Örneğin katliam motivasyonu olarak dine başvurulurken bile asıl vurgulanan İslâmcı güçlerin laik cumhuriyetle kavgasıdır. Genel bir çatışma kategorisi olarak dinin siyasallaşması ile modern referanslar arasındaki çatışma devreye sokulur. Sünniliğin kendisi ve Alevilerle ilgili bir derdi olabileceği ya da dinin siyasallaşma biçiminin kendi iç sorunlarından kaynaklanabileceği düşünülmez. Eşitsizliğin asıl kaynağı olarak tarihsel devleti işaretleyip katliamı onun geçici taktik ve stratejilerine bağlayan akıl yürütme de aynı şekilde sonuçlanıyor. Elbette bu yaklaşım olgusal gerçekliğin kuşku götürmez bir yanını vurguluyor. Fakat devlet, sadece idari-politik düzenlemeleriyle eşitsizlik yaratan topluma dışsal bir aygıt yerine kuruluşuna içkin eşitsizlikle kendini tanımlayan bir siyasal bünyenin ürünü olarak kavranırsa devletin failliğinin Sünniliği sorumsuz kılmadığı görülür. Böyle kavrandığında devlet ile Alevilerin karşıtlığı açıkça dinî bir karşıtlıktır. Bu karşıtlık Sivas’ın iki katliamını birbirine bağlar: Madımak Katliamı ile Koçgiri Katliamı.
Katliam gününden bugüne katillerin talepleri ve hassasiyetleri ortak referans çerçevesi olarak tüm topluma dayatılmaktadır. Dinin belli bir biçimi katliam zincirini taşıyan tarih karşısında mensupları tarafından sorgulanmak şöyle dursun giderek dokunulmaz bir statü kazanıyor. Buna rağmen söz konusu statüye dayanan muktedirlerin ancak dinin siyasal tartışmanın dışına çıkarılması halinde yenilgiye uğratılacağı vurgulanıyor. Oysa Marx’a başvurarak söylersek, bir olgu sürekli olarak olmaması gerektiği gibi ortaya çıkıyorsa o olgu anlaşılmamış demektir.
Alevilerin dinlerinden kaynaklı siyasal öznelik olasılığını ve Sünniliğin yıkıcı kibrini yadsımaya varacak şekilde katliama din dışı bir neden aramak yerine aksinde ısrar etmek daha doğru görünüyor: Alevilerden kendilerinin devlet ve Sünnilikle olan tarihsel deneyimlerini bir tarafa bırakıp yaşadıklarını kendi dinî evrenlerinin dışındaki referanslarla konuşmalarını istemek yerine, Alevilerin konuştuğu dile kulak vererek devleti sorgulamak. Bu aynı zamanda devletin nasıl zaman aşımına uğratılan katliamlardan doğduğunu, bu olgunun ise Sünniliğin tarihine bakmayı zorunlu kıldığını görmek anlamına gelir. Alevilerin Sünniliğin dışında başka bir dinî deneyim ve örgütlenmeye dair mücadelesini zamanın altına gömmek yalnızca güncel somut bir topluluk kimliği olarak Alevilikle ilgili değil. Katliamla hesaplaşmak ve eşitlikçi bir siyasal olasılık için belki devletin zaman aşımına karşı zamanı başka türlü aşmanın yolunu örmek gerekiyor. Kendi varoluşunu ve katliam fiilini bugünün tarihinden silene karşı geçmişi ve geleceği bugüne taşımak, katledilenleri ve onların dünyasını bugünün mücadele ortağı olarak görmek...