İki görüntü var aklımıza çakılıp kalmış. Belki biri daha baskın. Behçet Aysan, Uğur Kaynar ve Metin Altıok merdivende oturuyorlar. Behçet Aysan’ın elinde yangın söndürme tüpü. Tüm bu yangın, bu pislik, bu ölümler onun yüzündenmiş gibi incecik bir mahcubiyet var sanki yüzünde. Öyle değil elbette. Kaygıdan yorgunluğa, hatta belki umursamazlığa varmış bir yüz. Hemen arkasında Uğur Kaynar. “Ağabeylerine” sorar gibi ne yapacaklarını. O da kaygılı. Onun yanında, Metin Altıok. Üstünde, bunca vahşete, ilkelliğe karşı dururmuşçasına gıcır gıcır takım elbisesi. Elinde fırça benzeri bir şey. Takım elbisesinin kontrastı. Belli ki ellerine ne geçerse onunla savuşturmaya çalıştılar yangını. O ağır, çok ağır yaralı kurtuldu Madımak Oteli’nden. Arkadaşlarını kaybetmesinin üstünden bir hafta geçmişti, yoğun bakımda öldü. Benim yeniyetme yetişkin aklımda Aziz Nesin de Madımak’ta öldürülmüştür. İki sene, dört gün sonra gitti o da. Benim doğum günümdü. Sonralarda şarkılarda ve romanlarda çok sık rastlayacağım “buruk bir sevinç” duygusunu o gün öğrenmiş olabilirim.
1993 yılında, televizyonun karşısında sadece adını bilsem de, ergen aklımla yaşadığım İç Anadolu kentine benzediğini sezdiğim bir şehirde, bir otelin yanışını izlerken olan bitene pek de anlam verememiştim doğrusu. Orta sınıf, taşrada yaşayan, depolitize, yer yer beyaz, memur bir ailenin çocuğuyum. “Alevi” kelimesini duymamışım bile; vebali benim boynuma değil. Kapanıp gidiyor sonra televizyon. Aradan geçen iki senede solcu oldum. Madımak’ta ne olduğunu, Alevi’nin kime dendiğini, Grup Yorum’u öğrenmiş ve elbette Felsefenin Temel İlkeleri’ni okumuşum. Aziz Nesin’in öldüğü haberini, Sivas’ı hatırlayarak, içimden “Kahrından gitti,” diye kahrolarak karşılamam böylece mümkün olmuş.
Diğer görüntü bir video kaydı[1]. Camiden çıkan kalabalık Madımak Oteli’nin camlarını indirmiş. Gençten biri otelin birinci katına tırmanıyor. Video kaydında görmediğimiz iki adam konuşuyor. Anlıyoruz ki otelin yakılmasına çok önceden karar verilmiş. Bir kahraman gibi bahsediyorlar otele tırmanan adamdan –hatta belki çocuktan. “Bez olacak ki bez bez,” diyor birisi, İç Anadolu şivesiyle. Bez olacak ki, iyi yanacak, hemen alev alacak. Akıl alacak gibi değil. Bunu söyleyen adamın yüzünü görmedim ama o ses çok tanıdık. Benim yaşadığım kentte liseli halimin arkasından ömrümce duymadığım iğrenç iki çift söz takan dolmuş şoförü. Belediye başkanının elini öpen esnaf. Ağzını açtığında namustan, “anam, bacım, yengem”den azını söylemeyen ama laf aralarından “a.ına koduğumun”u eksik etmeyen oto tamircisi. Tipleştiriyor muyum? Evet, kusura bakmayın, İç Anadolu taşrasında büyüyenlerin ayrıcalığıdır bu. Adına ister dar bir sosyolojik analiz, ister en tumturaklısından “muhafazakâr halkı hakir gören elitist bir bakış” deyin, o adamlar varlar. Bugün o adamların, memleketin ahvaliyle münasebetine dair bir şey söylemeyeceğim. Madımak’ı ateşe vermek için bez arayan da onlar, on bir yaşımda Ramazan’da sakız çiğniyorum diye on bir yaşında çocuğu küfrederek kovalayanlar da.
…
Böyle imgelere epizodik bellek deniyor. Ekseriyetle bir toplumsal olaya iliştirilmiş, onu hatırlatan, hatta bazen ezberden çağıran hatırata karşılık geliyor. Bu iki görüntünün Madımak katliamının epizodik imgeleri olduğunu düşünüyorum. Herkesin ilk elden aklına gelen, altına yazıydı, açıklamaydı istemeden ne olduğunu hemen biliverdiğimiz, ezberlediğimiz, hatta görmekten geri düşüp sadece baktığımız imgeler. İlk bakışta belleğin basitçe geçmişin yansıması olduğunu düşünürüz. Bir tür ayna. Fotoğraflara geçmişte nasıl olduğumuzu hatırlamak için bakarız. Ailemizin yahut çocukluk arkadaşlarımızın ortak geçmişimize dair anlattıklarının, geçmişin düpedüz izi olduğunu düşünürüz. Oysa artık malumun ilamı oldu, geçmiş dediğimiz şey biraz da kurgudur. Şimdiki zaman içindeki her harekette yeniden kurulur. Dolayısıyla, her şimdiki zamanda başka kurgulara dönüşür. Bir de travmanın ne olduğunu hatırlayalım. Yine en basit tanımıyla, bellek dizisine yerleştirilememiş, ağır, yakıcı, düzen bozucu olaylara denir travma diye.
Bu iki epizodik imge de çokça dönüştü bana kalırsa. Onlarda değişen bir şey yok. Yine merdivenlerde ölümü bekleyen iki şair ve bir ozan. Otel nasıl çabucak yakılır diye fikir (!) yürüten, kulun yaktığı ateşi Allah’ın kâfire ihsan eylediği cehennem ateşi sayan iki adam. Çoklarının aksine, ben içinde bulunduğumuz zamanın, dönüşen geçmiş kurgusunun, travmaya dokunan, onun karmakarışık olmuş yumağından bir ip ucu çeken, onu çözmeyeyazan bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Travmadan çıkış, onu açımlamakla ve yukarıda da söylediğim gibi, onu hatırlama düzeninin içine çekmekle, ona orada bir yer verip yerli yerine yerleştirmekle mümkün. Elbette bu çözülmenin hemen yanı başında devasa bir gedik duruyor: Yüzleşme ve hemen akabinde tanınma. Yaranın, ağrının, belleği delip geçen sertliğin, şiddetin tanınması. Bu gerçek olmadı. Uzunca bir süre de olacağa benzemiyor. Ama o çözülmenin, Madımak katliamının bir hatırlama düzeninin içine yerleşmesinin müspet bir şey olduğunu düşünüyorum. Elbette o bellek dizisi yepyeni acılarla yüklü. 10 Ekim’le, Sur’la, Lice’yle, naaşı buzdolabının içinde bekletilen Cemile’yle, Berkin Elvan’ın annesinin yüzündeki acıyla… Saymakla bitmez son birkaç yılın acı yükü. Bu yük gelip popüler belleğin ortasına çöktü. Çökmez olaydı elbette. Ancak bu yük Madımak’ı, o akıl almaz yangını, diğerlerini de yanına katıp popüler belleğin ortasına yerleştirdi. Bu yangının bağlamı, belki de şimdiye kadar hiç olmadığı kadar ayan beyan bugün. Dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan, 1994 yerel seçimlerinde 28 ilde seçim kazanan Refah Partisi, onun içinden ilkin liberal saiklerle çıkıp şimdi malum totaliteryenizmin öznesi olan parti, onların yakıp yıktıkları, Gezi’den sonra en “bana dokunmayan yılan bin yaşasın”cının bile vicdanına değen ölü çocuk yüzleri, şehirlerin ortasında patlayan bombalar, IŞİD, mülteci kamplarında dikilen kamuflajlar[2], Antep’teki hücre evleri… O günden bugüne akan tarihte, bir aralık yakalayıp yerleşti Sivas Katliamı.
…
Geçmiş üzerine yürütülen mücadele, namı diğer bellek mücadelesi, öznelerle mümkün elbette. Ama bütün ağırlığına karşın tarihsel akışın dönüştürücü kuvvetini de kim inkâr edebilir? O iki epizodik imge, vaktiyle gerçeklemiş kötü bir olayın, devlet ağzıyla “münferit bir vaka”nın imgelerinden fazlası artık. Bir milat. Habis tarihselliğin bugün yeniden idrak edilen bir uğrağı. Kötümser olmak için hiçbir zaman sahip olmadığımız kadar çok nedenimiz var. Ama şimdi o tarihselliğin içinde bir hat daha önce hiç olmadığı kadar belirgin. Bedeni saran nöral ağdaki bütünlükten ötürü, kimi zaman bir yerimize aldığımız darbenin bedenimizin bambaşka bir yerini acıtması gibi. Hâsılı, insanlar anlıyor hanımlar, beyler… Popüler bellek ürkütücü düzeyde politize oldu. Travmatik moment bellekte yer buldu. Yakında değil, hatta uzundur iyiden iyiye naif bir dilekten fazlası değil belki ama, söylemekten geri durmamak lazım. Yüzleşeceğiz de.
[1] https://www.youtube.com/watch?v=sFdN9wJ8DXc
[2] https://www.youtube.com/watch?v=tA0zJ9u3ZrU&sns=fb