General Pirus’un kazandığı zaferlerin ona bir faydası olmamıştı, Kılıçdaroğlu’nun mağlubiyetlerinin de ona bir zararı olmadı, ta ki son kongre mağlubiyetiyle CHP başkanlık koltuğunu kaybedene kadar.
Kılıçdaroğlu’nun son birkaç aylık siyasi performansının tek güzel tarafı, her şeyin bir gün bitebileceğini, hiçbir şeyin sonsuz olmadığını ağır çekimde de olsa bize göstermiş olması oldu. Son yıllarda yeni bir şey başlamamışsa bile, hiç olmazsa bir şeyin sona ermiş olması (ki uzunca bir süredir, bir şeyleri sonlandırma üzerine siyaset yapılıyor) siyasi ucubeleşme endişelerine karşı yüreklere su serpti, hatta belki de küçük umutlar yeşertti.
Siyasiler henüz zombileşememişlerse sevinç vesilesi, siyasetten beklentinin geldiği seviye burası.
Bu endişelerimiz elbette boşuna değil(di). Zira, Kılıçdaroğlu seçimleri kaybedip istifa etmediği gibi, kongrede başarısını garantilemek üzere ayak sürüyüp top çevirdiğinde, kongre tarihi belli olduktan sonra, CHP’nin bir kongre ve delege partisi olduğu ve CHP’nin başkanlık koltuğunun nadiren kongrelerde değiştiğini dinledikten sonra, beklenti zombiliğin kurumsallaşmasına bir çivi daha yönünde gerçekleşti. Neyse ki, nadir olan gerçekleşti, delege yapısını dolayısıyla başkanlık oylamasını belirleyecek bir takım tertibatları elinde bulunduran Kılıçdaroğlu seçimi kaybetti. Peki ama nasıl?
Geçen yıl bu zamanları hatırlayalım, henüz Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı kesin değil, ama Kılıçdaroğlu olması muhtemel. Toplumsal muhalefetin bir kısmı ve 6’lı masanın içindeki kimi bileşenler, “kazanacak aday” idealizmi ile Kılıçdaroğlu’nu kazanamayacak aday olarak yaftalayıp Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu’nu cumhurbaşkanı adayı yapmak istiyorlar. Yavaş ve İmamoğlu’na iktidarın ve muhalefetin değişik kesimlerinden, hukuki blokajlar ve siyasi rezervler konuluyor; bu arada Kılıçdaroğlu, 6’lı masada İYİ Parti hariç %1’lik dört partiyi, yaklaşık otuz milletvekili kontenjanı ve başkan yardımcılığı vererek bağlamış. Sonrasında İstanbul ve Ankara belediye başkanlarına da başkan yardımcılığı verilecek. Daha sonra, Ümit Özdağ’a içişleri bakanlığı, Özdağ’ın partisine de Göç İdaresi teslim edilmesi taahhüt edilecek… Adamakla mal mı biter.
Tüm bu siyasi manevralar, istikbali ulufe haline getirme girişimleri ve koltuk fetişizmini siyasi uzlaşmaya tahvil etme girişimleri, Kılıçdaroğlu’nu aday yapmaya yetse de, onun seçilmesine yetmedi. 14 ve 28 Mayıs seçimlerinde, Kılıçdaroğlu yaklaşık %45 ve %48 oy alarak seçimleri kaybetti. Asıl olarak, AKP ve Tayyip Erdoğan’da tecessüm etmiş olan, yirmi yıllık sağ-muhafazakâr hegemonyanın dağılması için, Kılıçdaroğlu’nun ardına dizilmiş olan, sosyalistlerden Kürtlere, liberallerden ulusalcılara uzanan büyük ittifak da böylelikle yenilmiş oldu.
Fakat Kılıçdaroğlu’nun bütün başkanlık kampanyası boyunca çizilen, Bay Kemal, Kemal Dede, Piro, yumuşak başlı devlet adamı imajı, öncelikle 14 Mayıs yenilgisi ile büyük bir yara aldı ve 28 Mayıs yenilgisinin ardından bu imaj paramparça oldu. Çünkü 14 Mayıs yenilgisinin ardından, sandıkların güvenliği, veri akışının kontrolü, ıslak imzalı tutanakların teslim alınması başta olmak üzere, bütün kritik meselelerde Kılıçdaroğlu sorumluluğu üzerine almış ve gereken her şeyin yapıldığı yönünde, sürekli açıklamalarda bulunmuştu. 14 Mayıs gecesi ve sabahında, bu taahhütlerin tamamının boş olduğu, aslında alınan önlemlerin 2018 ve 2015 seçimlerindekiler kadar bile olmadığı ortaya çıktı. Daha da önemlisi, CHP’nin amiral gemisi olduğu Millet İttifakı, kesin galibiyetten başka bir ihtimal görmediği için, bakanlık koltuklarını paylaşmak, ulufe dağıtmak, kurumlara rezerv koyup müstakbel pastayı/parsayı bölüşmekten başka bir şey düşünmemiş, denizdeki balığa yağ kızartmıştı.
Sonuç olarak, Kılıçdaroğlu’nun 14 Mayıs yenilgisi ile yalnızca sandıklarda değil, olası seçim yenilgisinde ne yapacağına ilişkin bir projeksiyonu olmadığı ortaya çıktı. Kılıçdaroğlu, bu süreç boyunca neredeyse hiç kampanya yapmadı, siyasi manevrasının sıklet merkezi Babala TV performansı ve Sinan Oğan ya da Ümit Özdağ faşizmlerinden birisini kafalamaya çalışmaktan ibaret oldu. Yani, kırk katır mı kırk satır mı…
Kılıçdaroğlu 28 Mayıs seçimini de %48 oy alarak kaybetti ve sonrasında Kılıçdaroğlu’nun sergilediği politik performans, onun seçim süreci boyunca sergilemiş olduğu Dede, Piro, Sosyal Demokrat kimliklerinin inşa edilmiş imajlar olduğu yönünde güçlü bir kanaat oluşturdu. Özellikle, Tayyip Erdoğan’a yıllardır yönelttiği istifa mekanizmasını Kılıçdaroğlu’nun kendisi için çalıştırmamış olması, gene Tayyip Erdoğan’a yıllardır yönelttiği gerçeklik algısını yitirme meselesini %48’lik oy oranını yenilgi için yeterli saymayarak gerçekliği reddetmesi, Piro-Dede’yi bir günde, siyasi ucube, izansız bir siyasi zombiye dönüştürdü. Dahası, haziran ayından beri, Kılıçdaroğlu’nun her defasında koltuğa daha çok yapışarak vermiş olduğu beyanatlar, siyasi bir ucubenin ipe sapa gelmez, gerçeklikten kopuk kanaatleri olarak, bir tasallut performansına dönüşmüştü.
CHP her ne kadar bir kongre-delege-genel başkan partisi olmuş olsa da, Kılıçdaroğlu’nun seçimleri kaybetmesi bir yana, seçimlerden sonra sergilediği anti-demokratik tutum onun hem Türkiye’nin genel seçmenleri hem de parti tabanında antipatikleşmesini getirdi. CHP’nin içindeki Tanju Özkan, Muharrem İnce muharebelerinden kalma patlamamış mühimmatı, yığınakları ve unutulmuş tuzakları düşünürsek, Özgür Özel’in hafta sonu kazanmış olduğu zafer, aslında Kılıçdaroğlu’nun yıllara yayılmış olan yenilgiler serisinin hasılatı.
Kılıçdaroğlu’nun kendinden emin başladığı ve tek kale geçmiş bir maçın sonunda kesin galibiyetle biteceğini umduğu bu karşılaşmanın sonunda aldığı bu yenilgi, elbette Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu’nun orta sahadan röveşata ile atmış oldukları birkaç golün sonunda mukadder oldu. “Yenilikçi” denilen kanadın, İstanbul delege seçimlerini kazanmış olmaları rüzgârın yönünü değiştiren ilk manevra oldu. İkinci olarak, Ekrem İmamoğlu’nun yakın çalışma arkadaşları, memleketi adım adım gezerek, en ücra köşelerdeki CHP delegelerine ulaştılar ve Özgür Özel’e oy vermeleri için siyasi çalışma yürüttüler. Ki, bu da üniter CHP’nin Oblomovluk siyaseti içinde büyük bir siyasi egzersiz olarak tarihe geçmesi gereken müstesna bir cevelan olmuş oldu.
Fakat Kemal Kılıçdaroğlu yenilgisini perçinleyecek hareketleri kongre esnasında, kongre salonunda gerçekleştirdiği performans ile gerçekleştirdi. Öncelikle, genel merkezin bütün finansal-siyasal gücünü kendi lehine ve siyasi muarızlarının aleyhine olarak kullanmıştı ve bu durumu kongre salonuna giriş esnasında da sürdürdü. Büyük bir temaşa ile içeriye girerken fonda çalan Gündoğdu Marşı’ndan kopyalanmış marş, Kılıçdaroğlu’nu bir karikatüre, ortamın siyasi atmosferini de kalitesiz bir mizansene dönüştürdü. Zira Kılıçdaroğlu seçim süreci ve sonrasında, Gündoğdu Marşı’nın çağırdığı ruh hali olan, “galiptir bu yolda mağlup olanlar” duygusuna yaklaşacak bir fedakârlık sergilemek şöyle dursun, yakınından bile geçmemişti. Ve tabii, bir de efsane “Bay Kemal” konuşması… Siyaset bilimi ve siyasal iletişim kuramcıları tarafından, bir siyasi metin ne kadar çiğ bırakılabilir ve neden bu halde yazılmamalıdır araştırmalarının konusu olması gereken bir metin.
Hâlâ ihanete uğradığını, hâlâ vefasızlıkla karşı karşıya kaldığını, hâlâ sırtından hançerlendiğini söyleyerek, hâlâ ahlâki olarak alacaklı bir Bay Kemal anlatısı… Bay Kemal’in deyimiyle, insan, “Böyle bir şey olabilir mi?” demeden edemiyor. AKP’nin kurduğu hegemonya sistemini, CHP’nin genel başkanı, kendisi için bir cumhurbaşkanlığı fırsatına dönüştürmüş, bir tür tekalif-i milliye ilan ederek Kürd’ünden sosyalistine, feministinden ekolojistine, eşcinselinden liberaline herkesin en kıymetlisi siyasi muhayyilesine, politik tutumlarına ipotek koymuş, elindeki beş benzemez ile muhalefetin yirmi yıllık birikimini rest diyerek masaya sürmüş, kazanamamış… Sonuç, Bay Kemal’e ihanet. İktidar muhalefet el ele bitmeyen alacağı icat etmişler… AKP’yi paraya, CHP’yi siyasi desteğe doyuramamış bir millet, Kılıçdaroğlu’nun sırtındaki hançer… Tekalif-i milliye elbette İstiklal Mahkemeleri ile devam edebilir, belki de etmelidir, tek Kılıçdaroğlu ve avenesinin bu ahlâki alacaklılığından kurtulmak mukadder olmuş olsun.
Sonuç olarak, Özgür Özel seçildi. Mübarek olsun. Peki değişen ne?
14-28 Mayıs seçimleri sonrası üzerine ölü toprağı atılmış olan muhalefet, pamuk ipliği kadar da olsa tutunmak için kendisine bir direnç noktası bulmaya çalışıyor. Kılıçdaroğlu’nun gönderilmiş olması bile bu bakımdan önemli keza ‘Değişimciler’in kazanmış olması da. Fakat burada bir sorun önümüzde duruyor, İlhan Cihaner ve Örsan Öymen, kongre süreci boyunca, Kılıçdaroğlu ve Özel’in ekiplerine temel bir eleştiri yönelttiler, o da şuydu: CHP’nin ve memleketin bu hale gelmesini sağlayanlar zaten bu ekipti, şimdi ikiye bölündüler ve kim kazanırsa kazansın aslında aynı ekip ve aynı mantalite, sadece birkaç kişiyi değiştirerek CHP’yi ve muhalefeti yönetecekler. Bu haksız bir eleştiri değil, keza tüm bu süreç boyunca hem Örsan Öymen hem de İlhan Cihaner’in, parti içi süreçlerde karşılaştıkları anti-demokratik ve dışlayıcı tutumlar üzerinden ve Parti Meclisi-Disiplin Kurulu’ndaki isimlerin (pek de değişmeyişine) baktığımızda, kaygılanmak için bir hayli sebebimiz de var.
Dolayısıyla, en başta başladığımız yere dönersek, toplum kendisine bir muhalefet arıyor. Muhalefetini inşa etmeye başladığı, iktidara karşı kurduğu hilaf bariyerleri ise bizzat muhalefetin suret-i haktan isimleri ve söylemleri ile dağıtılıyor. Başka türlü söylersek, biz muhalefet edebiliriz, halkın en geniş kesimlerinin ihtiyaç duyduğu mücadeleyi kendisi kurgulayabilir, yeter ki muhalefet gölge etmesin, muhalefet bakanlığı gibi davranmasın.
Özgür Özel’in zaferi umarız ki, bir başka Pirus zaferleri serisinin başlangıcı olmamış olsun.