Mayıs seçimleri sonuçlandığı günden bu yana, muhalefet içerisinde hem bir eleştiri dalgası hem de yenilik arayışı söz konusu. Bu arayışın son meyvesi, ana muhalefet partisi CHP’deki lider değişikliği oldu. Öte yandan Özel başkanlığındaki CHP’nin ve diğer muhalefet aktörlerinin iktidar karşısındaki şanslarını yükseltebilmesi, biraz da son altı ayda yaşananları doğru okuyabilmekten geçiyor. Bu noktada özellikle dikkatimi çeken, seçimlerin ardından muhalefet seçmeninin siyasetten uzaklaştığına dair sıklıkla dile getirilen bir görüş. Seçmenlerinin yerleşik siyasete dönük tepkilerinin, muhalefet aktörlerinin “siyaset yapmadan muhalefet yapma” politikalarına verilmiş karşı son derece siyasal bir tepki olarak okunması gerektiği kanaatindeyim. Kurumsal muhalefetin kendisini yeniden inşa etme çabasında olduğu bu günlerde seçmenlerin koyduğu tavrın siyasal doğası kavranamazsa, yeni siyasal yenilgiler de kaçınılmaz olacaktır.
Seçim sonrasında yaşananlara geçmeden önce, sürecin kendisi üzerine de birkaç şey söylemek gerekiyor. İlkin, seçim sonucunun pek çok kişi için sürpriz olduğu muhakkak. Her ne kadar seçimlerden önce, muhalefetin aleyhine işlemesi olası birtakım dinamiklere işaret eden kimi analizler yayımlanmış olsa da, hakim görüş bu defa seçimin muhalefetin zaferi ile biteceği şeklindeydi. Ekonomik sefaletten idari liyakatsizliğe, apaçık hukuksuzluklardan uluslararası ilişkilerdeki yalpalamalara ve kamu hizmetlerindeki kalite düşüşüne değin o kadar sorunlu bir iktidar tablosu vardı ki, muhalefetin bu tablodan bir galibiyet üretmesi işten bile değil gibi görünüyordu. Pek çok yorumcu, CHP öncülüğünde bir araya gelen ittifakın, ilk turda olmasa dahi ikinci turda seçimini kazananı olmasını kaçınılmaz gibi görüyordu. Üstelik kamuoyu araştırma şirketlerinin yürüttüğü alan çalışmaları da bu fikri destekliyordu. Ancak seçimler yapıldı ve siyaset gözlemcilerinin büyük bir yanılgı içerisinde olduğu ortaya çıktı.
Muhalefetin kimi zaafları seçimlerden önce de görünüyordu elbette. Bu zaafların en can alıcılarından birisi de toplumu düşünüş biçimi ile ilgiliydi. Kılıçdaroğlu’nun CHP’si, iktidarın kendi kavram setleri ile kategorize ettiği seçmen bloklarını enine kesecek alternatif bir kavrayışlar önermek yerine, Türk sağının sosyolojik kavrayışını bir paradigma olarak içselleştirmişti. Toplumu sınıfsal bir perspektifle değil, AKP’nin önerdiği kimlikler üzerinden algılıyordu. Son yirmi senede bu minvalde şekillenmiş toplumsal eğilimleri verili bir durum kabul eden CHP’nin seçim aklı, bu tablo karşısında %50+1 oya her ne pahasına olursa olsun ulaşmanın yollarını bulmaya vakfetmişti kendisini. Seçimlerden beş ay kadar önce Birikim Güncel’de yayınlanan son yazımda, uzun vadeli toplumsal dönüşüm gündemini geri plana atan bu perspektifin özünde muhafazakâr olduğuna dikkat çekmiş, toplumsal kimliklenme biçimlerimizi dönüştürmediğimiz müddetçe, seçimler kazanılsa dahi yeni istibdat dönemlerinin bizi beklediğine işaret etmiştim.
Öte yandan CHP’nin seçmen aritmetiğine dayanan stratejisinin pragmatik bir yönü olduğunu ve kısa vadeli sonuçlar üretmesinin son derece mümkün olduğunu da teslim etmemiz gerek. Zira yeni toplumsal kimliklenme biçimleri öneren ve toplumsal olanı farklı bir çerçeve içerisinden kavrayan bir muhalefetin otaya çıkartılmasının zaman alacağı muhakkaktı. Bu bakımdan çevresine topladığı sağ partilerin desteği ile seçime girmeyi tercih eden Kılıçdaroğlu’nun stratejisinin de kendi içerisinde bir rasyonalitesi vardı. Seçim sonuçları da esasında bu rasyonaliteye işaret ediyor. İktidarın kurduğu çerçeve içerisinde oynamayı kabul eden muhalefetin ikinci turu beş puandan daha az bir farkla kaybettiği düşünüldüğünde, küçük bir söylem ya da aday değişikliği ile seçimlerin, ittifak stratejisi yoluyla da kazanılabilir olduğunu düşünmemek için elimizde bir neden yok. Ne var ki gerçekleşmemiş olasılıkları tartışmanın bir anlamı yok. Mayıs seçimleri çoktan sonuçlandı ve Erdoğan, ülkede yaşanan ekonomik, sosyal, siyasal, hukuki ve ahlâki çöküşe rağmen her iki turda da Kılıçdaroğlu’ndan daha fazla oy almayı başardı.
***
Muhalefet açısından bu sonuca giden sürecin en temel öğesi, Kılıçdaroğlu’nun kimseyi dışlamayan, rakipleri ile hesaplaşmayı reddeden, ilkesel setler çekmek yerine beş benzemezi bir araya getiren koşulsuz kabul söylemiydi. Siyasal iletişim açısından, seçim sürecinde yarattığı pozitif duygu iklimi nedeniyle bu söylemi bir başarı olarak görenler olabilir. Ancak ontolojik açıdan bakıldığında izlenen yol, siyasallığın toptan reddi anlamına geliyordu. Zira “siyasal olanın” özünde, “öteki” dolayımıyla kavranan bir “biz” duygusu üzerinden yaratılan ortak bir cemiyetleşme ve mobilizasyon dinamiği vardır. Kılıçdaroğlu’nun stratejisi işte tam da bu dinamiği ortadan kaldırmayı hedefliyor, siyasallaşmayı reddediyordu. AKP’nin siyasal tonları güçlü kampanyasına yanıt olarak bir karşı-siyasal söylem tutturmak yerine siyasetsizlik tercihi yapan Kılıçdaroğlu, kendisine böylelikle cumhurbaşkanlığı yolunun açılacağını hesapladı. Ne var ki siyasal olan reddedildiğinde geriye, muhalefet adayının sergilediği tevazu, duyarlılık ve iyi niyet gösterilerinden ibaret bir seçim kampanyası kaldı. Seçmenlerin çoğunluğu ise bu kişisel iyi niyet gösterisini muhalefetin söylemindeki hafifliğe ve içi boşluğa yorarak tercihini Erdoğan’dan yana kullandı.
Aslına bakılırsa Altılı Masa’nın oluşumunu mümkün kılan da bu siyasetsizlik tercihiydi. Hiçbir ötekisi olmayan CHP, kadın hakları, azınlık politikaları, dış siyaset ya da sosyal adalet konusundaki tavırlarına bakmaksızın, bulabildiği bütün sağ partileri ittifak masasına dahil etmeye çabaladı. Böyle olunca, temsil ettikleri varsayılan seçmen kitlelerinin toplamının yarattığı aritmetik nedeniyle bir araya gelen partilerin siyaset üretme kapasiteleri son derece sınırlı kaldı. Altılı Masa’nın sahada çalışıp sokağı hareketlendirmek yerine binlerce sayfalık hukuki-bürokratik metinler yazmak için aylarca mesai harcaması, muhalefetin siyasetten uzak bir teknokratlar hükümeti kurmayı hedeflediği izlenimini daha da güçlendiriyordu. CHP ise, Millet İttifakı’nda bir araya geldiğini varsaydıkları siyasal çoğunluğu koruma kaygısıyla, masanın asgari müşterekleri ile kendisini sınırladı ve kampanyasını sığ bir siyasal söylem içerisinde yürüttü. Her daim demokrasinin ve çoğulculuğun tesisinden dem vuran Kılıçdaroğlu’nun, Saadet Partisi’nin itirazına yol açar kaygısıyla İstanbul Sözleşmesi’ni yeniden yürürlüğe sokma sözünü dahi verememesi, bu yoksunluğun çarpıcı bir göstergesiydi.
Bütün bu kısıtlarına ve handikaplarına karşın ben, muhalefetin bu seçimden galip çıkacağını düşünüyordum. Seçim öncesindeki bir yazımda, muhalefet için esas sorunun seçim kazanıldıktan sonra ortaya çıkacağını ve “asgari müşterekler” ile sınırlı muhalefet söyleminin kurulacak iktidarı kısa sürede sözsüz bırakacağını yazmıştım. Tahminim muhalefet aktörlerinin giderek siyasallaşacağı ve muhalefet bloğunun iktidara geldikten bir süre sonra bir erken seçime mecbur kalacağı yönündeydi. Ancak siyasetsizlik tercihinin bedeli çok daha büyük oldu. Erdoğan ve Bahçeli seçime yaklaştıkça dost-düşman ikiliği üzerinden kendi söylemlerini alabildiğine siyasallaştırırken, muhalefet siyasetsizliği içerisinde giderek silikleşti. Bu tablonun muhalefete faturasının tahmin edilenden çok daha ağır olduğu ise seçim sonuçlarıyla beraber anlaşıldı.
***
Son CHP kurultayında bu seçim yenilgisinin faturası haklı olarak Kılıçdaroğlu’na kesildi. Şimdi ana muhalefet partisi CHP yeni genel başkanı ile yerel seçimlere hazırlanırken, gündemindeki en önemli konu son seçimlerle birlikte kopan seçmen bağını yeniden tesis etmek olacak. Özel’in kurultay kürsüsündeki galibiyet konuşmasında yaptığı seferberlik çağrısı da, CHP örgütünü kopan bağı tamir edebilmek için ayağa kaldırmayı amaçlıyordu. Fakat hem CHP hem de diğer muhalefet partileri çözüm için kolları sıvamadan önce bu sorunun doğasını iyi kavramak zorunda. Zira Mayıs seçimlerinden sonra muhalif seçmenin siyasete yüz çevirdiğine ilişkin yaygın tespitler tam olarak doğru değil. Alınan yenilgi ile birlikte seçmende umutsuz ve yılgın bir ruh halinin hâkim olduğu muhakkak. İhtimal ki pek çok kişi Türkiye’ye dair hayallerinin gerçeğe dönüşmesini artık uzak bir ihtimal olarak görüyor. Ancak unutmayın ki Erdoğan’ın ekonomik ve sosyal politikalarının muhalif seçmenin gündelik yaşantısı üzerindeki olumsuz etkisi, Mayıs öncesinde olduğundan daha az değil. Dolayısıyla muhalefet seçmeninin kendisi bakımından, siyasal beklentileri ve taleplerinde değişikliğe yol açacak yeni bir durum söz konusu değil.
Öyleyse seçmenlerin gündelik siyasete dönük ilgisizliklerini ve muhalefet aktörlerine karşı yükselen tepkilerini, onların siyasete yaklaşımlarındaki değişim üzerinden anlamlandırmaya çalışmak isabetli olmaz. Söz konusu tepki, muhalefet aktörlerinin seçim sürecinde her türlü siyasal kimliklenmenin üstünü örtmeye çalışan tavırlarına ve bilinçli siyasetsizlik tercihleri sonucunda ortaya çıkan hezimete yönelik, son derece siyasal bir tepki. Bir diğer ifadeyle muhalif seçmen kaybedilmiş bir seçimin ardından siyasete olan ilgisini kaybetmiş apolitik bir kitle gibi davranmıyor. Tersine, seçim sonrasında muhalefet aktörlerine ve gündelik siyasete sırt çevirerek, muhalefeti temsil eden isimlerden ve onların gündeminden uzaklaşarak siyasal özneliklerini gösteriyor. Burada siyasetten uzaklaşan seçmenler değil, başta CHP olmak üzere bizatihi muhalefet partileri.
Kılıçdaroğlu CHP’si iktidarın karşısında duran milyonlara kapalı kapılar ardında belirlenmiş milletvekili listeleri sunarak, muhalefetin sokaktan yükselmesini sürekli engelleyerek ve toplumu yüzlerce sayfalık teknik metinlerde betimlenen yavan bir gelecek tasavvuruna maruz bırakarak politik eylem alanını kendi eliyle daralttı. Hem Erdoğan’a hem de Kılıçdaroğlu’na mesafeli sağ-popülizmin seçim sürecinde hiçbir kurumsal destek almaksızın nispeten etkin bir güç haline gelebilmesi de esasen muhalefetin kendi siyasal eylem alanını daraltmasıyla ortaya çıkan bu boşluk sayesinde mümkün olabildi.
Hatırlanacağı üzere Kılıçdaroğlu seçimler sonrasında yaptığı bir değerlendirmede seçimi kazanmak için kendisinin çok çabaladığını ancak parti kadrolarının yeterince çalışmadıklarını söylemişti. Mayıs öncesinde yeterince çalışmamakla suçlanan kadroların kurultay sürecinde hem Kılıçdaroğlu hem de Özel lehine yoğun biçimde çalıştıklarını gördük. Bu hiç de şaşırtıcı değil. Siyasallaşmayı reddeden altılı ittifak bloğunun yüzeysel söylemleri parti kadrolarını mobilize etmekte yetersiz kalırken, kurultay sürecinde gerek yenilikçi kanadın gerekse Kılıçdaroğlu cephesinin birbirini “öteki” olarak kodlayarak yüksek bir mobilizasyon sağlamayı başarması son derece doğal. Yalnız bu bile bize Mayıs seçimlerinde muhalefet açısından neyin yanlış gittiğini apaçık gösteriyor. Kılıçdaroğlu’nun büyük hatası, siyaset yapmadan siyasal bir zafer kazanılacağını zannetmesiydi.
Bugün itibarıyla ana muhalefet partisinin başında yenilenme vaadiyle koltuğa geçen yeni bir isim var. Kürt muhalefeti ve diğer sol partiler de seçimden sonra sıkı bir özeleştiri sürecini yürüttüler. Mayıs seçimlerinde yaşananların ve toplumun siyasete bakışında son altı ayda yaşanan dönüşümün bütün boyutlarıyla kavranabilmesi, bu özeleştiri ve yenilenme sürecinden başarı üretebilmenin önemli bir şartı. Muhalefet seçmeninde gözlenen yılgınlığın ve hayal kırıklığının kaynağında kitlelerin değil, kurumsal muhalefetin siyasetten uzaklaşmasının olduğunu görmek zorundayız. Zira seçimler sonrasında seçmenlerin son derece siyasal bir tutum takındığını gözden kaçırarak toplumun siyasetten uzaklaştığı yorumunu yaparsak, muhalefet olarak kendimize çizeceğimiz bir gelecek kalmayabilir.