Nurdan Gürbilek bir yazısında Bursa’daki bir gazinodan söz eder. Hikâye o ki, söz konusu gazino kısa bir süreliğine “medyatik” olan isimleri sahneye çıkarır, kamusal ışıkları sonsuza değin yitmeden önce o parlaklıktan son bir kez faydalanırmış. Bir süredir ülkenin o gazinodan hallice olduğunu söylesek abartmış olmayız. Ahir ömrümüzde politikanın magazine, bilginin kanaate, yolsuzluğun darbeye bu kadar hızlı dönüştüğü başka bir gösteri izlememiş olabiliriz. Şahit olsa Baudrillard’ın ellerini ovuşturarak izleyeceği bir “türlerin karışımı yasası”, gündelik hayatımıza her sabah gözümüzü kısmamıza neden olacak yeni bir parlaklık dayatıyor. Bugünlerde gözümüzü alan yeni bir ışıkla karşı karşıyayız: Niran Ünsal’a en az bir boy fark atan Tuğçe Kazaz.
“Dağdaki çoban ile benim oyum bir değil” çıkışıyla geçici bir karanlığa terk edilen Aysun Kayacı kadar “şanssız” değil Kazaz; çünkü sesinde “ezeli ve ebedi bir mağdur”un tezleri yankılanıyor. Yine de, artık gına gelen cinsiyetçi alaylardan payını almadığını söylersek hakkını yemiş oluruz. Zaten illa ki manken, sarışın ya da inancın sürek avında bir huzursuz olmaya gerek yok; kadın olmak dahi yeter cinsiyetçiliğin zehrini tatmak için. Neyse, meselemiz bu değil. Tüm bu curcuna içerisinde başka bir nokta dikkati celbediyor.
Gerekçesi ister “ekmek parası” olsun ister başka bir şey olsun, bir süredir yeni bir kanaat önderleri dizisi arz-ı endam ediyor sahnede. Cansiperane savundukları iktidarın, bir hüzme dahi olsun ışıklarını güçlendireceğini düşünüyorlar. Tabii, mesele sadece “iktidarlı olma”nın şehvetinde değil, her türlü yaylım ateşini “linç” yaftasıyla etkisizleştirecek kadar hikmetli ve sürekli mağdur bir liderin peşi sıra dizilmek “Türkiye’nin Zencileri” arasında bir tür dayanışmayı da örgütlüyor. (Halbuki insanın aklına “gerçek” bir linç görmek isteyenlerin Ali İsmail Korkmaz cinayetinin kayıtlarını izlemesi gerektiği geliyor.) Bu bakımdan tayfın içinde tek bir rengi ve milleti oluşturmanın, deyim yerindeyse “omuz omuza” durmanın asli saiği iktidarın sevgisine mazhar ve kudretine ortak olmaksa da tüm bu görüntünün arkasından kareye giren bir unutulma hıncından da söz etmek gerekir.
Narsistik bir büyülenmeden pay alan unutulma hıncı, kişinin kendisine ilişkin imgesini tahrif eden bir vasfa sahip. Bir anlamda kişinin daha önceki sıfatlarında, imajında bir eksiklik olduğuna dair bir yas çanı.
Görülmenin kendi başına asli bir değere dönüştüğü gösteri çağı, gözetleme toplumunun zevkine meze olacak birtakım unsurları sürekli icat etme mecburiyetini taşıyor. Herkesin on beş dakikalığına sıradan olma ayrıcalığını hak ettiği bu çağda unutulmak, en büyük günah olarak beliriyor. Ne var ki, asıl sorun “unutmak” değil, “unutulmak”. Kendini bir şirket gibi tahayyül etmenin, kendine dair kâr-zarar tabloları yapmanın, –Foucault’nun kavramıyla söylersek– benliğini bir “girişimci” olarak inşa etmenin asli şehevi arzu olduğu bir toplumdayız. Bu nedenle de unutulmak, insanın maruz kaldığı bir şey olmaktan çıkarak, kendi “başarısızlığının” bir nüvesi haline geldi. O halde tabloyu aksine çevirmek de mümkün?
Unutulmanın sularından bu mümkünlüğün kıyılarına doğru ilerleyen salda gündemin fırtınasında batmaktansa iktidar gemisine atlayıp fırtınayı arkana almak daha güvenlidir. Elbette iktidar gemisine öyle elini kolunu sallayarak binemiyorsun; her şey “ücreti mukabilinde”. Bedelin benliğe zararını en aza indirmek için de samimi ve hakiki bir benimseme ritüeli gerekiyor. “Dönüşüyorum ama kendim için”e ikna olmak, kişinin değer olarak kabul ettiği bir niteliğin sahiplenilmesini gerektiriyor. Ayrıca kişinin kendini yeniden inşasında iktidarın geçer akçe olarak belirlediği “çimento”ların harca katılması, makbul olmanın sağlamlığına bir adım daha yaklaşmanın en kolay yolu olarak beliriyor. İşte bir süredir bu makbul olma talebine el mesafesinde duran ve böylelikle hızla üzerinize giyebileceğiniz yeni bir elbisesi belirdi: “Entelektüel” olmak.
Entelektüel olmanın, doksanlarda mizah dergileriyle başlayıp gölgesi günümüze düşen “entel” sözcüğünün, yerli olmamaktan başlayıp Batı hayranlığına uzanan geniş bir yelpaze içerisinde bir aşağılama nesnesi, bir küfür olmasına alışkınız; ancak bu “müstekreh” sıfatın papağan misali efendisinin sözlerini tekrar ve tarzını taklit etmekten başka bir şey yapmayan bir grubun elinde kristal bir ayakkabıya dönüştüğünü görüyoruz. Ayağı bu ayakkabıya uymayanların prensesliğine/prensliğine zeval gelmişçesine daha düne kadar “paralelci” üvey kardeşleriyle aynı çatı altında yaşadıklarını unutup onlara şer odağı muamelesi yapması bir yana dursun, asıl sıkıntı başka bir gözenekten baş veriyor.
Kerameti iktidardan menkul bu entelektüelliğin, tıpkı “en az bir yabancı dil bilmek, esnek çalışma saatlerine uygun olmak ve ehliyet sahibi olmak” gibi önşartları var artık: Mustafa Karaalioğlu, Yusuf Ziya Cömert, Mehmet Ocaktan’ın durumu ve havuz medyasındaki son tenkisatın gösterdiği üzere “ama”yı sözlüğünde barındırmayan bir “entelektüel”ler çağına vardık. İnsanın en tabii huylarından biri olan tereddüt etmenin bir erdemsizlik, davaya ihanet olarak kodlandığı bir hırsın saldırganlığıdır karşımızdaki.
Bugün koltuk değneklerini atıp otoriterliğe koşar adım yürüyen bir “iktidarın entelektüelliği”ne soyunanların paradoksu şurada: Hiçbirisinin kendisine ait bir fikri yok. (Burada Yiğit Bulut’u ayırmak lazım sanırım. Gezi sonrası Erdoğan’ın bir toplantıda “Hiçbiriniz bir Yiğit Bulut kadar olamadınız” dediği rivayeti dolaşıyor.) Bu bakımdan aynı şarkıyı hep bir ağızdan bağıra çağıra söyleyen, üstelik de “Kabataş Hadisesi” türünden prozodi hatalarını yalanlarla gizleyen bu ekibin ne sazı ne de sözü yeni: “Aynı bağın gülüyüz biz.”
“Taklitler asılını yaşatır” derler ama bu sözün tam aksinin de doğru olduğunu söylemekte beis duymayız. “Mustafa abılere yapılanlar hepımıze yapılmıstır..” diyerek unutulma hıncının unutulma korkusuna dönüştüğü gösteren bu zekâlar, orijinale pervane olmayı bıraktıklarında o elbiseyi de çıkarmak mecburiyetinde kalacaklar. Unutulmanın engeli olarak kanaat önderliğine soyunmak ama bunu da olabilecek en güvenli satıhta, verili bir dizi “argümanı” yineleyerek yapmak, sesiniz kötü de olsa karede bir yer bulmanıza fırsat veriyor.
“Intellectual” sözcüğünü ilk anlamıyla alırsak “zekâ” ancak biricikliğinden söz edildiğinde bir mahiyete kavuşabilir. Öncelikle koro değil, solo bir icradır zekâ. Bu nedenle söz konusu türedi kanaat önderlerinin, entelektüelin iktidarla aynı hizadan konuşamayacağını, aksine “hakikat”i söylemenin ancak “aşağıdan” olabileceğini kulak ardı ettiği gayet açık. Entelektüel, devlet aklının paranoyalarına “faiz lobisi”, “kaos lobisi” gibi bahane bulmak göreviyle donandığında eleştirel aklın tatile çıktığını söyleyebiliriz. O nedenle bu koroyla çok da fazla zaman kaybetmemek gerekiyor.
Sonuç olarak Kazaz, ne ilk ne de son. Onu düşünme nesnesi olarak önümüze koyan, bir süredir şahit olduklarımızın kristalleşmiş hali olmasıdır. Yani? O zaman listeyi uzatabiliriz: …Yasin Aktay olarak Rasim Ozan Kütahyalı olarak Niran Ünsal olarak Yiğit Bulut olarak İzzet Yasar olarak Yavuz Bingöl olarak Elif Çakır olarak Nagehan Alçı olarak Tuğçe Kazaz olarak…