ABD, Fransa, İngiltere, İtalya, Almanya, Norveç, Şili ve elbette Türkiye; yaklaşık kırk beş yıldır süren 68 araştırmalarımda odaklandığım ülkelerdi. Hazin bir durumdur; biyografi, otobiyografi, roman ve öykü, anı, inceleme, deneme, makale, sinema veya belgesel film dallarında telif ve çeviri kaynak eser bakımından en yoksul ülke Türkiye idi.
Mukayese için şu bilgi, bir fikir verebilir: 68 Olayları, mayısın ilk haftasında başladı, alev haziran sonunda, işçilerin fabrikalara, öğrencilerin amfilere dönmesiyle cılızlaştı ve sönümlenme süreci başladı. Mayıs ayından aralık ayına kadar, yani yedi ayda, sadece Fransa’da çıkan 68 konulu telif kitap sayısı elli altıdır. Hafızamı zorluyorum; 68’in üzerinden geçen elli beş senede Türkiye’de çıkan telif kitap sayısı Fransa’da çıkan kitap sayısını bulmuyor. Bir yanda yedi ayda çıkanlar, beri yanda elli beş senenin düşündürücü istatistiği. Hazin dememin nedeni bu.
Oysa 68 Türkiye’de de kendi özgül tarih ve kültürüne fazlasıyla uygun olarak ve enternasyonalizm damarı devingen olmasa da yaşandı. Feda edilen hayatlarla, uzun hapisliklerle çok çok ağır bedeller ödendi. Türkiye devrimci 68’lileri bu bedeli ödemekten asla kaçmadı, kesinlikle imtina etmedi. Bu nedenle sözünü ettiğim hüzünlendirici çoraklık hâlâ bir yürek sızısıdır.
1988 yılından itibaren bir kıpırtı başladı. Çünkü 68’in yirminci yıldönümü vesilesiyle Batı ülkelerinde âdeta nur yağıyordu. Peş peşe çıkan kitaplar, televizyon dizileri (özellikle de 68’in önderlerinden Kızıl Dany lakaplı Daniel Cohn Bendit’ in yönetmenliğini yaptığı, Fransız televizyonu için çekilen ‘’Biz Devrimi Çok Sevmiştik ‘’ belgesel film dizisi) anılar, özeleştiriler, milyonlarca sayfayı bulan kitaplar, dergi yazıları, polemik makaleleri, belgeseller, biyografiler, söyleşiler, televizyon açık oturumları vs.
Üç çalışma içimde ukde bırakmıştı: ikisi o zamanki Batı Almanya’da çevrilen RAF - Baader Meinhof ve 68 konulu sinema filmleri ve bir de Şili 68’inin MIR ( Devrimci Sol Hareketi) örgütü ve kurucu lideri Miguel Enriquez odağı üzerinden anlatan, belgesel film. Yönetmenliğini Şili diktatörü Pinochet'nin özel talimatıyla katledilen Enriquez’ in yurtdışına sürgün edilmesiyle iltica ettiği Fransa’da yaşayan eşi yapmıştı ve çok etkileyiciydi.
Böyle çalışmalar neden bu ülkede de yapılamıyor? Bu derin sükût, kaynak eser bağlamındaki çoraklık vahim ve izahı güç bir hakikatti. Çünkü geçen yıllar, hafızaları yanıltmaya, unutmalara, hatırlayamamalara neden oluyor; kötümser bir atmosfer oluşuyordu. Buna bir de yenilginin melankolisi eklenince, kimse geçmişe dönmek istemiyor, maziyi eşeleme çabaları da hak ettiği bilgi alışverişinin yapılamaması yüzünden, sonuca ulaşamıyordu. En hazini de birer ikişer vefatlar başladı. Halil Çelimli, Ziya Yılmaz, Oktay Etiman kanser nedeniyle, aktaracakları çok fazla bilgiye sahipken, zamansız ölümleriyle artlarında derin boşluk bırakarak gittiler. Hayatta olanlar ise 75-80 yaşlarındalar ve ciddi sağlık sorunlarıyla uğraşıyorlar. İşte tam bu kritik evrenin başlangıç sürecinde danışmanlığını Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Doçent Dr. Bülent Küçük, yönetmenliğini Arin İnan Arslan’ın yaptığı Aşkla Sana: Hüseyin Cevahir belgesel filmi duyumu aldım. Endişeliydim; kolay iş değildi çünkü. Deyim yerindeyse definenin yanlış yöntem ve yaklaşımlarla murdar edilme riski vardı. Sinema sanatı bağlamında da, ideolojik tarafgirlik, slogancı ve didaktik bir üslup ya da bu madalyonun öbür yüzü olan poplaşma; kahraman–masum kurban ikilemine sıkışarak mitleştirme belgeseli kötürümleştirebilirdi. Kurgu, kameranın kullanımı, açı ve ışığın doğru mekânlarla buluşması, renklendirme ve ses kayıt kalitesi, bunlar daha evvel kanıksadığımız tökezlemelerdi. Amacın yüceliğine sanatsal inceliğin ve zarif estetiğin feda edilmesi de sık rastlanan bir handikaptı.
Film Mersin – Kültürhane’de gösterildi. Yönetmen Arin İnan da gösterime katıldı ve film sonunda söyleşi yapıldı, sorular soruldu Arin’e. Tevazuuyla her soruya cevap verdi. İzleyicilerden gelen ilave bilgileri dikkatle dinledi. Filmin yapım sürecini, yaşadıklarını anlattı. İzleyicilerin tamamı filmi başarılı buldu ve Arin’ i tebrik ettiler. Batı’da yapılmış muadillerini aşan, kaygı ve endişelerimi boşa düşüren son derece başarılı ve hiç alışık olmadığımız pırıl pırıl bir belgeseli, onca sorunun ayak bağı olmasına rağmen, yüz akıyla kotarmış Arin İnan.
70 dakikalık bu film için tam üç yıl çalışılmış, en az ikişer saat süren yirmi görüşme gerçekleştirilmiş. O halde şunu tahmin etmek güç değil; toplanan bilgilerle hem de farklı konularda en az iki tane daha 70 dakikalık film çıkabilir. Bunu sevinçle ve heyecanla, aynı zamanda Arslan ve Küçük’e şükran duygularıyla not ediyoruz ajandamıza.
Yapılan söyleşilerde görüşme yapılan 68’lilerin seçimi isabetli olmuş. Ömer Laçiner, Necmi – İlkay Demir, İlhami Aras, Mustafa Kemal Kaçaroğlu, söyleşiye katılan ama geçen yıl hayatını kaybeden Bingöl Erdumlu, elli yılı aşkın bir zamandır hiç konuşmayan Ülkü Cafer ( bu değerli insandan görüntülü mülakat almak, filmin güzel ve şaşırtıcı sürpriziydi), Necati Sağır, Tuğrul Eryılmaz, Semra Cafer, Hüseyin Işık, Gün Zileli, Enis Rıza, Mehmet Sönmez, Şadi Samer, Fahri Aral, Cevahir’in eniştesi, kız kardeşleri, yeğeni görüşlerini açıklamışlar.
Bir de konuşması çok gerekli olup da ısrarla konuşmayanlar olmuş, elbette elli iki sene sonra neden konuşulmaz? Yerinde bir sorudur ama yapacak bir şey de olmuyor. Tabii ki bu elmas kıratındaki belgeselde bir eksiklik var. Maltepe operasyonunda, yani Hüseyin’in öldürüldüğü olayda evde bulunan Sibel Erkan. Arin, beni hayrete düşüren bir bilgiyi paylaştı, gösterim bittikten sonraki sohbetimizde.
Elli iki senedir izini kaybettirmiş ve hiç ortaya çıkmamış, kimliğini afişe etmemiş olan Sibel bulunmuş. Gerek Arin gerekse Bülent Küçük, Dersimlilere özgü nezaket ve kibarlıklarıyla akla gelebilecek tüm kanalları ve imkânları zorlayarak bir biçimde iletişim kurmuşlar ama Sibel konuşmayı reddetmiş. Bu çok önemli bir olaydır. Ayrıca, Arin ve Küçük’ü kutlamak gerekir. Bir kez adım atıldı mı, arkası gelir. Sibel, kendi kararıyla ve iradesi ile konuşma vaktinin geldiğine inandığında, gereğini yapar umudu, güzel bir duygudur. Ama afaki değildir.
Bu film bir kapı açtı; neyin nasıl yapılması gerektiğinin güzel bir örneği oldu. Her şeye rağmen daha yapacak çok şey olduğunu da gösterdi. Önümüzdeki beş yıl çok değerli ve kritik bir süredir. Çok verimli değerlendirilmelidir.
Henüz, 68, THKP-C ve Hüseyin Cevahir olgusu tüketilememiştir. Bilinmeyeni bilinene katma çabasına katkı vermek, bu sevdayı gönlünde taşıyan ve yaşayan herkesin boynunun borcudur.
Bugün bir genç insan, o yılları ve o dönemi merak edip, ayrıca Hüseyin Cevahir’i öğrenip sever, daha da derinleşmek isterse, ilk olarak en başta Aşkla Sana filmini izlemeli.
Beraberinde Hüseyin Solgun tarafından yazılan ve Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Cevahir kitabı ile Su Yayınları’ndan çıkan, editörlüğünü Recep Tatar’ın yaptığı, Suat Batur ve İlhan Şimşek tarafından hazırlanan Hüseyin Cevahir kitaplarını.
T24’te 1 Haziran 2015 tarihinde yayımlanan “44 yıl önce katledilen Hüseyin Cevahir’ in babası anlatıyor” başlıklı yazıyı, 2 Haziran 2018 tarihinde yine T24’te yayımlanan “Hüseyin Cevahir 47 yıl önce can verdi” başlıklı yazıyı okumaları bilgilerini ileri boyutlara yükseltmelerini sağlayacaktır.
Elbette, bu yazıyı hazırlarken, Aşkla Sana filmine yönelik eleştirileri de okudum. Ama filmin içeriği, hem teknik ve sinemasal olarak hem de ana sorunsalının berraklığı ve amacına ulaşmış olmasına ve aldığı olumlu tepkileri göz önüne alınca eleştirilerin bir kez daha gözden geçirilmesi gerektiği sonucuna varılıyor. Çünkü olumlu anlamda bir katkı yapmaktan uzak kalan söylemler, evet yerinde ve doğru bir tenkit olmuş dedirtemiyor.
Şimdi, Aşkla Sana belgeselinden sonra RAF ve MIR belgesellerinin içimde bıraktığı ukde kayboldu gitti. Çünkü Andreas Baader, Ulrike Meinhoff, Miquel Enriquez ’i bildiğimiz kadar artık Hüseyin Cevahir’i de biliyoruz.