Diasporada yaşayan Süryanilerin memleketle kurduğu ilişki üzerine Türkiye’de fazla yazılıp çizilmiyor. Bu ilgisizliğin muhtemel nedenlerinden birkaçı grubun kendine özgü etnik/dinsel kimlik özelliklerinin ülkede yeterince bilinmemesi, halkın kendini büyük toplumdan soyutlayarak kapalı biçimde yaşaması ve diasporaya göç hikâyelerinin yeterince kaydedilmemiş olması.
Yönetmenliğini öğretim görevlisi Hakan Aytekin’in, araştırmacılığını Süryani aktivist Özcan Geçer’in yaptığı EnstANtane (2020) adlı belgesel film, Süryanilerin Avrupa ülkelerine göç sonrası geride bıraktıkları memleketleri ile kurdukları bağın duygusal ve sosyolojik niteliğine odaklanıyor. Hakan Aytekin Süryanileri yakından tanıyan deneyimli bir görsel belgeleyici. Bu son çalışmasının yanında Tur Abdin’i ve göç yollarındaki Süryanileri konu aldığı 2001 tarihli Işık Sesini Arıyor ile Süryanice dili ve yazısının kayboluşuna değindiği 2007 tarihli Yarına Bir Harf adında iki belgeseli var.
EnstANtane özel olarak Şırnak’ın İdil ilçesinden Avrupa ülkelerine göç eden Süryaniler üzerine. Hikâye Almanya’da yaşayan İdil/Azakh[1] doğumlu Süryani Ferit Sağ’ın 2018 yılında Facebook’ta paylaştığı bir fotoğraf ile başlıyor. Tahminen 1989 yılında İdil’de çekilmiş fotoğrafta on sekiz Süryani genç ve çocuktan oluşan bir arkadaş grubu güleç, meraklı gözlerle objektife bakıyorlar. Fotoğrafı gören ve saçtığı enerjiden etkilenen yönetmen Hakan Aytekin kişilerin izini sürmeye karar veriyor ve temas için gerekli bağları kuruyor. Yapılan araştırma sonucunda fotoğraftaki gençlerden sadece ikisinin -İdil ve Nusaybin’in bir köyü olmak üzere- halen Türkiye’de yaşadığı; geriye kalan on altı kişinin Almanya ve İsviçre’ye göç ettiği öğreniliyor. Kişilerin hepsine ulaşılıyor, fakat içlerinden on beş kişiyle halen yaşıyor oldukları Almanya, İsviçre ve Türkiye’de çekimler yapılıyor.
Aradan geçen yaklaşık otuz sene sonunda göçü deneyimlemiş bu insanlardan anayurtlarında geride bıraktıkları mekânı ve zamanı ayrıntıları ile betimlemeleri isteniyor. Anlatılar çocukluğun öznel psikolojik unsurları ile toplumsal siyasi koşulların baskıcı ikliminin iç içe geçtiği kendine has bir metin oluşturuyor. Görüşmecilerin tamamı o yıllarda çocuk yaşta olmalarına rağmen, İdil’de çatışmaların yoğun olduğu, sokaklarda askerî araçların, silahlı paramiliter güçlerin kol gezdiği 90’lı yılları hatırlıyor ve mevcut şiddet ikliminin onları derinden sarstığını ifade ediyorlar. Hakikaten dönemin atmosferine yakından göz attığımızda vahim bir tabloyla karşılaşırız. Nüfuslarının büyük bölümü güneydoğu bölgesindeki illerde olan Süryaniler için en travmatik yıllar 90’lı yıllardır. Bu dönem hukuksuzluğun bölgede kol gezdiği, paramiliter güçlerin, köy korucularının ve büyük aşiret liderlerinin aktörü olduğu faili meçhul cinayetlerin dönemi olarak kayıtlara geçer. Dönemle ilgili başlıca kaynaklarda pek yer almasa da Turabdin bölgesinde, Mardin, Midyat ve köylerinde bulunan Süryaniler faili meçhul cinayetler sonucu öldürülür ve bölgede yükselen şiddet Süryanilerin bölgeden hızlı bir şekilde ayrılmalarına neden olur. Süryani gazeteci David Vergili’nin aktardığı verilere göre bahsedilen dönemde aralarında, esnaf, doktor, iş insanı ve siyasetçi olmak üzere altmışa yakın Süryani öldürülmüştür.[2] Fakat Süryaniler için en önemli sorun; bölgede etkin olan örgüt tarafından “dağa çıkmaya” ya da devlet adına çalışan istihbaratçı olmaya zorlanmaları; bir başka deyişle iki ateş arasında kalmaları olur. Sünni bir Kürt örgütlenmesi olan Hizbullah’ın devlet tarafından PKK’ya karşı kullanılması da denkleme bir üçüncü unsur olarak eklenir. 1994 yılında İdil’e bağlı bir Süryani köyü olan Öğündük Köyü’nün papazı Melke Tok Hizbullah tarafından kaçırılır[3] ve yine aynı yıl İdil Anavatan Partisi[4] başkanı ve kurucu üyelik görevi yapan bölgenin sayılı iş insanlarından Şükrü Tutuş vurularak öldürülür. PKK sorumlularından olduğu bilinen Süryani Mihail Bayru[5] 1991’de İdil’de kendi dükkânında vurulur ve cinayeti Hizbullah üstlenir.
Belgeselde bu siyasi atmosfer -tahminimce filmin temel aksının kayma ihtimali endişesi nedeniyle- ayrıntıları ile betimlenmese de militer bir kargaşanın ortasında büyüyen çocuklar ve gençler için en önemli sorunun 1980 darbesi sonrası, ülkede siyasal İslâm hareketinin güçlenmesinin bir sonucu olan gayrimüslimlere dönük ayrımcı politikalar olduğunu anlıyoruz. 1983 yılında çıkarılan gayrimüslimlerin din dersine girme mecburiyetini içeren kanun görüşmecilerin hatırladığı en büyük huzursuzluk kaynağı. Bireylerin tamamının anlatısı ortak bir tema üzerine kurulu: ekonomik ve siyasi nedenlerden ötürü zorunlu göç. Avrupa ülkelerinde kendilerini bekleyen aile fertlerine ulaşabilmek için güçlükle alınan vizeler, yasadışı yollarla sınır geçme hikâyeleri, göç edilen yere uyum sağlama sorunları çocuk yaşta zorunlu göçün verdiği psikolojik gerilimin en hatırda kalan unsurları.
Belgesel, fotoğrafın çekiliş “an”ının biricikliğine odaklanarak lirik bir anlatım eşliğinde dağılma, yuvadan ve anadilden kopma, çocukluğun saf ve kesintisiz büyük zamanından ayrılma etrafında örüyor ana izleğini. Çocukluğun ve ilk gençliğin geçtiği yer ve zamana duyulan sıla hasreti merkezde. Fakat bu lirik tonun ötesinde keşfedilecek, üzerinde düşünülecek noktalar var. Yapılan görüşmeleri dinlediğimizde anlatılanların İdilli Süryanilerin göçüne dair önemli bir sözlü tarih materyali değeri taşıdığını fark ediyoruz. Akademik arka plana da sahip yönetmen Hakan Aytekin ulusaşırı göç araştırmalarına ait bir etnografik metodolojiyi benimsiyor örneğin. Akademik literatürde ulusaşırı göç araştırmalarında vurgu, göçmen bireylerin kimlik alanında yaşadıkları değişimlerin öznel deneyimlerinin bir ürünü olarak anlaşılması üzerine konur. Göç alanında kabul gören büyük teorilerin aksine ulusal çerçeveyi aşan iletişim biçimleri ve sınır ötesi pratik üretme becerisine sahip “fail özne” temel önem taşır. Bu bağlamda yaklaşım öznelerin yaşanmış deneyimlerine odaklanacak yeni bir etnografi inşası üzerinde ısrar eder. Tarihsel deneyimin birbirinden net bir şekilde ayrılmış parçalı bir yapıdan ziyade birikimsel/kümülatif bir niteliği olması nedeniyle göç öncesi hikâyelerin göçmen konumda yaşayan kişilerin kimlik algıları üzerinde etkisi büyüktür. Tam da bu nedenle Hakan Aytekin’in belgeseli özneleri konuşturmayı dert edinen ve göçü deneyimleyen Özne’nin beyanlarını etnografinin merkezine yerleştirmeyi amaçlayan yapısıyla görsel bir etnografik metin olarak kabul edilebilir. [6]
Belgesel boyunca göçü deneyimleyen -yaş aralığı 36-51 arasında değişen- on beş özne[7] ile yapılan görüşmelerde Süryanilerin göç sonrası deneyimlerine dair somut olgular, güncel kimlik referansları ve geride bırakılan anayurt ile kurdukları ilişki üzerine önemli bilgiler ediniyoruz. Süryani diasporası üzerine yapılan çalışmalarda tespit edilen bulgular bir kez daha doğrulanıyor. Görüşülen kişilerin göçmenlik sürelerinin on altı ile otuz iki yıl arasında değiştiği düşünüldüğünde, göçtükleri ülkeye entegre olma araçlarından en önemlisi olan dil öğreniminin çok büyük ölçüde başarıldığını görüyoruz. Kamusal alanda aktif rol oynayan ve ailenin geçimini sağlamakla yükümlü olan erkek görüşmeciler yaşadıkları ülkenin diline tamamen hâkim, bununla beraber özellikle ev içinde kalan kadınlar anadil ile olan bağı koparmamakta kararlı. Görüşmelerden evde konuşulan dilin halen İdil’de konuşulan özel bir Arapça olan Azakhca olduğunu öğreniyoruz. Mardinli Süryanilerin Süryaniceyi değil de Mardin Arapçasını konuşuyor olmaları gibi halkın asıl anadili olan Süryanice İdilli Süryaniler tarafından konuşulmuyor. Dil konusunda bölgedeki Arap hakimiyeti nedeniyle bir asimilasyon yaşandığını söylemek mümkün.
80’li yılların ortalarında çeşitli Avrupa ülkelerine göçen ilk nesil özellikle ticaret alanında başarılı olmuş ve ekonomik açıdan iyi durumdalar. Göçülen yerde ekonomik güvenceyi sağlamak Süryani diasporasının en önemli karakteristiklerinden biri. Viyana ve Berlin’de yaşayan Süryaniler üzerine uzun soluklu bir saha çalışması yapan antropolog Heidi Armbruster diaspora Süryanilerinin göçtükleri ülkede uzun vadede ayakta kalabilmek için olabildiğince çabuk ve etkin biçimde ekonomik sermaye biriktirmek olduğunu gözlemler.[8] Aynı şekilde İsveç ve Belçika’ya[9] göç eden Süryani aileler sağlam ve disiplinli bir “çalışma etiği” benimsemeyi, çocuklarının yeni topluma entegrasyonu için ilk gereklilik olarak belirlerler.
Diasporadaki Süryanilerin anayurt ile kurdukları ilişkinin farklı kuşaklar bağlamında farklı algılandığını görürüz. Almanya, Avusturya ve İsveç’te yaşayan özellikle Midyat ve Mardin kökenli ilk kuşak Süryani göçmenler yaz tatillerinde Tur Abdin’deki manastırları ziyarete gelirler. Bu, etno-dinsel belleği canlı tutmayı sağlayan bir tür hac ziyaretidir de aynı zamanda. Çocuklarını yaz boyunca manastırda verilen Süryanice ve litürji derslerine göndererek kimlik ile kurulan kutsal bağı tazelerler. 70’li ve 80’li yıllarda yurtdışına göçmüş kuşak için topraklarına geri dönme ve yaşama hayali halen ayakta ve canlı iken Avrupa ülkelerinin koşullarına entegrasyonunu tamamlamış ikinci ve üçüncü neslin üyelerine göre “dönüş” bir nostaljiden ibarettir, gerçekçi değildir.[10]
Anayurt ile kurulan bağ ve geri dönüş ile ilgili belgeselden öğrendiğimiz bilgi, görüşmecilerin İdil ile kurdukları ilişkinin oldukça sınırlı olduğu. Çoğu Türkiye’ye uzun süredir uğramamış; anayurt ve İdil çocukluk ya da ilk gençlik yıllarına ait bir tür nostalji mekânı olarak hatırlanıyor. İdil’de kalan, çocukluğu İdil’de geçmiş fakat şimdi Nusaybin’de yaşayan iki görüşmeci için ise durum farklı; onlar kutsal mekânlarında kalabilmiş olmanın verdiği bir tür güven hissi eşliğinde anlatıyorlar kendilerini ve göçmüş arkadaşlarına duydukları hasreti. Bugün İdil’de kalan Süryani sayısının[11] yalnızca yirmi üç olduğunu öğrendiğimiz görüşmeci anayurttaki Süryani nüfusunun halkın son nefesi olduğunu hatırlatıp kederlenmekle yetiniyor. Diasporada yaşayan Süryaniler ise topraklarına dönmeyi arzulasalar da bu hayalin gerçekleşemeyeceğinin farkındalar. Türkiye’den göçen Ermenilerin, Rumların ve Musevilerin taşıdığı ruh durumu gibi kendilerini bir çeşit arafta hissediyorlar. Almanya’ya göçmüş olan Ferit Sağ’ın belgeselin son kısmında, en dramatik noktada anlattığı bir anekdot bu arada kalmışlık hissinin en iyi metaforu belki de. İdil’den getirdiği asma fidanını Almanya’daki evinin bahçesine diken ve memleketinde yediği üzümü ürün olarak almayı bekleyen Ferit, fidanın Almanya toprağında tutmasına rağmen meyve vermediğini anlatırken gözyaşlarını tutamıyor. Meyve vermemenin bir diğer karşılığı ise şu bana kalırsa; görüşme yapılan kişilerin büyük kısmı göç ettikleri ülkede gerçek anlamda yaratıcı ve üretici bir edim içerisine giremiyor, kendilerini tam anlamıyla ifade edemiyor, standartlaştırılmış konfor alanlarında durağan bir hayat sürdürme konumunda kalıyorlar. İdil’deki yaşamın canlı ve birincil ilişkilerini yaşamayı, atadan kalma mesleklerini sürdürmeyi ya da bereketli topraklarını işlemeyi arzu ediyorlar.
Tam da bu noktada belgeselin en azından bir kısmında yer alması gerektiğini düşündüğüm birkaç kısa tarihsel notu eklemek isterim naçizane. Süryaniler bugün halen örtük bir şiddet biçimi olan topraksızlaştırılma ve mülksüzleştirilme sorunu ile karşı karşıya olan bir halk. 90’larda yapılan kadastro çalışmaları aracılığı ile en az 45 bin dönüm arazinin Hazine’nin hesabına geçirilmiş olduğunu bazı arazilere de çevre Müslüman aileler tarafından el konulduğunu biliyoruz. Tarihsel kökleri 1915 yılına uzanan Hıristiyan azınlıkları mülksüzleştirerek bezdirme politikası Cumhuriyet tarihinde de sistematik olarak süren bir uygulama.[12] Mülksüzleştirmenin 2000’li yıllardaki en belirgin tezahürü 2008’de açılan Mor Gabriel Manastırı davası. Dava, Orman Bakanlığı ve Tapu Kadastro’nun AKP’li Süleyman Çelebi’ye bağlı aşiretler, Yayvantepe, Çandarlı ve Eğlence köylerinin köylüleri ile beraber Süryani vakfına dava açarak Manastır arazilerin bir kısmı üzerinde hukuken hak talep etmesiyle başladı. Ekim ayında dönemin başbakanı Erdoğan’ın Demokratikleşme Paketi kapsamında Mor Gabriel Manastırı’nın topraklarının iadesini içeren kararın kamuoyuna duyurulması ile halk arasında bir umut doğsa da Süryani vakfına ait mülklerinin iade edileceği beyanına rağmen otuz parça mülkün sadece on ikisinin iadesi gerçekleşti. Davalar sürerken 2016 yılında yaşanan darbe girişiminin ardından atanan kayyum sisteminin yarattığı kaos ortamı dahilinde Süryanilere ait mezarlıklar, araziler ve bazı manastır ve kiliseler Diyanet İşleri Başkanlığı’na ve Maliye Hazinesi’ne geçirildi. Bu karar üzerine hukuk mücadelesi başlatan Süryaniler 2018 yılında mallarına yeniden kavuştu. Bununla beraber Süryanilerin mülklerinin tamamını edinmesi konusunda verdiği hukuk mücadelesi sona ermedi.[13]
Bölgede süren şiddete iki güncel örnek olarak İdil’de Süryani arazilerinde periyodik olarak çıkan orman yangınları ve basına da yansıyan Süryani/Keldani çift Hurmüz-Şimuni Diril’in kaybolması olayı verilebilir. 2019 yılının bahar aylarında İdil’in Öğündük Köyü’nde çıkan yangının özellikle bölgede Süryanilerin önemli ekonomik geçim kaynağı olan üzüm bağlarının ve fıstık ağaçlarının olduğu bir merada çıkması köylüleri bunun bir kundaklama teşebbüsü olduğunu düşündürmüştür. Söz konusu yangında bin dönümlük bir arazi yanmış ve kullanılamaz duruma gelmiştir. Yangınların sürekli aynı bölgede çıkması ve çevre Süryani bölgelerinde de görülmesi[14] kuşkuyu güçlendirir.
2020 yılının Şubat ayında Şırnak Beytüşşebap ilçesine bağlı Kovankaya Köyü’nde yaşayan Süryani/Keldani çift Hurmüz-Şimuni Diril’in kaybolması da, Şimuni Diril’in cesedinin 20 Mart tarihinde bulunması da temelde bir arazi gaspı olayıdır. Cinayetin barış sürecinin ortaya çıkmasından sonra 90’lı yıllarda devlet tarafından boşaltılmış köylerden biri olan Kovankaya’ya Avrupa’dan dönüş yapan Diril çiftinin sahip oldukları araziye göz koyan sırtını devlete ya da devletteki kişilere dayayan “kimi kişi ya da gruplar” tarafından gerçekleştirildiği tahmin edilmektedir.[15] Bölgedeki tarihsel mülk kavgasının yanına bir de Hürmüz Diril’in arazisinde altın bulunduğu söylentisi eklenince vaka daha anlaşılır bir hal alır.[16] Cinayetin ve kaybolma sürecinin halen kolluk güçleri ve devletin yetkili organları tarafından ısrarla aydınlatılmadığı görüldüğünde devletin bu olayı kendi lehine çalışan kişiler sebebiyle örtbas ettiği muhtemeldir.
Özetlemek gerekirse barış sürecinin sona erişi, Kürt sorununun demokratik yollardan çözülemeyişi, yükselen milliyetçilik ve mevcut iktidarın tesis ettiği baskı ortamı ve belki de en önemlisi yerleşilen Avrupa ülkesine entegrasyon sürecinin sağlanması gibi nedenlerden dolayı Süryanilerin anayurtlarına dönüş umutları yok olmuş diyebiliriz.
Belgeselin göçü deneyimleyen bireylerin yaşadığı duygusal travmayı, topraklarından zorla koparılma olgusunu oldukça güçlü aktardığını söylemek mümkün. Fakat tüm bu anavatandan zorunlu kopuş hikâyesinin ardındaki duygusal yükün ötesinde reel tarihsel koşulların daha detaylı işlenebileceği ihtimalinin izleyiciye daha doygun bir seyir zevki verebileceğini de hesaba katmak gerekiyor. Zaten haklarında pek yazılıp çizilmeyen, gölgede kalmış bir Anadolu halkı olan Süryanilerin tarihinin kamuoyuna net ve anlaşılır biçimde tanıtılmasında bu tür nostaljik örüntülerin ötesine geçmek ve çok yönlü diyalog kanalları yaratmak daha verimli bir muhakeme alanı açacak gibi görünüyor.
Not: EnstANtane, İnsan Hakları Belgesel Filmleri Günleri ve Uluslararası Göç Filmleri Festivali gibi iki önemli festivalde gösterime girdi. 2021 yılının 4-8 Ocak tarihleri arasında Uluslararası Barcelona Film Festivali En iyi Yabancı Dilde Belgesel kategorisinde; En İyi Ses Tasarımı ve En İyi Hikâye dallarında yarışacağını belirtelim.
[1] Türkçeleştirilmiş ismiyle İdil, Arapçanın yerel bir şivesini konuşan halkı tarafından Azax/Azakh adıyla anılıyor, çağdaş Süryaniceyi konuşanlar ise buraya Hazax diyorlar. Turabdin bölgesinde ve Süryani kaynaklarında Beth Zabday olarak geçen yöre Süryani tarihinde önemli bir yere sahip. Süryani kaynakları Beth Zabday’da birçok din adamı, yazar, hattat, şair ve kütüphanecinin yetiştiğini aktarıyor. Bölgedeki Mor Dodo Kilisesi halen ayakta. Bkz. Mehmet Şimşek, “Süryani Kaynaklarında İdil (Betzabday-Hazak)”, http://www.suryaniler.com/makale-havuzu.asp?id=662.
[2] David Vergili’nin ilgili yazısına https://www.failibelli.org/idil-suryanilerinden-sukru-tutusun-faili-mechul-cinayeti/ adresinden erişilebilir.
[3] Milliyet, 11 Ocak 1994, s. 11; İsa Karataş, kaçırılan Papaz Melki Tok ile 9 Ocak 1994 tarihinde bir görüşme yapmış, Papaz kendisini kaçıran kişilerin din konusunda tartıştıklarını ve Müslüman olması için baskı yaptıklarını, bunun için de kendisini diri diri gömdüklerini söylemiştir. Bu görüşme, 13-19 Şubat 1994 tarihli Nokta dergisinde ve Mart 1994 tarihli Kapsam gazetesinde yayımlanmıştır. Akt. Yelda Tutar Serter, “Türklerin küçük kardeşleri: Süryaniler (Sorunlar- Beklenti̇ler)”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, The Journal of International Social Research, cilt 9, sayı 45, Ağustos 2016, s. 315.
[4] Süryanilerin sermayedar kesiminin 1950’lerden günümüze siyasette sağ ve kalkınmacı siyaset benimseyen partileri desteklediğini görürüz. Yerel tarih kaynakları Demokrat Parti iktidarında Süryani nüfusunun büyük kısmının Mardin ve Midyat’taki parti şubelerinde aktif görev yaptığına işaret eder. Bu siyasi tercih 80’li yıllarda Anavatan Partisi’ne yönelir.
[5] Bkz. Ruşen Çakır, Derin Hizbullah: İslamcı Şiddetin Geleceği, Metis - Siyah Beyaz, s. 119.
[6] Süryani diasporasının araştırılmasında bu yaklaşımı benimseyen önemli bir etnografi çalışması için bkz. Heidi Armbruster, Keeping the Faith: Syriac Christian Diasporas, Sean Kingston Publishing: Birleşik Krallık, 2013.
[7] Yönetmen ve öğretim görevlisi Hakan Aytekin belgeselin bulgularından yola çıkarak yazdığı makalesinde fail merkezli etnografi yönteminden hareketle görüşmecilerini özne olarak adlandırır. “Tarih yazımında çıkış noktası olarak bir fotoğrafı özneleriyle birlikte okumak”, Yayımlanmamış makale, 2020.
[8] Heidi Armbruster, a.g.e., s. 165.
[9] İsveç örneği için bkz. David Gaunt, “Cultural diversity, Multilingualism and Ethnic minorities in Sweden: Identity conflicts among Oriental Christian in Sweden”, Sens public: Revue internationale International Webjournal, 2010, s. 5, http://www.sens-public.org/IMG/pdf/SensPublic_David_Gaunt_Cultural_diversity_Multilinguism_and_Ethnic_minorities_in_Sweden.pdf; Belçika örneği için bkz. Anna Poujeau, “A National Monasticism? Monastic Politics of the Syriac Orthodox Church in Syria”, I. Jonveaux vd. (éd.), Sociology and Monasticism: Between Innovation and Tradition içinde, Brill: Leiden-Boston, 2014, s. 181-182.
[10] Heidi Armbruster, a.g.e., s. 83-89.
[11] Araştırmacı Mehmet Şimşek’in aktardığı bilgilere göre 1964 yılında İdil merkezde başlıca geçim kaynakları bostancılık ve bağcılık olan yaklaşık 300 Süryani ailesi yaşıyordu. 1980 yılında ise hane sayısı 120’ye kadar geriledi. Bkz. Mehmet Şimşek, “Cumhuriyet Dönemi İdil Süryanileri”, http://www.suryaniler.com/makale-havuzu.asp?id=752.
[12] Micheal Abdalla, 19. Yüzyılın Ortaları ile I. Dünya Savaşı Arasında Mardin ve Halkı: Yabancı Misyonerlerin ve Eski Sakinlerin İzahları, Mardin Tebliğleri: Mardin ve Çevresi Toplumsal ve Ekonomik Tarihi Konferansı, İstanbul Hrant Dink Vakfı Yayınları, 2013, s. 139; akt. Zerrin Özlem Biner, States of Dispossession: Violence and Precarious Coexistence in Southeast Turkey, University of Pennsylvania Press, 2020, s. 48.
[13] Mor Gabriel davasının seyri ile ilgili şu haber ve yazılara bakılabilir: 23 Haziran 2017 tarihli Evrensel gazetesi haberi: https://www.evrensel.net/haber/324535/mor-gabrielin-diyanete-devredilmesine-dava-aciliyor; Zeynep Tozduman’ın 1 Haziran 2019 tarihli yazısı https://www.seyfocenter.com/turkce/mor-gabriel-manastirini-bir-de-ahim-vurdu/; Mahmut Bozarslan’ın 3 Haziran 2018 tarihli haberi: https://www.amerikaninsesi.com/a/suryanıler-mallarına-kavustu/4421444.html
[14] Sputnik’in haberine göre bu yangından sadece bir gün önce 26 temmuz 2010 tarihinde Mardin Deyrulzafaran Manastırı zeytinliklerinde yangın çıkmış ve 700’e yakın zeytin ağacı yanmıştı. Bkz. 27 Temmuz 2019 tarihli haber: https://tr.sputniknews.com/columnists/201907271039780085-manastir-zeytinliklerinden-sonra-bu-kez-de-suryanilerin-uzum-baglarinda-yangin/
[15] 19 Mayıs 2020 tarihli Bianet haberi: https://m.bianet.org/bianet/insan-haklari/224498-tuma-celik-diril-cifti-sirtini-devlete-dayayan-kisiler-tarafindan-kacirildi
[16] http://www.agos.com.tr/tr/yazi/24580/hurmuz-diril-sag-olsa-da-beni-bu-ithamlardan-kurtarsa, 22 Eylül 2020 tarihli Peder Remzi Diril ile yapılan Agos gazetesi röportajı.