Sirk Aynasında Charlie Hebdo Saldırısı ya da Fransız Yurttaş-Cihatçıları Anlamak

Her şeyden önce Charlie Hebdo saldırısının Türkiye’de ele alınma tarzının bağlamından koparılmak suretiyle Türkiye merkezli olarak tahlil edilmesi sorununa dikkat çekmemiz gerekiyor. Türkiye’de farklı siyasi aktörlerin mensubu bulundukları gelenek meşrebince yorumlamaya giriştikleri ve Türkiye’deki siyasal alanın mevcut konfigürasyonu bağlamında kendi pozisyonlarını tahkim etmek adına pragmatik bir şekilde araçsallaştırdıkları Charlie Hebdo saldırısı, Fransız toplumunun dinamikleri bağlamında tartışılabildiği ölçüde anlaşılabilir olur. Aksi takdirde Charlie Hebdo saldırısını konu alan Türkiye merkezli siyasal mülahazalar Fransa’da vuku bulan böylesi bir siyasal şiddeti Türkiye özelinde otantikleştirilerek tartışmayı özünden ve toplumsal bağlamından koparmak suretiyle anlamsız hale getirir. Bu çerçevede yerli siyasi aktörlerin Charlie Hebdo saldırısı karşısındaki ilk tepkilerine ve konuyu ele alma tarzlarına yakından bakmak, argümanımızı test edebilmemiz noktasında kritik bir öneme sahip görünüyor. Bununla birlikte “Ben Charlie’yim”in yüksek ve güçlü bir şekilde ifade edildiği ilk birkaç günün sonrasında “Ben Charlie Değilim” seslerinin öncelikle Batılı medyada mahcup bir edayla da olsa dile getirilmesinden güç alarak Türkiye’de rüzgarın özellikle toplumsal aktörler nezdinde kısa sürede tersyüz edildiğini de gördük. Bu noktada “Ben Charlie Değilim” tavrının İslam savunusu adına şiddete de teşne bir şekilde vicdanların sesini bastırmaya yöneldiği hususunun da altını çizmemiz gerekiyor. Olayın sıcaklığı içinde saldırının korkunçluğunu hemen teslim eden siyasi aktörler, bunun akabinde ince manevralarla saldırıyı Türk siyasal alanının kurucu sorunsallarına adapte etme işine giriştiler. Bu çerçevede Charlie Hebdo saldırısı Kürt siyasal hareketi tarafından ivedilikle Kürdistan Enformasyon Bürosuna yönelik 2013’te Paris’te gerçekleşen saldırıya yönelik mesajlar vermesini kolaylaştırabilecek bir manivelaya dönüştürüldü. Bu minvalde 2013’ün başında Paris’te öldürülen üç Kürt kadının faillerinin bulunmamış olması ve Charlie Hebdo saldırısı arasında bir neden-sonuç ilişkisi kurularak, söz konusu olayın aydınlanmış olması durumunda Charlie Hebdo saldırısının asla gerçekleşmeyeceği kamuoyunda titizlikle işlenmeye başlandı. Siyasal alanın bir diğer aktörü Cemaat ve Cemaat’e yakın medya açısından ise hükümetle olan çekişmesinde uluslararası alanda davasını meşru bir zemine oturtmak için sarıldığı ifade ve basın özgürlüğünün yılmaz savunucusu olma misyonunu yüksek sesle ifade etmesinin bir aracı haline dönüştü Charlie Hebdo saldırısı. İslam ve terrörizm arasında simbiyotik bir bağın varlığının tartışıldığı böyle bir konjonktürde, Cemaat açısından Charlie Hebdo saldırısı uluslararası platformlarda İngilizce ve Fransızca Hocaefendi güzellemeleri yapmaya ya da hoşgörü ve diyalog hareketi olarak tanımladıkları Gülen Hareketi’nin İslam coğrafyasında ne denli vazgeçilmez olduğuna yönelik üstü kapalı mesajlar vermesine de hizmet ettiğini belirtmeliyiz. Benzer şekilde milliyetçi cenah da Ermeni meselesi/ifade özgürlüğü ilişkisine atfen Batı’nın iki yüzlülüğünü bir kez daha gösterebileceği bulunmaz bir kozu eline geçirdiği saikiyle harekete geçti. Bu aynı zamanda terör sorununa indirgediği Kürt meselesine yönelik güvenlikçi yaklaşımı konusunda Batı’nın bitmek bilmez haksız ithamlarına karşın ne kadar haklı olduğunu gösterebileceği verimli bir alanı en sonunda bulabilmenin konforu üzerinden Charlie Hebdo saldırısını siyasal analizlerinin konusu haline getirebilmesi anlamına da gelmekteydi. Hükümetin siyasal alanı tektipleştirici uygulamaları ve özgürlük alanını daraltıcı yöndeki baskıcı politikaları karşısında sesini duyurmaya çalışan ana muhalefet açısından ise Charlie Hebdo saldırısı, daha çok islamcı olarak tanımladığı hükümetin ipliğini pazara çıkarabileceği bir turnusol kağıdı işlevi gördü. Benzer bir şekilde Charlie Hebdo saldırısı Avrupa tarafından artık arkaik bulunan CHP’nin laiklik menşeili anksiyetesinin pek de mesnetsiz olmadığını gösterebileceği bir tarihsel momente işaret ettiği ölçüde işlevsel bir siyasal objeye de dönüşmektedir. Hükümet nezdinde ise Charlie Hebdo saldırısı uluslararası alanda kaybettiği prestijini yeniden tesis etme yolunda katalizör işlevi görebildiği oranda siyasal bir anlam ifade etmektedir, zira Charlie Hebdo saldırısı “bir taşla iki kuş vurma” stratejisini uygulamaya koyabilmesini sağlayacak bir potansiyele sahiptir. “Ilımlı İslam’ın” hayatiliği üzerinden Batı demokrasilerinde, “İslamofobi” ile mücadelenin öncü gücü ve tarihin kendisine yüklediği Avrupa Müslümanlarının koruyuculuğu görevi üzerinden de Ortadoğu’da kaybettiği prestijini rektifiye etmesi yolunda Charlie Hebdo saldırısı hükümet için kullanışlı bir tema görüntüsü ortaya koymaktadır. Bu çerçevede siyasal aktörlerin egosantrik olarak tanımlayabileceğimiz bu bakış açıları çarpıtılmış bir gerçekliğin aynasını Türkiye’ye tutmanın ötesine ne yazık ki geçmemektedir. Fransa’ya tutulan ama bozuk bir biçimde Türkiye’yi gösteren bir sirk aynası. Charlie Hebdo saldırısı sonrası Türkiye’deki siyasi aktörlerin tavırları tıpkı uzaktan tanıdığımız birisinin cenazesinde müteveffanın arkasından yakınları feryat figan ederken kendi kaybettiklerimize ya da kaybedebilme ihtimalimize karşı kendimize ağlamamıza benziyor daha çok. O zaman cenazelerin vazgeçilmez iki sorusundan birisini -diğeri “genç miydi?” sorusudur- “müteveffa neden öldü?” sorusunu kısaca cevaplamaya çalışalım.

Charlie Hebdo saldırısı öncelikle çok boyutlu ve çapraz bir okumayla ele alınması gereken bir siyasal şiddet gösterisidir ve ekran ya da görüntü toplumu olarak adlandırabileceğimiz bir toplumsal olgunun içine doğmuştur. Tam da bu nedenle saldırıyı gerçekleştiren yurttaş-cihatçıların ellerinde silah olduğu halde sokak ortasındaki rahat tavırlarını ve özgüvenlerini gösteren  sahneler ya da merhamet dileyen polisi acımasızca öldürme görüntüleri anlık olarak küresel ekran toplumunda dolaşıma girmiştir. Muhtemelen eylemi gerçekleştiren yurttaş-cihatçıların en büyük başarısı bu oldu; zira korku ve dehşet üzerinden Batı toplumlarına, özgüven üzerindense yürüttükleri davanın müstakbel takipçilerine amaçladıkları mesajı ulaştırdılar. Her ne kadar meselenin küresel dinamikleri olsa da, saldırının arka planında toplumsal, siyasal, ekonomik ve dinsel olarak niteleyebileceğimiz Fransız toplumunun kendine özgü dinamiklerinin olduğunu da not etmeliyiz. Buna karşın İslam’ın Fransız toplumunda algılanma biçimi ve İslam’ın bir güvenlik konusu haline getirilmesi hususu üzerinde özellikle durmamız gerekir. Özgürlük kavramının anavatanı olarak kabul edilen Fransa’da güvenlikçi politikaların Sarkozy’nin İçişleri Bakanlığı’ndan cumhurbaşkanlığına uzandığı süreçte siyasal iktidarın amentüsüne tedricen dönüştüğünü tartıştığımız Mayıs 2009 tarihli "Cumhuriyetçi" paradigmadan "Ulusal Güvenlik" paradigmasına geçiş." başlıklı başka bir yazımızda[1], bu güvenlikçi politikalardan azade olması beklenen Fransız akademyasında bile İslam konusundaki klişeleri reddeden araştırmacılara yönelik sistematik bir baskının olduğunu ileri sürmüştük. İslamofobi’nin akademik sinir uçlarına dokunduğumuz yazımızın son kısmında İslam ve Fransız ulusal kimliği arasındaki çatışmalı ilişkiyi şu şekilde değerlendirmiştik :  "Ekim 2005’te Paris yakınlarında üç gencin polis tarafından izlendikleri korkusuyla elektrik trafosuna sığınmaları ve hemen akabinde ikisinin elektrik çarpması sonucu hayatlarını kaybetmesi, diğerinin ise ağır bir şekilde yaralanması haberinin yayılmasıyla patlak veren banliyö olaylarının Fransa’daki müslüman göçmen nüfusun entegrasyon sorununu yeniden siyasal ajandanın en önemli maddelerinden birisi yapması ve bu soruna Sarkozy’nin cumhurbaşkanı seçilmesinden hemen sonra Göç, Entegrasyon, Ulusal Kimlik, Dayanışmacı Kalkınma Bakanlığı’nı kurarak cevap vermesiyle birlikte, göç ve göçmenlik konusunun ‘cumhuriyetçi’ paradigmadan daha sıkı ve sert polisiye tedbirleri gerekli kılan bir ‘ulusal güvenlik’ paradigmasına doğru kaymasına şahit olmaktayız. Bu durum, Fransız toplumunda müslüman göçmenler özelinde İslam’ın hem bir güvenlik unsuru olarak değerlendirildiğini, hem de ‘çatışmacı ve uzlaşmaz’ niteliğiyle ulusal kimlik için bir tehdit olarak etiketlendiğini göstermektedir". Bu uzun alıntımızda da vurguladığımız gibi Fransa’da önceki haftadan beri olup biteni anlamak ve bir refah devletinde doğmuş, eğitim görmüş ikinci kuşak göçmen kökenli yurttaş-cihatçıların varlığını kavrayabilmek için İslamın toplumsal ve siyasal düzlemde nasıl çerçevelendiğini ve bu yurttaş-cihatçılara hayat veren sosyolojik zemini bilmek önemlidir. Daha da önemli olan ise Fransız siyasal elitlerinin ve toplumsal aktörlerin buna nasıl cevap vereceği sorusudur. Entegrasyona ilişkin sosyal politikalara bir sosyalist partiden beklendiği şekilde henüz angaje olamayan Hollande Fransa’sının,  Charlie Hebdo saldırısı ertesinde Sarkozy Hükümetlerinin İslamı güvenlikçi politikalara hapseden paradigmasını kıramamış olması Fransız siyasal alanının hangi yöne evrileceğine ilişkin kaygı verici işaretler vermeye ne yazık ki devam ediyor.

 


[1]Ali Kemal Doğan, Ümit Yazmacı, http://ali-kemal-dogan.blogspot.fr/